Paylaş
ABD’nin İran’a misillemesi gecikmeden hemen geldi; Bağdat Havaalanında düzenlediği roketli saldırıda İran Devrim Muhafızları komutanlarından, ismini daha önce sıklıkla duyduğumuz, Kasım Süleymani’yi ve Haşdi Şabi’nin (Halk Seferberlik Güçleri) önde gelen bazı yetkililerini öldürdü. ABD Savunma Bakanlığı, Kasım Süleymani’nin öldürülmesi yönündeki talimatın doğrudan Başkan Trump’tan geldiğini açıkladı.
Kasım Süleymani, İran ile Irak’taki Tahran’a bağlı Haşdi Şabi grupları arasında bağlantıyı kuran kişi olarak bilinmekteydi. Süleymani’nin İran dışındaki Devrim Muhafızları güçlerini yönettiği, bu kişinin Irak ile Lübnan ve Suriye’deki İran yanlısı milis güçleriyle Tahran arasındaki ilişkilerde kilit rol oynadığı bilinmekteydi.
ABD 2019 yılı içinde (İran devlet yapısı içinde bulunan) İran Devrim Muhafızlarını terörist örgüt olarak ilan ederek Dünya’yı şaşırtmış, İran da buna karşılık Orta Doğu’daki ABD kuvvetlerini terörist olarak kabul ettiğini açıklamıştı. Bu gelişmeden sonra Orta Doğu’da İran ile ABD arasındaki çatışmanın artacağı yönündeki işaretler arka arkaya gelmişti.
Irak ve Suriye’de ABD-İran çatışmasının hızlandığı yönünde olaylar 2019 yılı son aylarında arka arkaya gelmeye başladı. Haşdi Şabi’nin Bağdat’ta ABD Büyükelçiliğine düzenlediği saldırı, arkasından ABD’nin Bağdat Havaalanında Şii Dünyasında ve İran’da çok önemli bir isim olan Kasım Süleymani’yi Haşdi Şabi konvoyuna düzenlediği roketli saldırıda öldürmesi dikkatleri bundan sonra Irak, Suriye ve Lübnan’da neler yaşanacağına çevirmiş bulunuyor.
Kasım Süleymani İran’ın Irak, Suriye ve Lübnan’daki Şii gruplarla ilişkilerini düzenleyen, tüm Orta Doğu’daki İran politikalarının ve Orta Doğu’daki Şii-Sünni mezhepsel bölünmesinin arkasındaki kişi olarak tanınmaktadır. Bu nedenle öldürülmesi çok büyük bir gelişme olarak kabul edilmelidir. Şimdi gözler Tahran’ın Vaşington’a nasıl cevap vereceği üzerine toplanmıştır. 2020 Orta Doğu’ya çok hızlı ve tehlikeli bir şekilde girmiş görünmektedir. İşaretler Türkiye’nin güneyindeki Arap ülkelerinde hızlı gelişmelerin olmasının beklenmesi gerektiğini göstermektedir.
Diğer yandan İran Dini Lideri Hamaney’e yakınlığıyla bilinen Süleymani’nin öldürülmesi olayı, dikkatlerin İran’ın bölge ülkelerinde uzun zamandır yürüttüğü mezhep temelinde bölünmelere dayanan politikalarının da tekrar mercek altına girmesine neden olmuş gibi görünmektedir. İran’ın Lübnan, Suriye, Irak, Yemen ve Bahreyn gibi Arap ülkelerinde mezhepsel sorunları körüklediği, bu ülkelerde mezhep esasına dayanılarak oluşturulan milis güçlerine siyasi ve askeri destek sağladığı, yine mezhep esasına dayanan partilerle ilişki kurduğu suçlamaları gündemde ön sıralara çıkmaktadır.
Tahran, Irak ve Bahreyn gibi ülkelerde çoğunluk yönetimlerini destekler gibi görünürken, Suriye’de farklı bir tutum içerisine girebilmekte, seçimle iş başına gelmemiş totaliter bir rejimi, sadece mezhepsel nedenlerle desteklemekte bir sakınca görmemektedir. Bu durum da kaçınılmaz olarak İran’ın bölgede mezhepsel bölünmeleri kullanarak ve istismar ederek İran’dan Akdeniz’e bir Şii Hilali yaratmak istediği suçlamalarına ağırlık kazandırmaktadır.
