Aslında “dijital göçebeler” bu meseleyi pandemi öncesi çoktan çözmüştü ama sayıları azdı.
Ama pandemiyle beraber sayıları hızla arttı.
Çünkü şirketler de dijital göçebelerle aynı kafaya geldi.
Şu anda, “Dünyanın her yerinde çalışabilirim” diyen ve bunu yaşam tarzı haline getiren çok sayıda insan var.
Hatta yakın gelecekte, dünyanın en iyi uzaktan çalışma olanaklarını sunan destinasyonları listeleyen “Nomad List”in kurucusu Pieter Levels’ın öngörüsü doğru çıkacak gibi.
Levels, 2035 yılında dünyadaki dijital göçebe nüfusunun bir milyardan fazla olacağını söylemişti.
Çoğu insana uçuk gelen bu rakama şimdilerde “Neden olmasın?” gözüyle bakılıyor.
Champs-Élysées’deki herkes geri sayım sırasında cep telefonuyla çekimdeydi.
Öyle bir görüntü ki; binlerce parlayan cep telefonu okyanus gibi uzanıyor.
Tek bir noktaya odaklanmış, ama her şey önlerindeki ekrandan gören insanlar ise görünmüyor bile.
Orada olsaydım ben de aynı şeyi yapardım diye düşündüm. Neyse ki bir on yıl sonra bu sorun da çok geçmeden çözülecektir. Yapay zekâ bizim yerimize pekala bu tür anları çekebilir.
Biz de o sırada “anı yaşayabiliriz”.
Aslında bir şeyleri kayıt altına alıp başkalarına gösterme ihtiyacı hep vardı.
Önceki gün 15 yıl önceki bir konserin kaydına bakıyordum da, stadyumdaki herkesin elinde dijital fotoğraf makineleri varmış, ağır ve hantal.
Ama durum hiç öyle değildi, tam tersiydi.
İki yaka arasında gidip gelmiş biri olarak bunu söylüyorum.
Saat 16.30 gibi Anadolu Yakası’na geçtim, trafik sıfırdı.
Saat 23.15 gibi Avrupa Yakası’na geri döndüm, yine trafik yoktu. Hatta normal zamanda bile bu kadar çabuk geçmemişimdir, 20-25 dakika filan sürdü.
Dahası, Uber’den taksi bile buldum.
Böyle tatlı küçük mutluluklar işte...
İyi ama herkes şehri terk etmediğine göre ne olmuştu insanlara?
◊ Yılın başından itibaren kademe kademe yükselen menü fiyatlarına hızla uyum gösterildi.
◊ Şef Mehmet Gürs sessiz sedasız Mikla’yı devretti.
◊ The Marmara Taksim Oteli’nin meğer 360 derecelik İstanbul manzarası sunan bir terası varmış. Bu yıl açılan Upperist sayesinde öğrenildi.
◊ Yeni açılan AKM’de birtakım gurme hareketlenmeler oldu. Mesela: Talaş böreği ve iskorpit pilakisiyle Biz İstanbul.
◊ Bebek Oteli yeni bir açılım yaptı: Üçüncü katındaki iki odayı kapatıp Sankai isminde küçük bir Japon restoranına dönüştürdü. Sonuç: Açıldıktan sekiz ay sonra Michelin yıldızı.
◊ Momo’nun Dalyan şubesindeki Valeron performansları unutulmazdı.
◊ Gece 12’den sonra Türkçe pop çukuruna düşerek eğlenme arzusu bu yıl da devam etti: Kütüphane, The Room ve Müştemilat bu alanda başı çekti.
Gel gör ki, biz dışarıdan izleyenler için bu polemiği seyretmek sofistike bir tenis turnuvasından ziyade şimdilik “Ağır Roman”ın berbat bir versiyonunu andırıyor.
Çünkü Demirkubuz’un bıçkın söylemleri “Üç Maymun” filmiyle ilgili iddiaları unutturdu:
◊ “Eğer cart curt ederse giderim köşede beklerim.”
- “Kış Uykusu’ndaki göndermeyi kabaca gördüm. B*k gibi sahneydi. Daha iyisini çeksin.”
◊ “Konuşmayacağım. Yalnız şu koşulla; susacak, dişini sıkacak, tek kelime etmeyecek.”
◊ “Antalya Film Festivali jürisinde Cannes’dan bir lavuk var, bunun arkadaşı...”
◊ “Gittim yanına ‘nasılsın, iyi misin’ diye. Başını çevirdi. İçimden bir tane tokat atasım geldi.”
SOSYAL MEDYADA BENZERİ ÇOK
Önce Mabel Matiz’le birlikte seslendirdiği, bestesi kendisine ait “Antidepresan”ın etkisi yıl boyunca sürdü.
Hatta şarkı ilk çıktığında, Spotify’da “Bir günde en çok dinlenen şarkı” rekorunu kırdı.
Ardından Mert Demir bu kez peş peşe kendi teklilerini yayınladı.
Bunlardan ikisi eski şarkılardı: “İkimize Birden” ve “Dön Desem”.
Yeni şarkı “Ateşe Düştüm” ise kısa sürede çok dinlendi, sevildi ve Demir’in konserlerine olan ilginin katsayısı yükseldi.
Hatta bir arkadaşım kasım ayında, MON’un Şişli’deki bir düğün salonunda yaptığı organizasyonda Mert Demir’i izlemiş ve anlata anlata bitirememişti.
Öyle ki, kaçırdığıma üzüldüğüm nadir etkinliklerden biri olmuştu bu.
HEP BÖYLE Mİ DEVAM EDECEK DERKEN...
Mesela 1800’lerde yaşamış biriyle?
Paris’in en ünlü müzesi Musée d’Orsay’daki popüler bir sergi şu sıra bunu sağlıyor.
Şubat başına dek sürecek sergi, Vincent Van Gogh’un yaşamının son 2 ayında ürettiği eserlere odaklanıyor ve sadece onları gösteriyor.
Bu anlamda serginin bir “ilk” olduğu belirtiliyor.
Düşünün; Van Gogh sadece bu 2 ay içinde 74 resim ve 33 çizim üretmiş.
Bunlar arasında “Dr. Paul Gachet’nin Portresi”, “Buğday Tarlası ve Kargalar” gibi ikonik eserler de var.
Ama tüm bu ikonik eserlerin yanı sıra sergiyi ziyaret edenleri meşgul eden esas şey, yapay zekâ algoritmasıyla oluşturulmuş Van Gogh’la sohbet etmek!
Teknoloji start-up’ı Jumbo Mana tarafından geliştirilen yapay zekâ Van Gogh, sanatçının 1800’lü yıllarda yazdığı 900 mektup ve hakkında yazılan biyografilerin analiz edilmesiyle oluşturulmuş.
İlginç oluşu şundan dolayı:
Bu göç yolculuğu aslında bir çiftleşme yolculuğu.
Dişi kurbağalar sırtlarına erkek kurbağaları atarak Palazoğlu göletine doğru günlerce yürüyor. Ve gölete doğru yürürken asfalt yoldan geçmek zorunda kaldıkları için çoğu kurbağa bu göç sırasında ölüyor.
Domaniç kurbağalarının bu hazin yolculuğunu bir belgeselde değil, sergide öğrendim.
Ahmet Rüstem Ekici ve Hakan Sorar’ın ilk ortak sergisi olan Bilsart’taki “Rest in Pieces”te.
5 BİN YIL ÖNCESİNE AİT OBJE
Çünkü ikiliyi sergi yapmaya iten arkeolojik obje, Domaniç’e oldukça yakın Seyitömer Höyük kazılarında bulunan sunak kapları olmuş.