Paylaş
Suudi Arabistan yönetiminin Kaşıkçı’nın öldürülmesiyle ilgili olarak yürüttüğü dava sonuçlandı ve verilen cezalar açıklandı. Basında yer alan bilgilere göre mahkeme yargılanan 11 kişiden 5 kişiye idam cezası verdi, 3 kişi de 24 yıl hapis cezasına çarptırıldılar. 3 kişinin ise suçsuz bulunduğu ve beraat ettiği anlaşılıyor.
Riyad’ın bu şekilde Kaşıkçı cinayetini kapatmak ve 2020’ye artık Kaşıkçı “olayını” geride bırakarak girmek istediği anlaşılıyor. Riyad’ın Kaşıkçı cinayetinin Suudi Arabistan için doğurduğu olumsuz “sonuçları” gördüğü ve kendisi için önemli bir yıl olacak 2020’ye bu olumsuzlukları geride bırakarak girmesi gerektiği değerlendirmesini yaptığı izleniyor.
Amaç bu ise Riyad’ın çok başarılı olduğunu söylemek imkanı olmadığı ortaya çıkıyor. Her şeyden önce cinayete ismi karışan önemli isimlerden hiçbirinin ceza almamasının mahkeme sonuçlarına zaten büyük bir gölge düşürdüğüne işaret ediliyor. Bu isimler arasında Kaşıkçı cinayetini yöneten kişi olarak bilinen ve Veliaht Prens Muhammed Salman’a yakınlığıyla tanınan (Kraliyet Danışmanı) Suud el-Kahtani de bulunuyor.
Cinayetle yakın ilgisi olduğu iddia edilen Suudi Arabistan istihbarat örgütünün üst düzey yetkilisi (Başkan Yardımcısı) Ahmed Aşiri’nin “kanıt yetersizliğinden” ceza almamasının, cinayetin işlendiği sırada İstanbul Başkonsolosu olan Muhammed el Uteybi’nin de mahkeme sürecinin dışında bırakılmasının dikkat çektiği belirtiliyor. Başkonsolos Uteybi’nin cinayetten sonra, Kaşıkçı’nın Başkonsolosluğa gelmediğini “ispat etmek” için, yabancı basına Başkonsolosluğu “dolapları açarak gezdirmesini”, gösteren videolar hala hatırlarda.
Suudi Arabistan’ın mahkeme sonuçlarını açıklamasına, başta Türkiye olmak üzere, gelen tepkiler de olumlu değil. Türkiye’nin mahkeme sonucunun “beklentileri karşılamaktan uzak olduğu” görüşünde olduğu; Ankara’nın mahkeme süreci sonucunda Kaşıkçı’nın “bedenine ne olduğunun, cinayetin azmettiricilerinin ve varsa yerel işbirlikçilerinin tespitinin” yapılamamasından rahatsız olduğu anlaşılıyor. Ankara, bu durumu adaletin tecellisi ve hesap verilebilirlik ilkesinin uygulanması bakımından eksiklik olarak değerlendiriyor.
Avrupa Birliğinin Kaşıkçı Mahkemesi sonuçları konusunda yaptığı açıklama da Riyad’ı öyle pek rahatlatıcı bir yönde değil. Birleşmiş Milletlerin (BM Özel
Raportörü Agnes Callamard’ın) de Suudi Arabistan’da gizli yürütülen mahkeme sonuçlarını eleştiren tutuma katıldığı izleniyor. Esasen bakıldığında Kaşıkçı cinayetinin dikkatleri hem Suudi Arabistan’daki iç duruma hem de Riyad’ın Yemen politikasına toplanmasına sebep olduğunu söylemek mümkün. Bu bağlamda 2019 yılının Riyad için hiç de “rahat” geçmediğini söylemek gerekiyor.
Kaşıkçı olayının olumsuz etkilerinin izleri Veliaht Prens Muhammed Salman’ın 2019 yılında ülke dışına gerçekleştirdiği ziyaretlerde bile görülüyor. Prens Salman’ın bir kaç bölge (Hindistan ve Çin) ve Arap ülkesi dışında 2019’da ziyaret ettiği Batı kampı içindeki tek ülkenin Japonya olması, bu ziyaretin de ikili değil, G-20 Osaka Zirvesi çerçevesinde yapılması dikkat çekiyor.
