‘‘Bana okuma yazmayı öğretir misin?’’ diye sordum.
‘‘Çocuk Sesi dergisindeki Baytekin'in maceralarını mı okumak istiyorsun?’’
‘‘Hayır, mektup yazmak istiyorum.’’
‘‘Ne mektubu?’’
‘‘Aşk mektubu!..’’
Babam kibar adamdı, aşk mektubunu kime yazacağımı sormadı ve bana okuma yazmayı öğretti. Güzel resim çizdiğim için çizgi hafızam gelişmişti. Bu nedenle harflerin çoğunu zaten tanıyordum. Böylece aşk uğruna yazmayı 15 günde söküttüm. Sonra da oturup Gülten'e bir aşk mektubu döktürdüm. Gülten, fırıncının kızıydı ve iki ev ötemizde otururdu. Bukle bukle sarı saçları, koyu pembe çilleri vardı. Ve de ben yaşlardaydı. Mektubu verirken Gülten'in okuma yazma bilmediğini unutmuştum. Ama ilkokul 4'teki ağabeyi Hasan okumasını biliyordu sanırım. Çünkü beni bakkal Adem'e giderken yolda kıstırıp bir güzel dövmüştü.
Gülten'e olan aşkım biter bitmez hemen Suat'a áşık oldum. Çünkü Suat beceriksizliğimden ötürü yine beni oynatmadıkları için bir pelakuka oyununda,
‘‘Oğuz oynamazsa ben de oynamam!..’’ diye bütün mahalleye posta koymuştu. Gerçi benden biraz büyüktü ama olsun... Aşk yaş-baş dinlemiyor. Suat'a en sevdiğim Tarzan resimlerimi götürüp verdim. Üstelik her resimde Ceyn'in yüzünü silip Suat'a benzeterek yeniden çizdimdi. Tabii Tarzan'ı değiştirmedim. Onun ben olduğunu bir bakışta herkes anlayabilirdi. Suat benden en çok 2-3 yaş büyüktü. Ama Selda abla en az 20 yaş büyüktü. Annemin arkadaşıydı ve ben Selda Abla'ya zurna gibi áşık olmuştum. Güzel keman çalıp resim yapan eczacı amcanın kızıydı. Bana hep güleç bakan güzel gözleri vardı. Bazen annem,
‘‘Selda Abla'na git, onu çaya beklediğimi söyle. Sevdiği keklerden yaptım’’ diye beni Selda Abla'nın evine gönderirdi. Selda Abla, kapıyı açınca ben onun gözlerine dalıp neden geldiğimi, ne diyeceğimi unutur kapının önünde öylece dikilip kalırdım. Selda Abla'nın sorularını salak salak dinler sonra da tek söz etmeden gidip deniz kenarında bir taşa oturur ve gözlerimi yosunlara daldırırdım. Herhalde anneciğim de keklerinin başında bütün gün Selda Abla'yı beklerdi.
(Meraklısına not: Selda Abla'yı çok ama çook uzun yıllar sonra gördüm. Evlenmişti. Yani aşkıma ihanet etmişti. Gerçi, ben de o sırada evli ve çoluk çocuk sahibiydim, ama olsun... İhanet ihanettir!.. Eşi benim hem çok sevdiğim hem de çok saydığım ünlü gazeteci rahmetli Şahap Balcıoğlu ağabeyimizdi. Yani karikatürcü arkadaşım Semih Balcıoğlu'nun ağabeyiydi. Bu nedenlerden ötürü Selda Abla'yı affetmiştim.)
* * *
Ama en büyük aşk çelişkisini Selda Abla'ya áşıkken yaşadım. Çünkü aynı zamanda Hatice Teyze'ye áşıktım. Hatice Teyze de annemin arkadaşıydı. Keyifli, şenlikli, bol kahkahalı bıngıl güzeli bir teyzeydi. Annemin arkadaşları içinde elimi eteğinin altına sokup bacaklarını tutmama bir tek o izin verirdi. O sırada ben annemin öfkeli yüzüyle karşı karşıya gelmemek için gözlerimi kapayıp başımı Hatice Teyze'nin kucağına yaslarken o,
‘‘Ayol dokunmayın çocuğa, 3-4 yaşındaki masumun zamparalığından ne olacak?’’ deyip kahkahayı basardı. Gülerken göğüsleri ne güzel oynardı bir bilseniz!..
Aslında Hatice Teyze'nin romanlarda, filmlerde bile aranmakla bulunmaz bir öyküsü vardı. Eşi Cihat ile iki katlı ahşap bir evde otururlardı. Eşinin kardeşi Cemil de evin alt katında yaşardı ve bekárdı. İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı ve Cihat askere çağırıldı. O zamanlar askerlik 3-4 yıldı. Hatice Teyze, kocasını yıllarca bekledikten sonra Cihat'ın ölüm haberi geldi. Hatice Teyze ve Cemil'in gidecekleri başka evleri yoktu. Namuslu insanlardı. Bir yıl sonra evlendiler ama nikáhtan bir yıl sonra da Cihat askerden döndü. O yılların toz dumanı içinde teskeresi uzamış, kayıtlara da öldü diye geçmişmiş. Tabii onun da gidecek yeri yoktu. Kardeş olan iki adet koca ve bıngıl güzeli Hatice Teyze aynı evde olunca ortalık çalkalandı. Hatta kıyamet koptu... Bir gece Cihat ve Cemil'in gelip kanuni durumlarını avukat olan babama sorduklarını hayal meyal anımsıyorum. Sonra babamın,
‘‘Kanun kolay, önce gidip Hatice Hanım'a sorun’’ dediği ve onların da sorduğu rivayet olundu.
