Paylaş
Vaşington ve Tahran’dan gelen beyanlar iki tarafın da topyekün bir savaşa gidebilecek gelişmeleri istemediğine işaret etmekte; hem ABD hem İran’ın diğer tarafın “tırmanmayı” durdurmasını ve “misillemelerden” vazgeçmesini arzu ettiği anlaşılmaktadır. Dikkatler zaten İran’ın Tahran Havaalanından kalkan Ukrayna Havayollarına ait bir yolcu uçağını “hata” sonucu füzeyle düşürdüğünü “nihayet” (olaydan üç gün sonra) kabul etmesi ve Tahran’da yeniden başlayan rejim karşıtı sokak gösterileri üzerine odaklanmış gözükmektedir.
Trump Yönetimi’nin, İran’ın Irak’taki 2 üssüne yönelik düzenlediği son füze saldırılarına askeri yöntemlerle karşılık vermeyeceği anlaşılmaktadır. Vaşington, İran’a yönelik yeni ekonomik yaptırımlar açıklamıştır. ABD’nin yine siyasi ve ekonomik baskı yöntemi ile Tahran’ı “yola getirme” ve İran içinde rejim karşıtı muhalefeti güçlendirme stratejisine geri döndüğü ortaya çıkmaktadır.
Son olaylar Irak’taki ABD üslerine roketli saldırılar düzenlenmesi ile başlamıştır. Bu saldırılarda bir Amerikan vatandaşı hayatını kaybetmiştir. Daha sonra Bağdat’taki ABD Büyükelçiliği önünde (Şii milis gücü) Haşdi Şabi’nin bir kolu olan Ketaib Hizbullah tarafından düzenlenen gösteriler şiddet olaylarına dönüşmüş, bunun üzerine Vaşington Şam’dan Bağdat’a hava yoluyla gelen İran Devrim Muhafızları Kudüs Güçleri Komutanı Kasım Süleymani’yi düzenlediği bir hava saldırısı ile Bağdat Havaalanı yakınlarında öldürmüştür. Süleymani’nin “intikamının alınması” için Tahran, Irak’taki 2 Amerikan üssüne 16 füze atmıştır.
İran kaynaklarınca 2 ABD üssünde 80 Amerikalı askerin öldürüldüğü yönünde verilen haberler daha sonra Amerikan yetkilileri tarafından doğrulanmamış; Başkan Trump ve ABD Savunma Bakanı İran füze saldırılarının üslerde yaptığı zararın küçük olduğunu ve hiçbir insan kaybı yaşanmadığını açıklamışlardır. ABD üslerinde insan kaybı yaşanmamasının Trump Yönetimi’ne tırmanmayı kontrol altına alma için bir fırsat tanıdığı ve Vaşington’un tekrar İran’a karşı ekonomik yaptırımlar stratejisine geri döndüğü ortaya çıkmaktadır.
ABD-İran ilişkilerinde askeri tırmanmanın durdurulmasına rağmen Vaşington-Tahran arasında yaşanan “krizin” kontrol altına alındığını söylemek imkanı bulunmamaktadır. Her şeyden önce Tahran yaşanan son olaylar sırasında artık kendisini İran Nükleer Anlaşması ile bağlı görmediğini açıklamıştır. Bu ABD’den sonra İran’ın da Nükleer Anlaşmadan çekildiği, İran’ın “gizli” nükleer askeri programına tekrar geri dönebileceği anlamına gelmektedir.
Tahran bugüne kadar hep İran nükleer programının nükleer enerjinin barışçı amaçlarla kullanılmasına yönelik olduğunu, İran’ın nükleer silah üretmek amacı taşımadığını iddia etmiştir. Ama Dünya İran’ın askeri nükleer bir güç olmak istediğinden şüphe etmiş, İran’ın nükleer programının önemli bir bölümünü Dünya’dan saklamaya çalışması bu şüpheleri arttırmıştır. Batılı kaynaklara göre İran nükleer silah üretmekten sadece bir ile iki yıl, hatta aylar kadar uzaktır.
