Oktay Ekşi

Küstahlık sökmedi

14 Ocak 2010
NEYSE ki yanlış hesap Bağdat’a kadar gitmeye gerek kalmadan döndü:<br><br>İsrail’deki Büyükelçiliğimizden dün akşam saat -yanılmıyorsak- 19.50 sularında Ankara’ya gelen bir mesaj, “İsrail adına Türkiye’den ve Türk halkından özür dileyen bir mektubun, kendilerine ulaştığını” bildirince, kriz hiç değilse şimdilik çözülmüş oldu.

Kriz dediğimiz, İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon’un, kendisine bir nezaket ziyareti yapmak amacıyla gelen Büyükelçimiz Oğuz Çelikkol’a karşı yaptığı ölçüsüz bir küstahlıktan kaynaklanmıştı:

Çelikkol’u Parlamento binasındaki bir odada kabul eden Bakan Yardımcısı, Büyükelçimizin elini sıkmayarak, ona herhangi bir ikramda bulunmayarak ve kendi oturduğu koltuktan daha düşük seviyede bir kanapeye oturtarak hem Büyükelçimizi hem de onun şahsında Türkiye Cumhuriyeti’ni küçük düşürme hevesine kapılmıştı.


Dün de yazdığımız gibi bu resmen Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden diplomatımızın başına çuval geçirmeye denk bir küstahlıktı.


Neyse ki Türk hükümeti bu küstahlık karşısında aceleci ve duygusal bir tepki göstermedi. Örneğin Ankara’da bulunan İsrail Büyükelçisi Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldı. Ona, 13 Ocak akşamına kadar Türkiye’den resmen özür dilenmediği takdirde Tel Aviv’deki Büyükelçimizi geri çekeceğimiz” -ki bu bilindiği gibi diplomasi dilinde çok ağır bir protesto anlamına gelir- ihtar edildi.


Yazının Devamını Oku

Kritik nokta

13 Ocak 2010
AYNEN insan ilişkileri gibi, uluslararası ilişkileri de kurmak, geliştirmek belli bir güven ve denge üzerine oturtmak çok zor, ama yıllar boyu çabalayarak inşa ettiğinizi birkaç darbe sonucu yerle bir etmek çok kolaydır.<br><br>Geçen yılın “One Minute(s)” krizinden beri İsrail’le yaşadığımız budur.

Son olarak ülkemizi Tel Aviv’de temsil eden Büyükelçi Oğuz Çelikkol’u İsrail Parlamentosu’ndaki (Knesset) makamına davet eden İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon’un, fevkalade kaba bir tertiple Büyükelçimizi ve onun şahsında Türkiye Cumhuriyeti’ni küçük düşürmeye kalktığına ilişkin bilgiler geldi.

İsrailli yetkili, Büyükelçimizle görüşeceği odaya, muhatabına emrivaki yaparak gazetecileri de çağırmış. Önce Büyükelçimizin elini sıkmayarak onu aşağılama niyetini ortaya koymuş. Sonra Büyükelçimizi kendisinin oturduğundan daha düşük seviyeli bir kanepeye oturtarak ona “Bak, biz sana da senin şahsında Türkiye’ye de böyle muamele ederiz. Anladın mı?” mesajı vermiş. Sonra da Star TV’de yayınlanan “Kurtlar Vadisi” isimli dizideki “İsrail Büyükelçiliği baskını” sahnesinde, dizi kahramanının, kendisine “Burası yabancı bir ülkenin toprağı, savaş suçu işliyorsunuz” diyen İsrailli diplomata, “Hep siz mi savaş suçu işleyeceksiniz?” diye yanıt vermesine kızgınlığını ifade etmiş.

Dürüst olalım. Karşımıza çıkan -İsrailliler dahil- herkes her fırsatta, “Basın özgürlüğünün temel kuralı, devletin ona müdahale etmemesidir” demiyor mu?

Hazreti Muhammed’i aşağılayan karikatürler krizi çıktığı zaman bunları yayınlayan gazeteyi o tarihteki Danimarka Başbakanı Rassmussen, “Bu ülkede ifade özgürlüğü var. Ben o karikatürler nedeniyle söz konusu gazeteye hiçbir şey söyleyemem” diye savununca tüm Batı dünyası  kendisini alkışlamadı mı?

Şimdi İsrail Dışişleri Bakanlığı ne hakla bir diziyi bir Büyükelçi’ye şikâyet edip müdahale talep ediyor?