(Bu arada ne yazık ki kimse bana bir şey sormadı.)
Sonra üçü aynı evde mutlu olarak yaşadılar. Mutluluklarını Hatice Teyze'nin kahkahalarından, balıkçı olan iki kardeşin bizim eve ıstakoz veya koccaman lüferler getirdikleri zamanki keyifli hallerinden anlıyordum. Ama ben onlar kadar mutlu değildim. Büyüdüğüm için artık elimi oraya buraya sokmam yasaklanmıştı ve Selda Abla da uzaklara gitmişti.
Türkiye'de aşk ve dayağın mutlaka bir arada olduğunu Erdem'e áşık olunca öğrendim. Erdem'le Kızılay'ın Pendik kampında tanışmıştık. Babam öldüğü için annem öğretmenlik yapıyordu. Ben de 10 yaşlarında filandım. Erdem bir filmde çocuk yıldız olarak oynamıştı. Yüzlerce velet içinde kırıştırmak için beni seçtiğinden ötürü arkadaşlar arasında yılbaşı hindisi misali afur tafur dolaşıyordum. Kırıştırmamız da uzaktan çapkın bakışlar fırlatmak ya da sabah kahvaltısında verilen altı zeytinden dördünü ikram olsun diye birbirimize göndermek şeklinde oluyordu. Hatta, yağ satarım bal satarım oyununda yanyana oturmuştuk ve o benim elimi tutmuştu. Ben de ebenin sırtıma vurduğu düğümlü mendili hissetmemiştim bile...
Sonra yeni devreyle komik ve şirin bir çocuk geldi. Erdem onunla kırıştırmaya başladı. İhanete uğramış bir áşık olarak tam 2 gün yemeden içmeden kesildim. Arkadaşların da ısrarı üzerine önce komik çocuğu dövdüm. Aslında o beni daha çok dövdü ama arkadaşlara çaktırmadım. Sonra da gidip Erdem'e bir tokat attım. Tabii kıyamadım ama arkadaşlar uzaktan görsün diye vurur gibi yaptım. Böylece, hem benim hem arkadaşların gururu kurtulmuştu. Aşka ihanetin bedeli bir kez daha ödenmişti. Ama asıl bedeli, bana annem ödetti. Kızılay kampındaki bu aşk skandalından sonra bir çadırın tepesindeki bayrak sopasını söktü ve beni onunla dövdü. Hem de ne dayaktı!.. Anneler aşktan ne anlarlar zaten!..
* * *
Size ilk aşkımın, elle çizilmiş çikolata kartındaki bir kız çocuğu olduğunu daha önce yazmıştım sanırım. İkinci büyük aşkım da rüyamda gördüğüm bir genç kızdı. Kız uzun boyluydu. Dalgalı siyah saçları, ela gözleri, tombulca olmasına rağmen incecik beli vardı ve ben ona deli gibi áşıktım. O rüyadaki kızı gördüğüm zaman 5-6 yaşlarında filandım. Ama bugün bile size o kızın resmini çizebilirim. Çünkü onu rüyamda sadece bir kez görmemiştim. Delikanlı olana dek rüyalarımda birçok kez karşıma çıkmıştı.
Ama bir gün sahicisini de gördüm. Yeni Sabah gazetesinde çalışıyordum. Bir gün gazetenin ve İstanbul Erkek Lisesi'nin olduğu sokağa sapınca onu yol ortasında buldum. Sokakta bizden başka kimsecikler yoktu. İkimiz de zınk diye durup birbirimize uzun uzun baktık. Bakışından ve gülümsemesinden beni tanıdığını anladım. Orada ne kadar dikildiğimi anımsamıyorum. Sonra birbirimize doğru yürüdük. Yirmi yaşındaydım ve ilk evliliğimi yapalı bir hafta olmuştu. Rüyamdaki kıza doğru yürüdüm ve onu geçip kıçıma bakmadan gazeteye gittim. Gazetenin kapısında,
‘‘Sen korkak ve ödlek itin birisin!..’’ diye homurdanıp hızla geri döndüm ama sokak boştu.
* * *
Konuşmayı, ateşin elimizi yakacağını, kaşıkla yemek yemeyi, okuma-yazmayı minicik yaştan itibaren bize öğretirler. Ama áşık olmayı bize kim öğretiyor? Yoksa áşık mı doğuyoruz? Araba kullanmak gibi herkesin becerebileceği bir işin eğitimi ve ehliyeti vardır. Áşık olmanın ehliyeti, okulu, fakültesi var mı?.. Ailemiz ve devletimiz bunu bize niye öğretmiyor? Askerliğin yaşı 20... Ama aşkın yaşı kaç?.. Taytay durabilen, hálá altına eden ya da yeni konuşmaya başlayan çocukların bile áşık olabildiğinden haberiniz var mı?..
* * *
Geçen gün romatizma ilaçlarımı almış eczaneden dönerken gül goncası gibi genç bir kıza rastladım. Bastonumun üzerinden doğrulup,
‘‘Size bir miktar áşık olabilir miyim?’’ diye sordum. Kız da bana,