ABD’yi İran Nükleer Anlaşmasından çeken Trump, birçok kereler, İran’ın nükleer silah üretmesine izin vermeyeceğini açıklamış bulunmaktadır. İran’ın şimdi Nükleer Anlaşmadan tamamen çekilmesi, uranyum zenginleştirme faaliyetlerine, nükleer silah üretmesini sağlayacak şekilde, devam etmesi ABD-İran ilişkilerinde yaşanabilecek yeni bir tırmanmanın işareti olma riskini taşımaktadır.
ABD ilişkilerindeki sorunların geçmişi, bazılarına göre, 2. Dünya Savaşı’nın bitimine, ABD’nin İran’da İngiltere’nin oynadığı rolü devralmasına kadar gitmektedir. ABD, 1953 yılında CIA tarafından düzenlenen bir darbeyle Başbakan Musaddık’ı devirerek ve İran Şahı’na kayıtsız şartsız bir destek sağlayarak, Şah’ın ülke içinde ve dışardaki aşırılıklarına arka çıkarak 1979 ‘da kopan ABD-İran ilişkilerindeki sorunların temelini oluşturmuştur.
Bazılarına göre ise ABD-İran ilişkilerinde sorunlar 1979’da Şah rejiminin yıkılması, Tahran’da teokratik bir rejim kurulması ve her şeyden önce Tahran rejiminin bilgisi ve desteğiyle, Tahran’daki ABD Büyükelçiliğinin bir grup milis tarafından işgal edilmesiyle başlamıştır. Humeyni rejiminin Tahran’daki ABD Büyükelçiliğinin işgalini planlaması ve 52 Amerikalı diplomatın 444 gün boyunca rehine olarak tutulması ve Amerikalı diplomatlara yapılan uluslararası hukuka tamamen aykırı muamele bugün dahi ABD-İran ilişkilerini “zehirlemeye” devam etmektedir.
Trump Yönetimi, Bağdat Büyükelçiliği önündeki şiddet olaylarından İran’ı sorumlu tuttuğunu açıklamıştır. Irak’ta çok sayıda ABD askeri üssü ve askeri bulunması Bağdat’taki ve Tahran’daki şartları çok farklı kılmaktadır. Nitekim ABD, Büyükelçilik önünde şiddet olayları başlamadan Bağdat Büyükelçiliğini boşaltmış,
ABD diplomatları muhtemelen bir ABD üssüne götürülmüş, böylece risk alınmaması için gerekli tedbirler önceden uygulamaya konulmuştur.
Vaşington’un, bu kez, Bingazi’deki ABD diplomatik misyonunda 2012 yılında meydana gelen olayların ve 4 Amerikalı diplomatın hayatını kaybetmesinin 2016 Başkanlık seçimlerinde Başkan Trump tarafından sıklıkla gündeme getirilmiş olmasını da dikkate alarak, öncelikli olarak harekete geçtiği anlaşılmaktadır. 1979-81 Tahran ve 2012 Bingazi Büyükelçilik olaylarının Başkan Trump’ı, birçokları tarafından aşırı olarak nitelenen bir misillemeye de sevk ettiğini, Trump’ın Kasım Süleymani’nin öldürülmesi emrini vermesinde rol oynadığını düşünmek mümkündür. Hem Tahran hem de Bingazi Büyükelçilik olaylarının ABD iç politikasında oynadığı etkili rol ve 2020 Başkanlık Seçiminin çok çekişmeli geçecek olması bu düşünceye haklılık kazandırmaktadır.
Konunun ilginç bir yönü de Diplomatik Misyon güvenliğinin kazandığı önem ve bu alandaki gelişmelerdir. Irak’ta kısa bir süre içinde Kerbela ve Necef’teki İran Başkonsoloslukları ile Bağdat’taki ABD Büyükelçiliğinde meydan gelen olaylar ve çıkartılan yangınlar dikkatlerin bu konu üzerine de toplanmasına sebep olmuştur. Türkiye gibi yurt dışındaki diplomatik misyonları geçmişte ağır saldırılara uğrayan, birçok diplomatını terörizme kurban veren ve diplomatik güvenlik için önemli masraflar yapan bir ülke için konunun önemi zaten ortadadır.