Ama asıl mesele zaten bu değil. “Dizi” bahane... Asıl mesele “Türk Büyükelçisinin başına çuval geçirmek.”

Böyle bir durumda akla gelen ilk şey, “İsrail’in yaptığını misliyle, onların buradaki Büyükelçisine yapmak”tır.

Ama Türk hükümetinin tepkisi iyi ki öyle olmadı.

Yazının Devamını Oku

Or-Gi

12 Ocak 2010
TÜRKİYE’yi kurtaran, biliyorsunuz çok. O arada -örneğin erken seçimin gerekli olduğunu savunduğunuz için- vatan haini ilan edilme riski de büyük. O nedenle bir günlüğüne olsun “kurtaranlar” kafilesinin dışına çıkıp, bu satırları yazdığımız sırada bulunduğumuz yörenin iki sorununu aktaralım istiyoruz.

Sözünü ettiğimiz iki sorunun biri Giresun ile Ordu’nun yıllardır çözemedikleri, ama iki ili de hem Türkiye’nin diğer bölgelerinden hem de dünyadan izole olmaktan kurtaracağı bilinen “Or-Gi” yani Ordu-Giresun havaalanıyla ilgili.

Belki dikkatinizden kaçmıştır:

Şu anda Türkiye’de sivil uçakların inip kalktığı 66 adet havaalanı var. Bir anlayışa göre bu zaten Türkiye’nin kaldırabileceğinden fazla. Örneğin İsviçre’nin başkenti Bern’e gitmek için Cenevre’deki havalimanına iniyorsanız, Federal Almanya’nın büyük şehirleri bile ortak havalimanı ile idare ediyorsa, Samsun (Çarşamba) havaalanına yaklaşık 2 saatte giden Ordulularla, Trabzon havaalanına 1 saat 45 dakikada giden Giresunluların –ortak da olsa- yeni bir havaalanına ihtiyaç yoktur.

Zaten yıllardır konunun gecikmesine bu görüş taraftarları sebep oldu.

Oysa madalyonun öte yüzü, tamamen başka gerçeklerin var olduğunu söylüyor.

Birinci gerçek şu:

Bu iki ilin nüfusu, halen tek başına havaalanına sahip illerden Sinop, Tokat, Sivas, Trabzon, Mardin dahil pek çoğundan fazladır. Bir başka deyişle bu iki ilde 1 milyon 200 bin kadar insan yaşamaktadır. Önceki yıllarda bu iki ilin verdiği göç yüzünden İstanbul, İzmir, Ankara ve yurtdışı dahil 2 milyon kişilik bir nüfus da bu ortak havaalanının yapılmasını dört gözle beklemektedir.

Ordu ve Giresun’da açılan yeni üniversitelerde hizmet vermek isteyen öğretim üyelerinin geliş-gidişlerini kolaylaştıracak olan bu havaalanı, öğretim kalitesi yönünden de gerekli ve önemlidir.

Yazının Devamını Oku

Yetim hakkı?

10 Ocak 2010
TOPLANDILAR, üç haftadır sürdürdükleri eylemlerine devam edip etmemeyi oyladılar ve sonunda 8 bin 180 geçerli oydan 8 bin 150’sinin kararıyla “devam” dediler.<br><br>Lakin TEKEL işçilerinin nerdeyse bir ayı dolduran eyleminin sesi soluğu son günlerde kesiliverdi.

Tek istisnası, Trabzon’un Akçaabat İlçesi’nden gelen haber.

O da çok önemli değil. Trabzon’daki bir toplantıya katılan birkaç TEKEL işçisi, konuşmacı AKP milletvekilini alkışlayıp salondan çıkmış.

Bu tabloya bakınca, o eylemleri örgütleyen Tek Gıda-İş Sendikası’na “Neredesiniz?” diye sormak gerekiyor.

Aslında TEKEL işçilerinin hükümetten bir şeyler istediği ama alamadığı biliniyor da tüm bu patırtı nereden çıkıyor pek anlaşılmıyor.

Biliyorsunuz her şeyi “babalar gibi” satan bir iktidar dönemi yaşıyoruz. Bu cümleden olarak TEKEL’in de neyi var, neyi yok pazara sürüldü. Ancak 10 bin 877 işçi bu satışların kapsamı dışında kalmıştı.

Hükümet bu işçileri de, daha önce başka kurumlardan kalan 17 bin 436 işçi için oluşturduğu “4/C” grubuna almak isteyince kıyamet koptu.

Çünkü “4/C”ye geçmek isteyenin kıdem tazminatı dahil tüm tazminat haklarını alıp, geçmişini -deyim yerindeyse- “sıfırlaması” koşulu vardı.

