Kurultayın ikinci günü, pandemi nedeniyle yasak olmasına karşın ekibini salona alan adaylar, delegeleri etkilemek için çeşitli faaliyetlere başladılar. Bu kampanya gece başlayıp pazar günü oylamanın sürdüğü akşam 18.00’e kadar devam etti. Bunlar arasında bir isim, Hakkı Süha Okay, tek bir faaliyette bulunmadı.
Ne fotoğrafının bulunduğu tişörtler bastırdı, ne danışmanları tomar tomar broşür dağıttı. Ortalarda afişi, broşürü görülmeyen nadir isimlerden biri olan Okay, 14. sıradan 762 oyla CHP Parti Meclisi’ne girmeyi başardı. Bir dönem CHP’nin vitrininde olan, soğukkanlı ve aklı başında değerlendirmeleriyle dikkat çeken Okay, uzun süredir sessizlik içinde. Kendisi CHP Parti Meclisi’nde olmasına ve genel başkanın anahtar listesine konulmasına karşın ön plana çıkmıyor. Partide olup bitenler konusunda muhalif bir bakış açısı olduğunu bilmeyen yok. Bakalım yeni yönetim anlayışında yer bulabilecek mi?
Birtakım hesaplarla “Çizildim/çizdirildim” gibi mazeretler üretenler, parti tabanı ve delegede karşılığı olanların listede nasıl yer bulduğunu görmüşlerdir herhalde. Başına gelenlerden başkalarını sorumlu tutanlara mesaj gibi bir örnek bu.
PEKİ PSİKOLOJİK ŞİDDET? YOK SAYILAN AŞAĞILAMA
KADINA yönelik şiddeti, “yüzü gözü şişmiş” kadın fotoğrafları üzerinden tanımladığımızı düşünürsek, yapılan bir araştırma da “psikolojik şiddetin” ne anlama geldiğinin bilinmediğini ortaya koydu. Araştırma gösterdi ki kadınlar bile şiddeti fiziksel zararla tanımlıyor.
Araştırmacılar
Herkesin aslında bildiği gibi, sözleşme genel hükümleri ve çerçeveyi belirliyor. Aslolanın çıkartılan yasalarla, hükümetlerin koyduğu kurallar olmasına rağmen, son yerel seçime denk gelen tarihte, İstanbul’da bir toplantıda start verilen İstanbul Sözleşmesi karşıtlığı, aslında, kadınların güçlenmesi ve seslerini duyurmasından rahatsızlık duyanların itiraz sembolü haline geldi.
KIZLARIMIZIN GELİŞMESİNE KAPI ARALADIK
Ünlü bir AK Partili eski bakanın sözlerini buraya aktararak, hayatın gerçeklerinden örnekler vermeye devam edelim. “Biz kızlarımızın gelişmesine ve değişmesine kapı araladık, ama erkeklerimiz maalesef kızlarımızın gerisinde kaldı” demişti. Acaba bugün yaşanan sancının nedeni bu olabilir mi?
Veriler, günah keçisi ilan edilen İstanbul Sözleşmesi’ne rağmen, hayatımızdaki trajik gerçekleri ortaya koyuyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, CHP Genel Başkan Yardımcısı Gamze Akkuş İlgezdi’nin soru önergesine verdiği yanıta göre, kadına yönelik şiddetle mücadele amacıyla uygulanan Kadın Destek Uygulaması (KADES) mobil aplikasyonunu, kurulduğu 2018 yılından bu yana 453 bin 12 kadın indirdi. Bugüne kadar 30 bin 601 kadın şiddet ihbarında bulundu. Bu yılın ilk yarısında “önleyici tedbir kararlarında” yüzde 59, “koruyucu tedbir kararlarında” yüzde 70’lik artış yaşandı.
İddia edildiği gibi, her şikâyet konusu olan erkek, evden uzaklaştırılmadı. Şiddete maruz kalan kadınların ifadesi kolluk personeli tarafından alındıktan sonra, Aile İçi Şiddet Kayıt Formu doldurularak risk değerlendirilmesi yapıldı. Riskli görülenler işleme alındı. Buna rağmen, korunamayan birçok kadın eşi ve sevgilisi tarafından katledildi.
