Kendinden bekleneni dün yapmış!
Hani avukatları aracılığıyla -eski deyimle- “emr-i yevmi”lerini yani günlük talimatı ne ise onları yayımlıyor ya... Tutmuş bu defa da:
“Barış gruplarını karşılamaya gidenler sadece DTP ya da PKK sempatizanı değildir. AKP’liler de gitti. Hükümeti korkutan da budur. Kendi oy kaybından korktu. Çağrıma uyup gelenler bana bağlılıklarını göstermişlerdir. Erdoğan’ı ciddiyete davet ediyorum. Bundan sonra grup da gelmeyecek” demiş.
Konunun esasına girmeden soralım:
Öcalan’ın “avukatlar” aracılığıyla her hafta emirnameler yayımlamasına son vermenin bir hukuki yolu yok mu? Bu adam “ağırlaştırılmış müebbeten hapis” cezasına çarptırılmış, hükmü kesinleşmiş bir mahkum mu, yoksa bir mağdur edilmiş bir kahraman mı?
İkinci Dünya Savaşı sonunda Müttefikler yani Amerika, İngiltere, Fransa tarafından yargılanıp aynen Öcalan gibi ömür boyu hapse mahkum edilen ve Spandou isimli bir eski kalede 90 küsur yaşında ölünceye kadar kimse ile temas ettirilmeyen, Rudolf Hess’in hiç mi avukatı yoktu? Halen cezasını Fransa’da çeken meşhur terörist Carlos’un böyle bir imtiyazı var mı?
Öcalan’ın kızgınlığının sebebi Adalet ve Kalkınma Partisi’ni -daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ı “açılım” konusunda samimi bulmamasıymış. Erdoğan, Türkiye’ye gelip teslim olan 34 PKK’lıya yapılan tezahüratı görünce “AKP’nin oyları eriyecek” diye korkmuşmuş. O da zaten PKK’lılara çağrıyı, “Bakalım AKP ne yapacak?” sorusuna yanıt aramak için yapmışmış.
Başbakan Tayyip Erdoğan’
İsterseniz başlayalım:
İlk soru, Albay Dursun Çiçek’in imzasını taşıyan “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”nın aslını İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’na gönderen muhbir, elindeki orijinal belgeyi neden bu konunun çok tartışıldığı haziran ayında değil de, aylar sonra ortaya çıkarttı?
Öyle ya, söz konusu belgenin hazırlandığı bölümde çalıştığını ileri süren, o bölümdeki bilgisayarların “BİM” numaraları dahil her türlü teknik niteliğini tespit edecek kadar olayın içinde bulunan -dahası Taraf Gazetesi’nde bu konuyla ilgili haberin çıktığı gün belgenin orijinalini dosyadan alıp sakladığını söyleyen- bir insan neden bu kadar bekledi?
Siz burada, şimdilik içeriğini ve niteliğini bilemediğimiz bir “plan” ve bu planı hazırlayan bir “merkez” olduğunu düşünmez misiniz?
Kim istemez Ahmet Davutoğlu’nun Der Spiegel dergisine dediği gibi hem ”Avrupa Birliği Türkiye’nin en önemli stratejik hedefi” olsun, hem de Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dün Tahran’da söylediği gibi, “Bir yüzü Batı’ya, bir yüzü Doğu’ya bakan” bir dış politikayı büyük bir beceriyle sürdürüp herkesi mutlu edelim.
Örneğin hem İran ve Suriye’yi, hem de NATO’yu aynı anda bağrımıza basalım?
Ama son zamanlardaki gelişmeler, bu iki amacı birbiriyle bağdaştırmanın imkansız denecek kadar zor olacağını gösteriyor.
Bir yüzü Doğu’ya bakan Türkiye sıfatıyla, İran’la kucaklaşıyoruz. İslam kamuoylarının hoşuna gidecek jestler yapıyoruz. Örneğin Başbakan Tayyip Erdoğan elini her kaldırışında İsrail’in ensesine bir tokat indirmekten pek haz duyuyor.
Yeri gelince yapmasına bir şey demiyoruz. Ama dozu kaçmıyor mu?
Nitekim bu tutumun İsrail’in Gazze’ye saldırısı gibi ağır eleştiriye müstahak örneklerin dışına çıkıp ısrarlı bir kötüleme kampanyasına ve ciddi bir politika değişikliğine dönüştüğü kanaati artık her yerde oluşmaya başladı.
Aksi söz konusu olsa The New York Times’ta dün “AKP’nin, Riyad’da, Şam’da ve Bağdat’ta, kendisini, Paris, Roma ve Londra’dan daha çok evinde hissettiği” yazılmazdı.
“Laik Türkiye’nin Batı yerine Doğu’ya yöneldiği”
“İyi ki” diyoruz çünkü konuya bir kere daha dönme olanağı çıktı.
Pakistan gerçi “İslami” temel üzerinde kurulmuştu. Ama ilk yıllarda yönetim de, devletin işleyişi de fiilen “laik” esaslara dayalıydı.
Sonra “din baronları” diyebileceğimiz mollalarla, onları -daha doğrusu dini- kullanıp siyaset yapmak isteyen politikacılar ülkeyi tam bir çıkmaza soktular.
Ve Pakistan, sık sık askeri darbelerin yapıldığı, anarşinin, terörün hiç durmadığı, siyaset kavgaları uğruna kardeş kanının kolayca akıtıldığı bir ülkeye dönüştü.
Orada 8 bini aştığı bilinen “medrese”lerde devamlı din yobazı militanlar yetişiyor. Yetişenler de cemaatlerin, tarikatların, şeyhlerin askeri oluyor.
Kalın çizgilerle gerçek bu...