Son bir iki hafta içinde konuyla ilgili çıktığım bazı televizyon programlarında ve verdiğim konferanslarda diplomatik güvenlik ve 40 yıla yaklaşan diplomatlık meslek hayatım boyunca bu konuda karşılaştığım olaylarla ilgili sorulara muhatap oldum. Esasen geriye baktığımda meslek hayatım boyunca bulunduğum en zor şartlardaki ülke Lübnan’dı. Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta 1982-1983 yıllarında Büyükelçiliğimizde 2 yıl bulundum ve uzun süreler “geçici maslahatgüzar” olarak görev gördüm.
Bu dönemde Lübnan hem yıkıcı bir iç savaşın içindeydi, hem de İsrail’in işgaline uğradı. İsrail, Beyrut’un kuzeylerine kadar Lübnan’ı işgal etti. Yine bu dönemde 1970’li yılların başında Lübnan’a gelen Filistin Kurtuluş Örgütü üst kadrosu ve Filistinli milisler Lübnan’dan ayrılmaya ve Tunus’a gitmeye zorlandılar. Başkent Beyrut bu yıllarda Müslüman ve Hıristiyanların kontrolündeki iki bölgeye ayrılmıştı. Suriye Lübnan’ın birçok bölgesini işgali altında tutmaktaydı.
Bu yıllarda güvenlik nedenleriyle birçok ülke Lübnan’daki diplomatik misyonlarını kapattı ve diplomatlarını geri çekti. Türkiye ise Lübnan’ın önemi sebebiyle Beyrut’taki Büyükelçiliğini, ülkede yaşanan çok zor şartlara rağmen, açık tutmaya
karar verdi. Ancak Büyükelçilik binamız İsrail’in Filistin milislerini yoğun olarak bombaladığı Batı Beyrut’un Bin Hassan bölgesinde bulunmaktaydı ve hava bombardımanından yoğun bir şekilde etkilenmekteydi. Sonunda Büyükelçiliğe ve diplomatlarımıza yönelik tehdidin giderek arttığı ve can güvenliğinin kalmadığı sonucuna varılarak, Büyükelçiliğin tahliye edilmesi kararlaştırıldı.
Büyükelçilik binalarının tahliyesi kolay bir süreç değildir. Büyükelçilikler içinde “hassas” ve gizli nitelikte birçok evrak; bulunulan ülke, Ankara ve diğer diplomatik misyonlarla “gizli” yazışmalar, belge ve raporlar bulunmaktadır. Her şeyden önce bunların ve gizli yazışmaları sağlayan makine ve materyalin imha edilmesi gerekmektedir. Her Büyükelçilikte tahliye gerektiğinde yapılacak işleri gösteren bir “güvenlik planı” zaten bulunmakta; tahliyenin bu plana göre yapılması gerekmektedir.
Hassas ve gizli evrakın yakılarak imhası en doğru yoldur. Kağıt kıyma makinesiyle imha edilmeye çalışılan gizli evrakların sonradan onarılabileceği 1979 yılında Tahran’daki ABD Büyükelçiliği işgalinde görülmüştür. Büyükelçiliklerde gizli evraklar dışında, korunmaya yönelik silahlar da bulunmaktadır. Bu bakımdan silahların da tahliye sırasında, daha sonradan istenmeyen kişilerin eline geçmemesi bakımından, taşınması gerekmektedir. Aynı durum Büyükelçiliklerdeki kıymetli eşyalar için de söz konusudur.
1980 yılında Beyrut Büyükelçiliğimizin tahliyesi sırasında bütün bu hususlara dikkat edilmiş; Büyükelçilikten tahliye tam zamanında ve can kaybına yol açmayacak şekilde gerçekleştirilmiştir. İlk önce Büyükelçilik binalarının korunması için bırakılan personel de daha sonra çekilmiş ve Büyükelçiliğin boşaltılması can kaybı yaşanmadan tamamlanabilmiştir.