ALO 183 VERİLERİ
Başka bir veri ise ALO 183 Hattı’ndan geldi. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk, CHP Genel Başkan Yardımcısı Gülizar Biçer Karaca’nın sorularını yanıtladı. İnfaz Yasası’nın ardından kadına yönelik şiddet olaylarının arttığı iddiaları gündem oldu. Bakanlık, yasanın yürürlüğe girmesinin ardından geçen 20 günlük sürede Alo 183 hattına 2 bin 506 başvuru geldiğini açıkladı. 183 hattına en fazla şiddet şikâyeti gelen ilk 5 il ise İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Gaziantep oldu.
Kadına yönelik şiddetteki artışa ilişkin sadece birkaç örneği aldık, buraya. Gerçekler buz gibi yüzümüze çarparken, biz daha neyi tartışıyoruz?
Almanya’daki sosyal medya düzenlemesi, iki yıl süren tartışmalardan sonra yasalaştırılıyor. Oradaki en önemli ölçü, neo-Nazi oluşumlar. Biz de yasanın tüm tartışmaları iki hafta içinde tamamlandı. Almanya’da erişimi engelleme bağımsız yargının görevi. Bizde BTK dahil, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan RTÜK’e kadar birçok kuruluş bunu talep edebiliyor. Yasada bu hükümleri göremezsiniz, zira daha önce çıkarılan internet yasasında bu kurumların zaten var olan yetkileri, son düzenlemeyle sosyal medyayı da kapsayacak şekilde genişletildi. Gözden kaçırılmaması gereken önemli bir ayrıntı bu.
Gelelim sosyal medyada 7/24 süren sanal devriye uygulamasına... Zaten bu yasal düzenlemeden önce İçişleri Bakanlığı tarafından sosyal medyada düzenli bir tarama görevi yapılıyor. Sosyal medya düzenlemesi yasalaşmadan önce CHP İzmir Milletvekili Ednan Arslan, vatandaşların sosyal medya paylaşımlarının takibe alındığını iddialarını Meclis gündemine taşıyarak, “Sosyal medyadan paylaşımı nedeniyle kaç kişi hakkında soruşturma başlatılmış veya gözaltına alınmıştır?” diye sormuştu.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun önergeye yanıt verdiği pek söylenemez. Soylu, özetle “Sosyal medya üzerinden işlenen suçların önlenmesine, suç faillerinin tespitine yönelik 7/24 sanal devriye hizmetleri yürütülmektedir” demekle yetindi.
Şimdi sosyal medyada zaten var olan sanal devriyeye ilişkin verileri, bir de sosyal medya yasasının uygulamalarından sonra görmek gerekir. İkisi arasındaki fark, “Denetim mi, kısıtlama mı?” sorularına da yanıt olacak.
KAPÜŞON TAMAM DA KUPANIN SUÇU NE?
Cezaevlerinde hükümlü ve tutuklulara zaman zaman getirilen sınırlandırmalar, insan hakları açısından tartışma konusu yapılır. Bu yasakların bazılarının mantıklı bir izahı olsa da öyle uygulamalar vardır ki kimsenin ciddi şekilde kafa yormadığı anlaşılır.
Umut Erdem’in bilgisine göre, Kayseri Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’ndan E.M. TBMM Dilekçe Komisyonu’na “Şapka İktisası Hakkında Kanuna aykırı olduğu gerekçesiyle cezaevine kapüşonlu kıyafetlerin alınmadığı” şikâyetinde bulundu. Komisyon, bu şikâyeti ilginç buldu ve gerekçesini Adalet Bakanlığı’na sordu.
İddiaya göre, Kayseri Kapalı 2 No’lu Ceza İnfaz Kurumu’nun aldığı kararla hükümlü ve tutukluların,
Sessiz sedasız dediysem, o kadar da değil. Özellikle İstanbul Sözlemesi’yle ilgili yanlış algının değiştirilmesi için açıktan tavır aldılar. Açıklamalarıyla dikkat çeken AK Partili Canan Kalsın, bu dönem başkan yapılmadı. Bunu da not etmekte yarar var.