Bu çerçevede Tahran’ın Irak, Suriye ve Lübnan üzerinden Akdeniz’e ulaşmak istediği, Arap ülkelerinin içişlerine karışarak bu ülkelerdeki istikrarsızlığı körüklediği düşünülmekte; İran’ın “yayılmacı ve saldırgan” dış politikasının Orta Doğu ve İslam Dünyası içindeki bölünmenin temelinde bulunduğu vurgulanmaktadır. İran’ın Arap Dünyasının içinden geçtiği bu çok zor durumda, bölgedeki kontrol ve etkisini arttırmak amacıyla karışmacı ve bölücü, Arap Dünyasındaki istikrarsızlığı arttırıcı politikalar uyguladığı suçlamaları Tahran’a karşı ABD’nin desteklediği güçlü bir Cephe yaratılmasına neden olmuştur.
İran karşıtı bu Cephenin içinde yer alan bölge ülkelerinin başında Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve İsrail yer almaktadır. Suudi Arabistan ve BAE bir yandan İran’ın Arap ülkelerinde bulunan Şii nüfusu kullanarak bölgede kontrol ve etkisini arttırmasından, diğer yandan Arap Dünyasında esen değişim rüzgarlarından ve Arap Baharının başarısından çekinmektedir. Arap Baharının başarısızlığının ve Orta Doğu’daki çatışma ve bölünmenin temelinde, en az İran’ın mezhepsel politikaları kadar, Riyad ve Abu Dabi’nin Arap Dünyasında değişim ve halkların yönetime katılmasını isteyen akımlara karşı çıkmasının bulunduğuna inananların sayısı oldukça fazladır.
İsrail’in amacı ise Arap ve İslam Dünyasını bölmek, dikkatleri Filistin sorunundan uzaklaştırmaktır. Bölgede meydana gelen gelişmelerin İsrail’i büyük ölçüde memnun ettiğini düşünmek mümkündür. Riyad ve Abu Dabi gibi merkezlerdeki yönetimlerin İran ve bölgedeki değişik istekleri karşısında ABD kadar artık İsrail’i
de “doğal bir müttefik” olarak görmeleri ve kabul etmeleri Arap Dünyasının içinde bulunduğu durumu esasen çok açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Esasen İran ile İran karşıtı bölgesel Cephe (Suudi Arabistan-BAE-İsrail) arasındaki dengenin İran karşıtı ülkeler lehine döndüğü görüntüsünün bir nedeni de Orta Doğu’daki yoğun ABD varlığıdır. Bugün ABD Orta Doğu’ya tamamen yerleşmiş gibi görünmekte, bölgedeki Amerikan siyasi ve askeri varlığı tekrar artış eğilimine girmiş bulunmaktadır.
ABD’nin Dünya’da 150 kadar ülkede irili ufaklı 800 kadar askeri üssü bulunduğu, bu üslerde 170 binin üzerinde Amerikan askerinin görev gördüğü tahmin edilmektedir. ABD için Almanya (Avrupa) ile Japonya ve Güney Kore’de (Uzak Doğu) bulundurduğu askerler büyük önem taşımakta, bu üç ülke ABD’nin asker bulundurduğu ülkeler listesinde en ön sıralarda yer almaktadır.
ABD’nin geniş Orta Doğu coğrafyasındaki asker sayısının da 60 ila 70 bin arasında (ABD’nin ülke dışında bulundurduğu askeri gücün yarısı kadarı) olduğu hesap edilmektedir. Afganistan bu ülkeler grubu içinde en üst sırasındadır. ABD’nin çok sayıda Amerikan askerinin görev gördüğü, Bahreyn’de büyük bir deniz, Katar’da ise hava üssü vardır. Irak’taki Amerikan askerlerinin sayısı yine artış eğilimine girmiş ve 6 bin civarına yükselmiştir. Kuveyt ve Ürdün de Orta Doğu’da ABD’nin çok sayıda asker bulundurduğu ülkeler listesindedir.
