Gece kulübünden sonraki ikinci raunt yani.
Arda mahkemede, “300 bin euro” demiş aylığı için.
Berkay da (söylediğine göre) bu 300 bin euro’nun söylenişindeki tavra sinir olmuş, “Benimki de bin lira” karşılığını vermiş.
Amacı Arda’nın küstah imasına kinayeyle karşılık vermekmiş, filan.
Lakin bin liralık kinaye büyük tepki çekince sarıldığı yer malumunuz: Tribüncülük.
“Çünkü” demiş Berkay, “Asgari ücretin şu şu olduğu bir ortamda bu tavra sinir oldum.”
Pazar günü saat 14.00’te Taksim’den gazetenin aracına biniyorum.
14.35 sularında İstanbul Havalimanı’ndayım.
Evet bir ara yol uzun geliyor, git git bitmiyor.
Ama trafik yok ve bir baktım sadece yarım saat geçmiş...
Havalimanının kapısından içeri girdiğimde şaşırıyorum.
Çünkü ortada kimseler yok.
Güvenlikten geçip alan içinde yürümeye başladıkça sonra bu yalnızlık hissim daha da katlanıyor.
Sanki bir ben bir de güvenlik görevlileri var içeride.
Çünkü menüdeki fiyatların da arttığı bu dönemde kalkıp restoran açmak kolay iş değil.
Dahası, şef restoranındaki yemekler popüler restoranlarda sunulan yemekler gibi
tanıdık değil.
Hepsi sürprizli.
Buna rağmen Kuruçeşme’nin Toi’den sonraki en yeni şef restoranı
Alaf’a cuma gecesi gittiğimde durum
şöyleydi:
Şeyma Subaşı geçtiğimiz günlerde “pole dance”, yani direk dansı yaparken bir videosunu paylaştı ve haliyle çok konuşuldu. Direk dansı deyince akıllara hâlâ striptiz ve erotik dans kulüpleri gelse de, aslında günümüzde meraklılarının hayli emek harcadığı ciddi bir spor türü bu. Hem dans hem de akrobasiyi birleştirdiği için birçok çeşidi bile mevcut: Pole Fitness da var Pole Art da... Bu alanın en çok tanınan eğitmenlerinden Burcu Yüce bir gün direk dansıyla ilgili şöyle demişti bana: “Aslında bu bir sanat.” Üstelik direk dansı meraklısının tutkusuna gerçekten şapka çıkartıyorum. Nitekim zor iş, hem de bayağı zor! Bakınız geçtiğimiz günlerde 50. yaşını kutlayan bir sosyetik sima, iki yıl boyunca aldığı direk dansı derslerindeki birikimini doğum günü partisinde sergilemiş! Partiye sosyal medya yasağı konduğu için kimse görüntü paylaşamamış tabii.Tek duyduğum herkesin direk şovuna bayıldığı...
Gözler bu otelde
Yeme-içme dünyasının gözü bugünlerde Bebek Oteli’nde. Yeme-içme dünyasının gözü bugünlerde Bebek Oteli’nde. Bir ara Orjin Grup’un burayı kiralayacağı haberi çıkmış, hatta grubun ortağı Zafer Yıldırım bu konuda açıklama yapmıştı. Ama Orjin projeden vazgeçti. Ve duyduğum o ki, yeme-içme dünyasının patronları şimdi burayı satın almak için sıkı bir şekilde uğraşıyor. Ama en büyük sorun otel sahibinin kendine ait odasında yaşamaya devam etmek istemesiymiş. Bakalım sonunda bu ikonik otelin akıbeti ne olacak?
Sezen sahnelere geri dönecek mi
Sezen Aksu’nun sahnelere geri dönmesi için hayranları change.org’da imza kampanyası başlattı. Kampanyanın dili hayli tatlı:
“Sizin konserleriniz dert paylaşma, hal hatır sorma, birbirimize sarılma, iç dökme, arınma buluşmaları gibi oluyordu.
◊ ÇUKURCUMA’DA AÇTILAR
Dana ve kuzu kaburga burgerleriyle öne çıkmış Maslak Oto Sanayi’deki Markus Prime Ribs Çukurcuma’ya da konuşlandı. Bu kez Markus Tavern adıyla.
Menüsü daha az seçenekli, daha meyhanelik Markus Tavern’in öne çıkan sürprizi hamsi tempura.
◊ NİŞANTAŞI’NA ŞEF RESTORANI
Nişantaşı’na yeni bir şef restoranı geldi: Alta.
Salı günü tam olarak kapılarını açacak olan Alta’nın şefi Burçak Ersen. Uzun yıllar Amerika’da şef olarak çalışmış Burçak’ı Fenerbahçe’deki Mini Kitchen’dan tanıyanlar da olacaktır. Şimdi Alta’nın yemekleri ona emanet.
Levent’in orta yerinde, yeni nesil girişimcilerin ofis kiralayarak bir tür dayanışma topluluğu yarattığı, bol oyuncaklı dekorasyonuyla hemen dikkat çeken, ama günün sonunda turnikeden kartla geçtiğin Kolektif House’dayız.
Kimler? Farklı alanlardan kopup gelmiş 14 insan.
Aramızda Berrak Tüzünataç ve “Arada” filminin yönetmeni Mu Tunç da var. Ne için buradayız?
Ses meditasyonu için!
Doğrusu durumumuz ilginç.
Çünkü toplandığımız yerin hemen yan tarafında bir toplantı salonu var. İnsanlar hararetli bir şekilde tartışıp duruyor.
Biz ise minderlerin üzerine serilmiş, meditasyonun başlamasını bekliyoruz.
Aslında Tyler Brule’nin ünlü Monocle dergisine bakarsanız, İstanbul yaşanası 25 şehir arasına hiç giremiyor, esamesi bile okunmuyor. Gerçi New York bile o listeye giremiyor, üzülmeye gerek yok belki de...
Nitekim Monocle’ın kriterleri çok farklı.
Financial Times’ın yazdığı “Istanbul’da 5 yaşama nedeni” haberi ise elbette hoş. İstanbul’un yeniden yükselişi açısından. Ama İstanbul Bienali ve “keyif” hariç FT’nin diğer yaşama nedenleri biraz klişe. İstanbul’da yaşamak için çok daha güzel nedenler var halbuki.
İçimize atmayıp sıralayalım:
◊ HEM KAOS HEM PRATİK
Tamam, trafiğinden filan hepimiz gün içinde bin kez şikayet ediyoruz ama en azından bir Bangkoklu gibi trafikte, aynı noktada saatlerce çakılıp kalmıyoruz.
Herkes trafikteki kaçış yollarına hakim.
Misal 1:
Özellikle beyaz yakalılar arasında, bir tür “gurmecilik” oyunu oynanan restoran keşifleri en büyük heveslerden biriydi diye.
O dönemin trend treni buydu: Her hafta işyerinden arkadaşlarla toplanıp yeni açılan bir restoranın yemeklerini tatmak ve yemekler üzerine konuşmak.
Zaten o dönem aşçılık okullarına gidenlerin sayısında da patlama yaşanmıştı.
Yemeğe, yemek kültürüne, gastronomiye karşı bir ilgi vardı.
“X restoranın yemeği iyi değil, ama Z’yi çok tavsiye ederim” şeklindeki konuşmalar alıp yürümüştü.
Şimdi o trend tersine döndü.
Çünkü yeni açılan ve yemeği gerçekten ilginç olan restoranlar azaldı.