Konumuza dönersek, bu komisyon bünyesinde “Kız çocuklarının bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik alanlarına yönlendirilmesi” üzerine araştırma yapmak için çalışma yapıldı. Hazırlanan raporda, geçmişten günümüze önemli buluşlar yapan kadın mühendislere örnekler verildi. Gözler tarihdeki Türk kadın mühendisleri aradı ama nafile.
Umut Erdem’in aktardığına göre, tarihte iz bırakan kadın mühendisler kadar erkek mühendislerin de yer aldığı çalışma, önemli bir dökümana dönüştü. Rapora göre, “Ada Lovelace, Emily Waren, Edith Clarke, Stephanie Kwolek, Katharine Burr Blodgett ve Ellen Ochoa.” Altı kadın, dünya mühendislik tarihini değiştirdi.
Lovelace, 1842’de, Notes adında ilk bilgisayar programı olarak kabul edilen bir algoritma yarattı. Warren, hayatını Brooklyn Köprüsü’nü tamamlamaya adadığı için mühendislik literatüründe özel bir yere sahip.
Clarke, 1918’de Massachusetts Institute of Technology’den elektrik mühendisliği derecesi alan ilk kadın oldu. Kwolek de “çelikten beş kat daha sert sentetik malzemeyi bulan” ve binlerce kişinin hayatını değiştiren kişi oldu. Blodgett, Cambridge Üniversitesi’nden fizik doktorası alan ilk kadın ünvanını kazandı. Ochoa ise “Üç icat olarak bilinen icatların ortak yaratıcısı, dünyadaki ilk İspanyol kadın astronot” olarak yer aldı listede.
Bugün durum daha farklı da olsa, tarihi değiştiren kadın mühendisler arasında Türkler yer alamadı. Kadınların elini kolunu bağlama çabaları olmasa, daha hızlı yol alınacağını bilmeyen yok sanırım.
Şimdi kulislerdeki yeni versiyon iddiaları aktaralım size. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2’nci yıl değerlendirme toplantısında, “Kabinede ve üst düzey bürokraside, yeni isimlere görev vermekten asla çekinmedik. Bundan sonra da reform, icraat ve değişim temelli bir anlayışla yolumuza devam edeceğiz” sözlerini işaret olarak görenler var.
Senaryoyu geliştirip, TBMM’nin bu ay sonuna kadar çalıştırılmasını, “atanacak yeni bakanların yemin etmesinin beklenmesine” bağlayanlar bile oldu. Kulislerde, “Anayasa gereği Cumhurbaşkanı tarafından atanan bakanlar, TBMM’de ant içiyor. Cumhurbaşkanı önümüzdeki hafta listeyi açıklayacak. Aslında Meclis’in bu kadar açık kalmasını gerektirecek bir düzenleme yok. Cumhurbaşkanı, kabine değişikliği planladığı için çalışmalar yemin için uzatıldı” diyenler bulunuyor.
ARKADAŞLARDA NE HAYAL GÜCÜ VAR
Parti yöneticileri ise bu iddialara, “Ya arkadaş, yeni bakanlar yemin edecek olsa Meclis’i bir saatte toplarız. Açık tutmaya ne gerek var? Bizim arkadaşlarda da ne hayal gücü var” diye takılıyorlar. Yani sonuçta, kabine değişikliğinin her türlü versiyonu yazıldı. Hatta Cumhurbaşkanı’nın bayramda Marmaris’e giderek kabine çalışacağını iddia edenler de var. Her iddia, önemli siyaset adamı Erdal İnönü’nün sözlerini akla getiriyor. İnönü, gazetecilerle sohbetinde, “Önce tüm ihtimalleri yazıyorsunuz, sonra da biri çıkınca ‘Ben bildim’ diyorsunuz” diye takılırdı. Bizdeki durum da bu.