ABD ve Avrupa’ya yaptığı “renkli” ziyaretlerle tanınan Prens Salman’ın Kaşıkçı cinayetinden sonra hiçbir Batı ülkesine ikili bir ziyaret gerçekleştirmemesi gerçekten ilginçtir. Bunun sebebinin, Kaşıkçı cinayetinin kendi kamuoylarında yarattığı olumsuz havanın bir tepkiye dönüşmesinden çekinen, Batı ülkeleri yönetimlerinin Prens Salman’ı ülkelerine davet etme konusunda fazla istekli davranmamaları olduğunu düşünmek mümkündür.
Bu durumun ne kadar süreceğini ve Batı’nın Riyad yönetimine ve Suudi Arabistan’ı fiilen yöneten Veliaht Prens Salman’a karşı ne kadar “soğuk” kalabileceklerini kestirmek oldukça zordur. Ancak, Batı ülkelerinin menfaatleri gerektirdiğinde, savundukları iddiasında bulundukları “ilkelerden” kolaylıkla vazgeçtikleri düşünüldüğünde, Batı’nın Suudi Arabistan’a bu soğukluğunun çok da devam etmeyeceğini tahmin edenlerin sayısı oldukça fazladır.
Bütün sorunlarına ve “genç” Veliaht Prens’in yaptığı hatalara rağmen Suudi Arabistan’ın önemli bir ülke olduğu açıktır. Suudi Arabistan oldukça küçük olan (30 milyon civarında) nüfusuna karşılık Dünya’daki en büyük petrol üreticisi 3 ülke arasında yer almaktadır. Dünya petrol rezervlerinin % 20 kadarı Suudi Arabistan’dadır. Suudi Arabistan’ın 2018 yılındaki petrol ihracatının 180 milyar doları açtığı bilinmektedir. Karşılaştığı bütün ekonomik sorunlara karşılık Riyad Yönetimi petrol satışından gelen büyük bir mali kaynağı kontrol etmektedir.
Suudi Arabistan’ın Dünya’daki en büyük silah alıcısı durumunda olması birçok ülkenin “iştahını” kabartmakta, Suudi Arabistan’a silah satışı ülkeler arasında sıklıkla “rekabete” sebep olmaktadır. Başkan Trump sıklıkla ABD’nin Riyad’a silah satışlarını gündeme getirmektedir. Başkan Trump’ın iktidara geldikten sonra ilk ülke dışı ziyaretini Suudi Arabistan’a yapması bu çerçevede nedensiz değildir.
Basında Suudi Arabistan’ın 2018 yılında silah ithalatına harcadığı paranın 67,6 milyar dolar olduğu bildirilmektedir.
Bu durum karşısında Batı’nın Suudi Arabistan’a olan ilgisinin “devam” edeceğini düşünmek yanlış değildir. 2020 yılı Riyad’a uluslararası “imajını” tamir etmek için bir fırsat da getirmektedir. Suudi Arabistan 2020 yılında G-20 liderliğini Japonya’dan devir alacak, Zirve dahil G-20 toplantıları da Suudi Arabistan’da yapılacaktır. Prens Salman, Suudi Arabistan’ın G-20 Zirvesini 21-22 Kasım tarihlerinde Riyad yakınlarında kurulmakta olan Kral Abdullah Mali Bölgesi’nde yapacağını şimdiden açıklamıştır.
G-20 Zirveleri geleneksel olarak Dünya kamuoyunun ilgisini çekmektedir. Dünya’daki 19 en büyük ekonomiye sahip ülke liderleri ve AB yetkilileri bu Zirveler nedeniyle, o sene G-20 liderliğini yürüten ülke tarafından düzenlenen Zirvede bir araya gelmekte, Dünya’daki ekonomik sorunları görüşmekte, Zirve marjında yapılan ikili temaslar büyük ilgi toplamaktadır. 2020’de Riyad’da Suudi Arabistan tarafından düzenlenecek G-20 Zirvesine uluslararası kamuoyunun ilgisinin çok daha büyük olacağını beklemek gerekmektedir.