Ucunda ışık görünmeyen bu durum Pakistan yöneticilerini bezdirmiş olmalı ki, “Hiç değilse sizin imam hatip liseleri gibi okullar açsak da, dinci yobazların baskısından bir aşamada kurtulsak” demeye getirmişler.
Haklılar... Bizim imam hatip liseleri ile onların “medrese”lerin deyim yerindeyse “Allahları bile bir” değildir.
Dünkü bir kısım gazetelerde, özellikle de konuyu kamuoyuna “AKP ve Gülen’i Bitirme Planı” başlığıyla duyuran “Taraf” Gazetesi’nde yayımlanan, “İhbar Mektubu”, zihinlerdeki kuşkuyu nerdeyse tamamen silecek kadar inandırıcı görünen bilgiler içermekteydi.
Konu yasalarımıza göre “gizli” kalması gereken bir boyut içerdiği ve Ceza Yasamızın hükümlerine göre “yargı sürecini etkileme” gibi bir eylem sayılabileceği için mektubun içeriğine girecek değiliz.
O bağlamda söyleyebileceğimiz tek şey var:
Ortaya çıkan gerçeklerin yasal ve ahlaki sonuçları ne ise herkes, onun gereğini yapmalıdır.
Ama bu mektup olayı başta olmak üzere, konunun bir tarafında bulunan Genelkurmay Başkanlığı bağlamında söylenecek şeyler olduğuna inanıyoruz.
Bizim Silahlı Kuvvetlerimize -bunu derken tabii en üst düzeydeki komutanlarına demek istiyoruz- anlatamadığımız bir şey var:
“Madem ki biz bu milletin en fazla inandığı ve güvendiği bir kurumuz, her söylediğimize inanılır. O nedenle istediğimiz gerçeği istediğimiz şekilde sunarsak bu tartışmasız kabul edilir” diye düşünmek yanlıştır.
Elbet hepimizin bildiği bir gerçektir ama, tekrarlamakta yarar var:
Öyleyse, Öcalan’ın dünkü gazetelerde de yer alan “Yol haritası özeti”ne bakarak, önümüzü görebiliriz:
Öcalan’ın “Yol haritasının” temel koşulu, “kendisinin önünün açılması” imiş. Bir başka deyişle “Hakkımda af yasası çıkarılmaz, serbest bırakılmazsam, her şeyi engellerim” mesajını veriyor.
Bize kalırsa bugünkü iktidar, Öcalan’ın salıverilmesinde kendi seçim şansı yönünden bir yarar gördüğü anda, “teröristi muhatap almama” türü palavraları unutup hemen salıvermenin yollarını arar.
Gelelim diğerlerine. Öcalan:
“Devlet Kürtlerin haklarını güvence altına alacak. Bize güvence verecek” diyor.
Bunu kabul ettiğiniz anda ülkenin vatandaşlarını “Kürtler” ve “Kürt olmayanlar” olarak ikiye ayırmanız gerekiyor. Hemen ardından “Kürt” olduğunu ileri sürenlere özel haklar ve güvenceler verilmesi icap ediyor.
Bir başka deyişle “Ben Kürt’üm” diyen “birinci sınıf”, diğerleri “ikinci sınıf” olsun istiyor.
Harika bir teklif değil mi?
Gerçi Atalay, filmin PKK ve yandaşları tarafından büyük bir zafer şovuna dönüştürüldüğüne ilişkin görüntülere kızmış. Aynen Başbakan gibi ciddi tehditler dile getirmiş.
Ama asıl önemlisi, “Göreceksiniz daha ne gelişmeler olacak” demiş.
Gerçekten ilk karelerde bunları görünce, sonra geleceklere hayret etmemek gerektiğini de kabule zorlanıyor insan.
O bağlamda Abdullah Öcalan’ın, ana hatlarını özetlediği ve dün kamuoyuna yansıyan “yol haritası”na ilişkin düşüncelerimizi sonra paylaşırız.
Acaba içleri cız etmedi mi?
Öyle ya... Onlarda da vicdan var.
Savcı ve Yargıçlar eğer televizyon izledilerse veya gazete okudularsa eminiz, iki yıl önce Dağlıca’daki askeri karakolumuza baskın yapılmasının yıldönümünde yaşananları görüp en azından biraz düşünmüşlerdir.
Anımsayacağınız gibi 250-300 PKK’lı tarafından yapılan o baskında 12 askerimiz şehit olmuş, 16’sı yaralanmış, 8’i de esir düşmüştü.
Habur’dan, üzerlerinde PKK üniforması olduğu halde üstelik zafer işareti yaparak Türkiye’ye giren -belki de Dağlıca baskınına katılmış- PKK’lıların yargı huzuruna çıktıktan 10-15 dakika sonra “Suçunuz yok, serbestsiniz” denerek salıverilmeleri herkes için yeterince ders teşkil etmeli.
Resmen “Biz PKK’lıyız. Pişmanlık filan da ifade etmiyoruz. Önderimiz çağırdı geldik” diyenlere, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı başta olmak üzere, Şırnak Valisi dahil tüm devlet görevlilerinin “kahraman” muamelesi yapmasına bakınca doğrusu Başbakan Tayyip Erdoğan’ın şimdi neden şikâyet ettiğini anlayamıyoruz.
Cumhurbaşkanı’nı bile -gerekirse- huzuruna çağırma hak ve yetkisine sahip olan “mahkeme”yi, düne kadar “terörist” dediğiniz insanların ayağına gönderen bugünkü siyasi iktidar değil mi?
Onlara “yalan ifade” verdirip salıvermek için her türlü tertibi yapan bugünkü siyasi iktidar değil mi?