Keza yeni koşullar, “yeni ücret” anlamına geliyordu.

Yazının Devamını Oku

Maksat ne?

9 Ocak 2010
LONDRA’dan Türkiye’yi iyi izleyen bir okuyucumuz gönderdiği e-mail’de özetle, “Neler oluyor? Anlayamıyorum. Şimdi de Silahlı Kuvvetler’e karşı bir polis ordusu mu kurulmak isteniyor?” sorusunu yöneltince, “Böyle bir şeyi düşünmenin bile abes olduğunu” söylemekle hata mı etmişiz diye, Tanrı biliyor, kendimizi sorguluyoruz.

Dün de yazdık. Yazdık ama vakit baskısı yüzünden erişemediğimiz bazı belge ve bilgilere ulaşınca gördük ki halen TBMM İçişleri Komisyonu’nda bulunan ve Emniyet Genel Müdürlüğü ile Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı’na, “kendileri veya yetkilendirecekleri kişiler tarafından askeri silah ithal etme” yetkisi veren tasarı konusunda iktidarın resmi ağızları tarafından “doğru” bilgi verilmiyor.

Örneğin tasarının “Avrupa Birliği (AB) mevzuatı ile bizimki arasında uyum sağlama amacıyla” getirildiği kocaman bir -hadi yalan demeyelim- kandırmaca!

Tasarı gerekçesine inanırsanız AB’nin 91/477/AET No’lu Yönergesi (Directive) gereğince, “silahlarla ilgili mevzuatımızı 2013 yılına kadar” değiştirmemiz gerekirmiş.

Bir defa Yönerge’deki o tarih 2013’ün ilk günü değil 2014’ün son günü... Yani yönergenin istediği düzenlemeleri 2014’ün sonuna kadar bitirmemiz ve bu kapsama giren silahlarla ilgili tüm bilgileri “bilgisayarlı veri ortamına aktarmamız” gerekiyor. Hepsi bu!

Nitekim Yönerge’de, Emniyet yahut MİT kendi başına askeri silah ithal eder mi, etmez mi sorularını ilgilendiren bir tek harf bile yok. Orada sadece, “Kimlere hangi koşullarda ne gibi silahları edinme veya taşıma yetkisi verileceğini her ülke kendi mevzuatıyla düzenler” deniyor. Zaten “Yönerge”nin öyle katı sayılacak bir hükmü de yok.

Yani “Onlar istiyor, biz de mecburen yapıyoruz” havası verilmesi dürüstlük değil.

Doğrusunu isterseniz “ithal izni”nin kendisinden çok, tartışmanın “bam teli” olan husus insanın zihnini kurcalıyor. Çünkü baktık, Emniyet Genel Müdürlüğü ile MİT’e, bundan önceki yıllarda da bu tip silah getirtme olanağı tanınmış ama bu, -1994 yılında Ertaç Tınar adında birinin Hospro isimli “tabela firması” eliyle İsrail’den getirtilen ve 50 milyon dolar ödendiği ileri sürülen, sonra da önemli bir kısmı kaybolan silahlar hariç, hep Makine Kimya Endüstrisi Kurumu tarafından gerçekleştirilmiş. Gelen silahlar da Genelkurmay’da kayıt altına alınmış.

Oysa bu defa nedense siyasi iktidar o bilginin Genelkurmay’a verilmesine karşı çıkıyor. İthal iznini de Milli Savunma Bakanı’nın değil Sanayi ve Ticaret Bakanı’nın vermesini öngörüyor.

Yazının Devamını Oku

Neyin ihtiyacı?

8 Ocak 2010
TASARININ gerekçesini okursanız, ortada kimseyi rahatsız edecek bir şey yok. Öyle ya, Avrupa Birliği’nin -işimize gelen- kurallarını “Onlar istiyor” gerekçesiyle alıp, işimize gelmeyenleri yok saymıyor muyuz? Meğer gazetelerde okuduğunuz, “Polisin ve MİT’in ağır silah ithaline izin veriliyor” haberleri onun gereği imiş.

Bu izin, hükümet tarafından Meclis’e gönderilen ve halen TBMM İçişleri Komisyonu’nda görüşülmekte olan “Silah Kanun Tasarısı” aynen geçerse verilecek.

Ve görevi gereği “ağır silah” kullanmaması gereken Emniyet Teşkilatı ile “ağır silah”la ilişkisi ondan da az olması gereken Milli İstihbarat Teşkilatı, eğer isterse yurtdışındaki bir silah yapımcısı firmadan “ağır silah” ithal edebilecek.