G-20 Riyad Zirvesinin diğer ilginç bir yanı da ABD’de 2020 yılında 3 Kasım tarihinde yapılacak ve uluslararası alanda giderek önem kazanan Başkanlık seçiminden hemen sonra toplanacak olmasıdır. Bu seçimleri Trump’ın kazanıp kazanmaması, Vaşington’da Beyaz Saray’ın Cumhuriyetçi Partiden Demokrat Partiye geçip geçmeyeceği, Türkiye’de olduğu kadar bütün Dünya tarafından dikkatle izlenmektedir.
ABD’de Başkanlık seçimleri Kasım ayı başında yapılmasına rağmen, eğer mevcut Başkan seçimleri kaybederse, Beyaz Saray’ın el değiştirmesi Ocak ayı sonuna sarkmaktadır. Bu çerçevede 3 Kasım 2020 seçimini Başkan Trump kaybetse de Riyad’da yapılacak G-20 Zirvesi’nde ABD, Trump Yönetimi tarafından temsil edilecektir. 3 Kasım seçiminde ikinci dönem Başkanlığı kazanması halinde, G-20 Riyad Zirvesi Başkan Trump için ikinci seçim “zaferinden” sonra katılabileceği ilk uluslararası Zirve fırsatını yaratacaktır.
3 Kasım tarihinde ABD’de Başkanlık seçimi dışında Kongre seçimi de yapılacaktır. Bu seçimde Temsilciler Meclisi’nin tamamı Senato’nun ise üçte biri değişecektir. Başkan Trump için Başkanlık seçimini ikinci kez kazanmak kadar Senato’da kendi partisinin çoğunluğu elde tutması ve mümkünse Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu tekrar ele geçirmesi de önem kazanmaktadır. Başkan Trump Kongre’nin iki kanadında çoğunluğun Demokrat Partiye geçmesi halinde,
Başkanlık seçimini kazansa da, ikinci döneminin ne kadar zor geçeceğini, hatta bu dönemi tamamlayamaması ihtimalinin bulunduğunu bilmektedir.
Riyad G-20 Zirvesi diğer önemli bir lider için son Zirve olma anlamını taşımaktadır. Almanya Başbakanı Merkel politikayı 2021 yılında bırakacağını açıklamıştır. Bu nedenle Riyad G-20 Zirvesi’nde dikkatlerin (Başkanlık seçimini kaybeden veya ikinci kez kazanan) Trump kadar (çok uzun bir iktidar süresinden sonra siyasetten ayrılacak) Merkel üzerinde de toplanmasını beklemek mümkündür.
Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin Riyad tarafından içine çekildiği durum nedeniyle G-20 Riyad Zirvesinin Ankara için de bazı kararları gerektireceği açıktır. Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ekseni, İran karşıtı politikaları yanında, son dönemde Ankara ile ilişkileri de olumsuz yönde etkileyen politikaları uygulamaya koymuşlardır. Riyad-Abu Dabi ekseninin Suriye ve Katar politikaları yanında Libya’da izledikleri tutum da, bu ülkelerin Ankara ile ilişkilerini daha da zora sokabilecek şekilde gelişmektedir.
Libya’nın Ankara için Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasının uygulanmasında ön plana çıkması, özellikle Türkiye-BAE ilişkilerinde önümüzdeki dönemde ciddi yeni bir sorun anlamına gelmektedir. Ankara, Libya’da Trablus’taki Milli Uzlaşı (Fayez al-Sarraj) Hükümetini desteklemekte, BAE ise bu Hükümeti devirmeye çalışan General Hafta kuvvetlerine siyasi ve askeri destek sağlamaktadır. Ankara’dan bakıldığında BAE ve Mısır’ın General Haftar’ı Libya’da tek hakim güç haline getirmek için izledikleri tutum giderek rahatsızlık verici bir hal almıştır.