AVCILIK ARTIK ÖVÜNÇ KAYNAĞI DEĞİL
COVID-19 pandemisi bir yandan insanlığa büyük acılar yaşatırken, diğer yandan doğa ve çevre açısından dünyayı, yeni bir uyanışa zorluyor. Bunun yansımalarını son günlerde özellikle avcılık alanındaki gelişmelerde gördük. Bu konudaki duyarlılık, gerçekten mutluluk verici. Bunlardan ilki, TBMM Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu’nda yaşandı. Türkiye’de avcılık alanını düzenleyen Merkez Av Komisyonu, doğayı koruyan sivil toplum kuruluşları ve çevreci uzmanların katılımıyla genişletildi. Avcıların yoğun itirazları bu kararı etkilemedi.
Bülent Sarıoğlu’nun bildirdiğine göre, yabancı misyon temsilcilerine Türkiye’de geçmişten beri “ücretsiz avlanma” hakkı tanınarak bir “jest” yapıldığı ortaya çıktı. Bakanlık yetkilileri, “sadece devlet misafirleri için ve mütekabiliyet (karşılıklılık) esasına dayalı” dese de eleştirilerden kurtulamıyorlar. Bu düzenlemenin akıbeti, Meclis Genel Kurulu’nda netleşecek.
AV TURİZMİ YARGIYA
Öldürülen bir göçmen ve 9 ağır yaralı hakkındaki dosya, bu kez Meclis’te açıldı.
Yunan sınır polisine, “kasten öldürme, kasten yaralama ve yaralama sonucu yasal hakların kullanılmasını engellemek” suçlamaları yöneltilirken, fail olarak “meçhul sanık” ifadesi kullanıldı. TBMM Komisyonu, Atina yönetimini mart ayındaki orantısız müdahalelerle 6 uluslararası sözleşme, bir AB şartı ve bir protokolü ihlal etmekle suçladı.
Bülent Sarıoğlu’nun aktardığına göre komisyon, Edirne’deki incelemeleri ve mültecilerle görüşmelerin ardından 143 sayfalık rapor hazırladı. Rapora, mağdur ifadeleri ve cep telefonuyla kaydedilmiş olay yeri görüntüleri de girdi. Meclis raporundaki tespitler şöyle: “Yaşanan yaralanma ve ölüm vakalarının çoğu Yunan askerlerin askeri silahlarla ateş açması sonucu gerçekleşen vakalardır. Ayrıca saçmalı av tüfekleriyle yaralanma vakaları tespit edilmiştir. Geri gönderilen sığınmacıların şortları hariç tüm kıyafetlerinin alındığı veya demir çubuklarla dövüldüğü vakalar tespit edilmiştir. Sığınmacılara atılanların, son kullanma tarihi 1978 olan Amerika menşeili gaz fişekleri olduğu tespit edilmiştir.”
Raporun sonuç bölümü, Türkiye’nin mülteci sorununa ilişkin saptamalar da içeriyor ve şu ilginç değerlendirme yapılıyor:
“Türkiye’nin ev sahipliği yapabilme kapasitesinin artık sonuna gelmesi, İdlib’de ortaya çıkan ve sınırlarımıza dayanan potansiyel göç dalgası, AB’nin ve uluslararası toplumun Türkiye’nin yükünü yeterince paylaşmaması, Türkiye’nin şu anda uyguladığı ‘terk etme hakkını engellememe’ politikasını zorunlu kılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti tarafından alınan ve ‘mücbir sebeplere’ dayanan bu karar, bir zorunluluğun sonucudur.”
Başta Yunanistan olmak üzere, AB ülkelerine duyurulur.
Biz, özellikle normalleşme dönemine vatandaşın bakış açısını ortaya koyan araştırmalara farklı bir gözle baktık. ‘Son beş ay içerisinde yapılan tüm araştırmaları kıyasladığımızda gördük ki; koronavirüse yakalanma korkusunda en ufak bir azalma olmamış’. Yani toplumun yüzde 79-80’i halen bunu en önemli sorun olarak tanımlıyor. Korkuda hiçbir azalma yok, ama acayip bir rahatlama var.