Yeter ki İçişleri Bakanı bu talebi uygun bulsun.

Peki ama “ağır silah” kavramı neleri içeriyor?

Daha önce Emniyet teşkilatında bulunan ve sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’ne devredilen “ağır silah” listesine bakarsanız, “havan” topu, RPG-7 tipi roket, “40 Launcher”, “MG 3 makineli tüfeği”, “12,7 makineli tüfeği” gibi silahlar bu gruba giriyormuş.

Ama teknik olarak “ağır silah” kavramının savaş cephesinde kullanılan, tank, top, füze gibi ciddi tahrip gücü olan silahları kapsadığı ifade ediliyor.

Elbet polisin ve Milli İstihbarat Teşkilatı’nın tank, top ithal edebileceğinden söz etmiyoruz. En azından ülkemizdeki çılgınlıkların veya ölçüsüzlüklerin o noktaya kadar ulaşacağını düşünmek bile istemiyoruz.

Ama “Avrupa Birliği Müktesebatı” kılıfıyla getirilen öneride, hangi ülkenin polisinin kendi halkına karşı kullanmak üzere makineli tüfek, RPG roketi, Launcher ve benzeri silah ithal ettiğinin söylenmesi gerekmez mi?

Yazının Devamını Oku

Onlar böyledir

7 Ocak 2010
BABA Prof. Dr. Baskın Oran burada yani kendi ülkesinde “liberal”lik adına, “eşitlik” adına, “kardeşlik” adına önüne gelenle mücadele etsin, kimini kızdırıp kiminin gönlünü kazansın...<br><br>Ötede, yani bir bakıma “Ah Türkiye de öyle olsa” dediği Fransa’da, kızı Sırma Oran’a “ayrımcılık” yapıldığı gazetelere yansıdı.

Bu kadarı her zaman olmaz.

Olmaz dediğimiz resimdeki çelişki... Yoksa Avrupalı dostlarımızın (!?) ikiyüzlülüğü bilinmeyen bir şey değil.

Nitekim “özgürlükçülük” onlardadır, (hoş buna yanlış diyemezsiniz), “ırk, din, dil, cins ayrımcılığına karşıtlık” onlardadır (ona da hayır demeniz mümkün değildir). Onların kulübüne üye olmak isteyen -bizim gibi- ülkelerin uyacakları standartları -haklı olarak- onlar belirler. Tabii ona da karşı çıkamazsınız.

Ama sıra kendilerinin bu standartlara ne kadar uyduğunu irdelemeye gelince, en utanç verici gerçekleri de orada bulursunuz.

Konuya dönmeden önce anımsatalım:

Başta Afrika ülkeleri olmak üzere bir zamanlar hükmettikleri tüm yerlerde, o insanların anasını ağlatan, iliklerine kadar sömürüp bugünkü dünyaya “aç bi-ilaç” devreden sanki onlar değilmiş gibi rahattırlar.

O rahatlıkla herkese yukarıda sözünü ettiğimiz -bizce doğru olan- ilkeleri dayatırlar.

Ve lakin işte Baskın Oran’ın kızının başına gelen gibi bir olayda, maske düşer ve o “ikiyüzlü” kimlik ortaya çıkar.

Yazının Devamını Oku

İşte çözüm...

6 Ocak 2010
NE kadar “artık kabak tadı verdi” desek de Heybeliada’daki “Ruhban Okulu” meselesi bir türlü yakamızı bırakmıyor.

Hoş daha 1986’da, merhum Turgut Özal’la yaptığımız bir Asya gezisi bağlamında, Ganj Nehri üzerinde tekne gezintisi yaparken bu konu karşımıza çıkınca, konuyu kimlerin kaşıdığını anlamıştık.

 “Ganj Nehri nere, Heybeliada nere?” demeyin. Meğer eski ABD Başkanı Jimmy Carter da o sırada oradaki bir başka teknedeymiş. Özal’ın ziyaretini öğrenince “görüşme” talep etmiş.

Nitekim buluştular. Biz gazeteciler sonra öğrendik. Dostça bir tavsiyede bulunmak istediğini söylemiş ve “Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nu açın” demiş.

O gün bugündür bu konu tam bir “baş ağrısı”dır. Sonra ona “Rum Patriğinin Ekümenik’liğini kabul edin” talebi eklendi.

Şimdi “Ekümenik”liği kenara bırakalım. Zaten çok yazdık.


Yazının Devamını Oku