Kaşıkçı cinayetinden sonra Suudi Arabistan’da Kral Salman ile oğlu Veliaht Muhammed Salman arasında görüş ayrılıklarının çıktığı ve Kralın oğlunun yetkilerini kısıtladığı yönünde basına yansıyan haberlerin arkası gelmemiştir. Suudi Arabistan’ın, Arap Dünyası içinde Siyasi İslamın rolünün artmasını ülkesindeki Mutlak Krallık Rejimi için tehlike olarak gören, Veliaht Prens Salman tarafından fiilen yönetilmeye devam edildiği ortaya çıkmaktadır.
Son dönemde Suudi Arabistan ve BAE arasında görüş ayrılıklarının arttığı, Yemen ve İran dahil “önemli” bazı konularda Riyad ile Abu Dabi arasında “farklılıklar” belirdiği yönünde verilen haberlere de rastlanabilmektedir. Hatta Riyad’ın son KİK Zirvesi sırasında Katar’a yeni açılımını Riyad-Abu Dabi ekseninde meydana gelmeye başlayan “farklılaşmaya” bağlayanlar da bulunmaktadır.
Ankara’nın, Suriye’den sonra Libya’nın artan önemini de dikkate alarak Suudi Arabistan-BAE ekseninde meydana gelen gelişmeleri çok yakından izlediğine şüphe bulunmamaktadır. BAE’ni yöneten Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed
Bin Zayed Al Nahyan’ın Libya’ya kadar uzanan sert politikaları karşısında, Suudi Arabistan’ın daha ılımlı ve Türkiye menfaatlerini karşısına almayan politikalara sevk edilebilmesi önem taşımaktadır.
Ankara ile Abu Dabi ve Riyad ekseninde çatışma ortamının 2020 yılında daha da büyümemesi Libya sorununun barışçı yollardan çözümlenmesine bağlı gözükmektedir. BAE, Libya’da General Haftar’ın kazanması için çalışmakta, Türkiye ise Trablus Hükümetinin düşmemesi için harekete geçmiş görünmektedir. Libya sorununa barışçı bir çözüm bulunamaması halinde Libya’da çatışma ortamının hızla büyümesi ve İslam Dünyası içinde bölünmenin daha da ciddi bir boyut kazanması kaçınılmazdır.
Libya’da kalıcı bir ateşkes için Almanya’nın 5+5 formülü (BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ile İtalya, Mısır, BAE, Almanya ve Türkiye) üzerinden 17 Eylül tarihinde başlattığı Berlin Süreci iyi bir imkan tanımaktadır. Berlin Süreci çerçevesinde şimdiye kadar 5 toplantı yapılmıştır. Almanya’nın bu süreci Libya’da farklı taraflarda yer alan Fransa ve İtalya’yı bir araya getirmek amacıyla kullandığı akla gelmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son olarak Tunus’a yaptığı ziyarette Cumhurbaşkanı Kays Said ile yaptığı görüşmelerde masada Libya sorununun olduğu ortaya çıkmakta; Türkiye Berlin Sürecine Tunus, Cezayir ve Katar’ın da katılmasını istemektedir.
Toplantılara BM Libya Özel Temsilcisi Gassan Salame ile AB ve Afrika Birliği temsilcileri de katılmaktadır. Hedef Libya’da çarpışan taraflar arasında ateşkesin sağlanması ve siyasi çözüm sürecine dönülmesidir. Almanya taraflar arasında Libya konusunda yeterli zeminin sağlanması durumunda bir liderler zirvesi düzenlemeyi planlamaktadır. Bu arada Trablus Hükümeti, General Haftar’ın devam eden askeri saldırıları ve Trablus’un düşme tehlikesi karşısında ABD, Cezayir, İtalya, Birleşik Krallık ve Türkiye’den siyasi ve askeri yardım istemiş olup; 2020 yılında dikkatlerimizin Libya üzerinde toplanacağı görülmektedir.
Tüm okuyucularımın yeni yılını en iyi dileklerimle kutluyorum.
Paylaş