Geçen hafta Çapa Üniversite Hastanesi'nde geçirdiğim yıllık izin öykümü gevezeliğimden ötürü bir yazıda bitirememiştim.
Öykümün kalbinizi parça parça edecek ve sizi gözyaşlarına boğacak olan kalan kısmını izninizle bu hafta anlatacağım.
Hastaneye yatışımın ikinci gecesi başhekimlerle aramızda hır çıktı. Başhekim dedimse, sakın ömrünü tıp bilimine ve hastanelere adamış doktorlar aklınıza gelmesin. Ben, hastanelerin gizli başhekimlerinden söz ediyorum. Bunlar hademe adı altında çalışan, hangi politik zorlama ya da hangi hemşehrilik gücüyle hastanelere kapağı attığı pek bilinmeyen en iyi ihtimalle ilkokul mezunu olduğu tahmin edilen köylülerdir. Özellikle geceleri, nöbetçi hekim ve nöbetçi hemşire üç günlük uykusuzlukla o hastadan bu hastaya koşuşturdukları için meydan bunlara kalır. (Yalnız haklarını yemeyeyim, benim katın hademelerini bunların dışında tutuyorum. Onlar efendi çocuklardı.)
Hastaneye yatışımın ikinci gecesi,
‘‘Röntgenciler meydanee toplansıın!..’’ diye bir pehlivan narasıyla yatağımdan zıpladım. Bana da röntgen çekimi yazıldığı için meydane geldim. Bizim katta benim gibi üç-beş hasta daha vardı. Kulakları kafasından büyük, yerden bitme ve az beslenmiş bir hademe bizi önüne katıp asansöre bindirdi. Ben de içimden,
‘‘Demek randevuyla çalışıp hastaları bekletmeden röntgene sırayla alıyorlar. Sonra da hemen yatağına götürüyorlar. Aferin hastanemize!..’’ diye keyifle mırıldanırken, alt kattaki röntgen bölümüne geldik. Amanın, siz deyin otuz, ben diyeyim kırk hasta asker taburu misali sıraya sokulmuş ve dikilip beklemekteler. İçlerinde açık kalp ameliyatı olmuş ana kucağında bebeler, serum torbası elinde hastalar bile var. İkinci bir köylü başhekim de, ‘‘Höst, hüst’’ diye koyunları ağıl kapısına sırayla sokar gibi hastaları itip kakıp röntgen kapısında sıraya sokmaya çalışıyor. Tepem attı.
‘‘Hastaları niye yataklarından üçer üçer değil de toptan alıp burada saatlerce bekletiyorsunuz?’’
‘‘Yok yavv... Yukarı bin kere inip çıkalım mı yani?’’
‘‘Şimdi ne bekliyoruz?’’
‘‘Röntgenci teknisyeni bekliyoruz.’’
‘‘Ne zaman gelecek?’’
‘‘Saat 7'de gelecek.’’
‘‘Şimdi saat kaç?’’
‘‘7 buçuk!..’’
İşte o zaman bende film koptu. Fare kulaklı herifi yakalayıp paralayamadımsa, kabahat gut hastalıklı topallayan sol bacağımdadır.
(Lütfen binbir fedakárlıkla çalışan üniversite ve devlet hastanelerini kötülüyorum sanmayın. Bu kişiler için bütçe bu ve kalite de bu... Ne kaa küfte, o kaa ekmek!..)
Benim kalp sorunumu tel sokup elektrikleyip çözümleyecek olan Prof. Kamil Adalet Hoca'nın düşüp omurunu sakatlamasına çok üzüldüm. Ama ne yapayım, insanoğlu iki yüzlü. Üzülürken bir yandan da sevinçten göbek attım. Hem kalbimin dürtüklenmesinden kurtulmuştum, hem de artık hastaneden tüyebilirdim. Hatta iznimin kalan kısmını Londra pablarında falan geçirebilirdim. Sevincim Prof. Yılmaz Büyükuncu'nun odamı ziyaretiyle sona erdi.
* * *
Sözün bundan sonrasını nasıl anlatıp nasıl yazacağımı bilemiyordum. Çünkü ben, hem erkekliğe yağmur damlası bile değdirmeyen hem de çok mahçup bir yazarım. Ama ne halt edeyim ki, son 10 yıldır bağırsaklarıma zaman zaman söz geçiremez oldum. Ne durdan anlıyorlar, ne çüşten. En olmadık yerde ya da en olmadık durumda sinsi bir sancıyla birlikte dışarıya doğru hücuma kalkıyorlar. Eğer atik-tetik davranabilirsen canını yakın bir kenefe atıp namusunu kurtarabiliyorsun. Tabii pantolonunu da... Yani bedeninin son deliği sıkıştırılması mümkünsüz bozuk bir musluk gibi oluyor. Zaten gelen de su gibi bir şey.