Dikkatler şimdi İran’ın Kasım Süleymani’nin öldürülmesine nasıl bir “karşılık” vereceğine çevrilmiştir. ABD ile İran’ın bu karşılıklı “misillemelerle” topyekün bir çatışmanın içine sürüklenme tehlikesi içine girdikleri endişesi yayılmaktadır. İran’ın Orta Doğu’daki ABD askeri üslerine ve diplomatik temsilciliklerine yönelik bir saldırı düzenleyebileceği, Basra Körfezi’ndeki petrol tankeri trafiğini engelleme yönünde girişimlerde bulunabileceği, hatta bölgedeki ABD “ortakları” İsrail, Suudi Arabistan ve BAE’nin bile İran’ın hedefinde olabileceği konuşulmaktadır.
İran’ın misilleme için bölge ülkelerinde (başta Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan olmak üzere) bulunan “yandaş” milis güçlerini kullanmayı tercih edebileceğine işaret edenler de bulunmaktadır. İran’dan gelen beyanlar Kasım Süleymani’nin “intikamının” mutlaka alınacağı, İran’ın “misillemesinin” sert olacağı ve ABD’nin Süleymani’yi öldürerek bölgede bir “savaşı” zaten başlatmış olduğu yönündedir.
Tahran’dan gelen ABD’nin Orta Doğu’daki askeri varlığının sonunun gelmekte olduğu yönündeki beyanlar ilginçtir. Irak Meclisi’nde ABD’nin bu ülkedeki askeri varlığını ele alınmış ve ABD’den tüm askerlerini ülkeden çekmesinin isteyen bir
karar (oy çokluğuyla) kabul edilmiştir. Irak Meclisi’nin bu kararı doğrultusunda Irak’ta bulunan ABD üs ve askeri varlığı hukuki meşruluğunu kaybetmiş olmaktadır. Öte yandan Irak’taki üslerinin lojistik desteği olmadan ABD’nin Suriye’de de asker bulundurması hemen hemen imkansız bir duruma girebilecektir.
Irak’ın ABD’den askerlerini Irak’tan çekmesini resmen istemesi karşısında Vaşington’un ne yapacağı önem kazanmaktadır. ABD’nin Irak’ın bu isteğini dikkate almaması halinde bu ülkede bulunan askerlerinin işgal gücü durumuna düşeceğine işaret edilmekte, ancak ABD’nin Irak’ta “ 1 trilyon dolar” harcadıktan sonra ülkeden kolaylıkla çekileceğine (Irak’ı tamamen İran‘a bırakacağına) ihtimal verilmemektedir.
Orta Doğu’da ABD ile İran arasındaki çatışma uzun bir süreden bu yana devam etmektedir. Şah döneminde bölgedeki en güçlü ABD yanlısı ülke ve Vaşington’un yerel “ortağı” olan İran, 1979 yılında Şah rejiminin yıkılması ve İran’da teokratik bir Şii rejimi kurulmasından sonra, çok kısa bir süre içinde, ABD’nin bölgedeki en büyük “hasımı” ve “düşmanı” haline gelmiştir. ABD ile İran arasında 1980 yılı Nisan ayından beri diplomatik ilişkiler kesik olup, Vaşington-Tahran ilişkileri 30 yıldan beri çok sorunlu bir dönemden geçmektedir.
Başkan Trump’ın 2016 seçimlerini kazanarak iktidara gelmesinden sonra ABD’nin İran’a karşı tutumundaki sertleşme giderek artmıştır. Başkan Trump’ın ABD’ni İran Nükleer Anlaşmasından çekmesi ise ABD-İran çatışmasında önemli bir dönüm noktasıdır. Trump Yönetimi 2018 Nisan ayından sonra İran’a karşı siyasi ve geniş ekonomik yaptırımları tekrar devreye sokmuş, diğer ülkeleri de bu yaptırımları uygulamaları konusunda zorlamaya başlamıştır. Vaşington’un amacının İran’ın petrol ihracatını tamamen durdurmak ve İran’ı parasız bırakmak olduğu anlaşılmaktadır.