NG Araştırma Şirketi’nin temmuzun ilk haftasını da kapsayan son araştırmasındaki verilerin iyi analiz edilmesi gerekir. Araştırmaya katılan her 5 kişiden 4’ü koronavirüse yakalanmaktan korkuyor. Her 10 kişiden 9’u normalleşme sürecindeki vaka artışının Türkiye için tehdit olduğunu inanıyor. Ayrıca vatandaş artık salgının yıl sonuna kadar devam edeceğini düşünüyor. Araştırmaya göre vatandaş test sayısının az olduğunu da düşünmeye başlamış. İkinci dalganın geleceğine inananların sayısında da en ufak bir gerileme yok.
Ancak, bütün bunlara rağmen, kurullara uyma konusunda ciddi bir gevşeme var. Artık ‘evden hiç çıkmıyorum’ diyenlerin oranı yüzde 5’e düşmüş. Bu rakam pandeminin yoğun olduğu dönemlerde, yüzde 25 civarındaydı. İşyerine gitmek zorunda kalanlara kimse bir şey demiyor, ama normal gündelik hayatına döndüğünü söyleyenlerin oranı hızla artıyor. Yani kimse sadece işe gidip gelmekle kalmıyor.
Koronavirüs korkusuna rağmen sokağa çıkma yasağını savunan kalmamış gibi. Bir tek fark, ‘Kurban Bayramı’nda sokağa çıkma yasağı uygulanmalı’ diyenlerin oranı oldukça yüksek. Araştırmaya katılan her 10 kişiden 7’si Kurban Bayramı süresince genel sokağa çıkma yasağı olması gerektiğini düşünüyor. Yasak olmasa bile ziyaret yapmayacağını söyleyenlerin oranı yüzde 50’ye çıkıyor.
Araştırmanın satır araları bize vatandaşın kafasının karışık olduğunu gösteriyor. “Kontrollü hayat” konusunda kampanyalar yapılarak, bilinçlendirmeye ciddi ihtiyaç var.
AK PARTİ’DE ETİK MESAİSİ
Muhalefetin bunun “milletvekillerinin görüşme ve ziyaretçilerini takip” amacı taşıdığına ilişkin itirazlarına rağmen güvenlik açısından vazgeçilemeyeceğine karar verilen kameralar, sekiz yıl önce yerlerini aldı. Hatta bu kameraların ses kaydı yaptığı iddiası yönetim tarafından reddedildi.
Benzer bir tartışma geçtiğimiz aralık ayında yeniden canlandı. Bu kez, milletvekillerinin zamanlarının büyük bölümünü geçirdiği kulislere takılmasına karar verilen yeni kameralarla ilgili tepkiler yaşandı. Bu kameraların vekillerin oturduğu locaları değil, giriş kapılarını gözetleyeceği ve ses kaydı yapmayacağına dair savunma geldi TBMM yönetiminden. Böylece Meclis’in dört bir yanı kameralı sistemle donatılmış oldu.
Meclis’teki bu yıllanmış tartışmaları yeniden anımsatan olay, geçen hafta TBMM’de internet kullanımına getirilen kısıtlama oldu. TBMM’nin oldukça güçlü olan internet ağındaki yavaşlamadan personelin gündüz saatlerinde izlediği Netflix gibi mecralar sorumlu tutuldu. TBMM yönetimi, içerik üretmeyen bu tür mecralara girilmesini yasakladı.
Tabii doğal olarak muhalefet, yeniden “izlenme, denetleme ve gözetlenme” konusunu gündeme getirdi. Kimin hangi mecradan yararlandığı, hangi internet içeriğini kullandığının TBMM yönetimini tarafından izleniyor olması konu yapıldı. Büyük bir bilgi işlem merkezi olan TBMM’de kimin hangi içeriklere girip çıktığını saptamak pek zor olmasa gerek.
Bütün bunlar üst üste konduğunda, güvenlik için de olsa, sağlıklı internet kullanımı için de olsa, milletvekillerinin tüm faaliyetlerinin son derece transparan olduğu ortaya çıktı. İyi niyetli bakış açısıyla bile bu kadar görünür olmak doğru mudur? Kişisel verilerin korunması, özel hayat ve mahremiyet gibi sık sık kullanılan bu kavramlar, milletvekilleri için geçerli değil mi?