Bir aralar içinde kitaplarımın, çalışma masamın, televizyonun, hatta bağlamanın bulunabileceği büyük bir tuvalet yaptırmayı düşündüm. Sonra salona, mutfağa, yatak odasına birer klozetli tuvalet yaptırmanın daha ucuz olacağına karar verdim. Ama Yılmaz Hoca, bu durumuma kanserin neden olacağından şüphelenince boşuna para harcamaktan vazgeçtim. İçinizde aynı perişanlıktan mustarip olanlar ya da olabilecekler için benden size ihtiyar nasihati:
1. Komik bir durumda asla kahkaha atmayın. Hafif bir tebessüm daha kullanışlı oluyor.
2. Hapşırığınızı veya öksürüğünüzü mutlaka tutun. Burnunuzu mu sıkarsınız, derin nefes mi alırsınız sizin bileceğiniz iş.
3. Sokakta küçük küçük adımlarla yürüyün. Su birikintilerinin üstünden atlayıp zıplamaya kalkmayın. Suyun tam ortasına basıp geçin. Pantolonunuz daha az ıslanmış olur.
4. Ve sakın, düğün dernek yerlerinde halay çekip zeybek filan oynamaya kalkmayın. Hele zeybek oynarken yere diz vurduğunuz durumda heykel gibi kalıverirsiniz. O pozunuzu bozmadan üç kişi sizi tuvalete zor taşır.
5. Pencereden eğilip duyurmak için sokaktaki patatesçiye asla bağırmaya kalkmayın. Çünkü tecrübe konuşuyor!..
* * *
Yılmaz Büyükuncu Hoca bilgili, nazik, güven verici, orta yaşın kırlaşmış saçlarıyla yakışıklı bir hekim. Yani, karşı konulması zor bir adam. Hiçbir şey hissetmeyecekmişim ve çok kısa sürecekmiş. Ama hayati bir şüpheyi içimizden atacakmışız. Neyse uzatmayayım, ucunda minik bir kamera olan çok ince bir tel bedenime girdi. Kameranın gezip gördüğü yerleri de televizyonda belgesel izler gibi izledik. O kameralı tel, ülser şüphesiyle daha önce ağzımdan mideme de girmişti. Ama hiç zoruma gitmemişti. Erkekçe ve kahramanca gıkımı çıkarmadan dayanmıştım. Ama bu kez işlem ters taraftan olmuştu. Erkeklik namusumu kurtaracak son çare, kanser teşhisi olabilirdi. Ama testler sonucu kanser bile olmayı beceremediğim anlaşıldı. ‘‘Var mı bu dünyada erkeklik taslamak hıyar!..’’ dedim kendi kendime.
* * *
Ha unutmadan söyleyeyim, benim bir de çakıl taşı büyüklüğünde safra kesesi taşım varmış. Yılmaz Büyükuncu Hoca beni hazır eline geçirmişken onu da çekip alıverdi. Anamdan, eşimden ve kızkardeşimden anımsıyorum; safra kesesini alırken adamı keserlerdi. Şimdi yeni moda, delip alıyorlar. Daha sağlıklı ve kolaymış. Yani eskiden canınız tek yarıktan acırken şimdi dört delikten acıyor. Bir sokak kavgası sonunda dört yerinden bıçaklanmak gibi bir şey!..
Artık kenefe her koşturduğumda,
‘‘Kes artık şu zevzekliği, bak kanser değilmişsin. Sadece kolitmişsin’’ diyorum. Ama insanın mabadına söz geçirmesi ne mümkün!..
* * *
Şimdi elim delik karnımda, ıhlaya ahlaya masama oturuyorum. 10-15 çeşit ilacımı masamın üstüne diziyorum.
‘‘İçmezsen bak bu ağlar’’ deyip hepsini yutuyorum. Yine inileyerek mutfağa gidip kendime öksüz doyuran cinsten bir kadeh rakı dolduruyorum ve üçüncü sigara paketinin kulağını yırtıyorum.
* * *
Birkaç gündür de udi Şakir'den müzik dersleri almaya başladım. Karnımı acıtmadan hababam şarkı söyleyip duruyorum. Belki de Etiler barlarında bir şarkıcılık işi bulurum ve apartmanın doğalgaz giderini öderim. Böylece o kameralı tel operasyonu da boşa gitmemiş olur.