Trump Yönetiminin İran Nükleer Anlaşmasından ayrılma ve Tahran’ı siyasi ve ekonomik yaptırımlarla “yola getirme” kararından sonra bölgede tansiyonu arttırıcı arka arkaya gelen birçok gelişme meydana gelmiştir. Bunlar arasında ilk akla gelenler Hürmüz Boğazı’nda petrol tankerlerine yönelik saldırılar, İran’ın bir İngiliz tankerine el koyması, buna karşılık Londra’nın bir İran tankerini Cebelitarık Boğazı’ndan geçerken ele geçirmesi, İran’ın Hürmüz Boğazı’nda bir ABD İnsansız Hava Aracını düşürmesi olaylarıdır.
ABD’nin İran Devrim Muhafızları Gücünü terörist örgüt olarak ilan etmesi, Tahran’ın buna hemen karşılık vererek Orta Doğu’daki tüm ABD kuvvetlerini
terörist örgüt olarak kabul ettiğini açıklaması gerginliği üst düzeye taşımıştır. Geçen yıl Suudi Arabistan petrol tesislerine karşı roket ve İHA’larla düzenlenen saldırılar da bölgede artan tansiyonun ve kötüye gidişin işaretleri olmuştur.
Kasım Süleymani’nin öldürülmesi olayının Irak’ın içinde bulunduğu kötü iç şartlardan, kamu hizmetleri yokluğu ve ülkedeki yolsuzluklardan Bağdat’taki yönetime destek olan İran’ı suçlamaya başlayan Irak Şii toplumunu tekrar birleştireceği ve sonuçta İran’ın işine de yarayabileceğini düşünenler de bulunmaktadır. Irak’taki ABD üslerine yapılan roketli saldırılar, Bağdat’taki ABD Büyükelçiliğine yönelik baskın ve Kasım Süleymani’nin öldürülmesiyle hızlı bir şekilde gelişen olayların Irak’ta istikrarsızlığı arttıracağına, yeni bir Başbakan bulma ve yeni hükümetin kurulması çalışmalarını zorlaştıracağına şüphe yoktur.
ABD için Bağdat’taki Büyükelçiliğine yapılan saldırının düşünüldüğünden çok daha “büyük” bir olay olduğunu da değerlendirmek gerekmektedir. Büyükelçiliğin zamanında boşaltılması Büyükelçilik önündeki olayların daha da büyümesinin engellenmesinde rol oynamıştır. ABD yetkililerinin bu kez risk almayarak, geçmiş “olumsuz” tecrübelerin ışığında, Büyükelçiliği zamanında tahliye ettikleri anlaşılmaktadır.
Olayın ABD-İran ilişkileri ve Irak’ta artık tamamen açığa çıkan ABD-İran rekabeti ilgili bir yönü olduğu, çatışmanın karşılıklı misillemeler ve misilleme tehditleriyle tırmandığı muhakkaktır. Irak’ın Orta Doğu’da şiddetlenen ABD-İran çatışmasının merkezinde yer aldığı izlenmekte; Vaşington ile Tahran arasındaki rekabet ve çatışmanın önümüzdeki dönemde Irak ve tüm bölgede şiddetlenerek artacağı yönündeki işaretler çoğalmaktadır.
Bağdat’tan gelen Büyükelçilik baskınıyla ilgili dramatik fotoğraflar ve videolar akıllara ABD’nin geçmişte Libya’da ve İran’da karşılaştığı benzer olayları getirmektedir. Zaten Bağdat’taki ABD Büyükelçiliğine yapılan saldırı konusuna Dünya’nın bu ölçüde ilgi göstermesinin ve ABD’nin çok sert olduğu konusunda üzerinde oldukça genel bir mutabakat bulunan misillemesinin bir sebebi de, geçmişte Bingazi ve Tahran’da ABD diplomatik misyonlarıyla ilgili olarak yaşanan gerilimli olaylar ve bunların ABD iç politikasına olan yansımalarıdır.
Paylaş