Savaş koşullarında bulunan Beyrut’ta Büyükelçilik tahliye edildikten sonra şehrin daha güvenli sayılabilecek başka bir bölgesine (Batı Beyrut’tan Cünye’ye) geçerek, bir müddet bir otelden hizmet vermeye çalıştık. Daha sonra Lübnan Cumhurbaşkanlığının da bulunduğu Baabda semtinde bir bina kiralayarak Büyükelçiliği buraya taşıdık.
O dönemde Lübnan’da Büyükelçiliğin fiziki güvenliğinin sağlanması Lübnan’da yerleşik, Türkiye menfaatlerini hedef alan terör örgütlerinin varlığı nedeniyle çok kolay bir iş de değildi. Savaş yaşayan Lübnan o dönemler, PKK dahil bir çok terör örgütünün de varlığı ve faaliyetleri sebebiyle, Türk vatandaşları ve özellikle diplomatları için daha da tehlikeli bir ülkeydi. Türkiye menfaatlerini hedef alan Ermeni terör örgütleri de o dönemde Lübnan’da çok faal bir durumdaydı.
Nitekim Batı Beyrut’taki Büyükelçiliğimiz yerleşkesini tahliye etmemizin hemen arkasından büyük bir bahçe içindeki 2 binamıza 3 roket isabet etti ve Büyükelçilikte geniş bir hasar meydana geldi. Daha sonra binalara terör örgütü mensuplarının girdiğini de tespit ettik. Ancak Büyükelçilikteki bütün evraklar imha edildiğinden ve kıymetli eşyalar taşındığından teröristler binalarda bir şey bulamadılar.
Beyrut’ta görev gördüğüm dönemde güvenlikle ilgili bir tehlikeyi de, bu kez yeni taşındığımız Büyükelçilik yerleşkesinde, 29 Ekim 1983 günü, Ermeni teröristlerin Büyükelçiliğe saldırması ve işgal etme girişimi sırasında yaşadım. Lübnan’daki ağır savaş şartları çerçevesinde Büyükelçilikte yapılan milli gün (29 Ekim Cumhuriyet Bayramı) kutlaması resepsiyonunu iptal etmek zorunda kalmış, onun yerine aynı gün sabahı milli günümüzü, Büyükelçiliğe gelebilecek olan çok az sayıdaki vatandaşımızla birlikte, küçük bir törenle kutlama kararı almıştık.
29 Ekimde bu kutlamadan kısa bir süre önce ASALA’ya bağlı teröristler Büyükelçiliğimize bir saldırı düzenleyerek, Büyükelçiliği ele geçirmek istediler. Bu saldırı ve işgal girişimi Büyükelçilikte bulunan güvenlik personelimizin zamanında karşılık vermesi ve Büyükelçiliğe atılan el bombalarının bazılarının patlamaması sonucu başarısızlığa uğradı; Ermeni teröristler Büyükelçilik yerleşkesine giremedi ve Büyükelçiliği işgal ederek, bizi rehine alamadı.
Böylece Türkiye’ye yönelik potansiyel bir kriz atlatılmıştı. Beyrut Büyükelçiliğimize Ermeni teröristler tarafından yapılan bu saldırıyı, iç savaşı izlemek için tesadüfen Lübnan’da bulunan bir muhabir, 30 Ekim 1983 tarihli Hürriyet gazetesinde “ASALA bu kez kayaya çarptı” başlığıyla ilk sayfadan ana haber olarak verdi. Aynı yıl Beyrut’taki ABD Büyükelçiliğine yapılan ve çok sayıda insanın hayatını kaybettiği arabalı bomba saldırısı ise bir dönüm noktası oldu ve sonraki yıllarda diplomatik misyonların güvenliği sorunu daha da büyüdü. Birçok ülke bu konuda daha da yoğun tedbirler almak ve diplomatik misyonlarını adeta bir kaleye döndürmek zorunda kaldılar.
Paylaş