(Bu yazıyı bu sabah değil, akşam yalnız kaldığınızda okuyun mümkünse.)
Hep söylenir. Hiç tam olarak yapılamaz. Şu anda yaşa, şimdiyi düşün denir. Halbuki bir ucu gelecek endişelerine, diğeri geçmiş takıntılarına gerili bir ipte yürümekteyizdir. Öbür türlüsünü bilmeyiz. Üç-dört yaşından itibaren, artık nereyeyse, dalar dalar gideriz. Önümüze yemek konulduğunda, bir soru sorulduğunda ya da illa ki konsantre olmamız gereken bir şey yapıyorsak ‘daldığımız zamandan’ firar eder şu anı ziyaret ederiz. Hiç fazla oturmayız. Geçmiş ve gelecekte yapılacak çok iş vardır zira. Şu an olanlarla ilgilenmeme sebebimiz ne acaba? Acaba şu an yok mu? Belki de yok. Belki de şu an dediğimiz bir yolculuk anı. Hani trenden giderken nasıl yerimizi işaretleyemiyorsak, belki anı da işaretleyemiyoruz. Tamam, o zaman şu an bir nokta değil. Şu an bir yol o halde. Bir köprü. Bir koridor. Bir yürüyen merdiven. Hareket yani akış. Evet akış. Buna emin oldum şimdi. Ve akan tüm şeyler gibi bir şeyleri geride bırakırken bir yere doğru gidiyor. Biz de bu iki şeye, bir ileri bir geri bakıp bakıp duruyoruz. Tamam da bir sorun var. Nasıl ki araba kullanırken, sürekli dikiz aynasına bakarsak kaza kaçınılmaz olursa; sürekli önümüze bakarsak da arkadan gelenlere vakıf olamayız. Demek ki geçmiş ve gelecek arasında gidip gelmek, yolculuğa çok uzak bir fikir değil. Arabada giderken de böyle çünkü. Peki araba benzetmesinden gidersek, şimdi ne? Çalan müzik, elimizi tutan ve başımızı çevirdiğimizde bize sevgiyle bakan birileri, konuşmalar... Pencereden esen rüzgar... mı? Bunlar bana hayal gibi geliyor hep. Ben şu anı donduramıyorum hiç. Varsayıyorum ki, siz de donduramıyorsunuz. Şu an flu. Kabul ediyorsunuz değil mi? Aslında sadece şu anın kutsal olduğunu anlatan bir yazı yazacaktım. Ama şu anı yazıyla bile yakalamadığımı fark ettim. Şu an arabada giderken, pencereden başımızı çıkardığımızda yüzümüze çarpan şey. İçimizden biz süzgeçmişiz gibi geçip giden şey. Adı üstünde, geçiyor. Gidiyor. Oysaki ne kadar isterdim şu an denizin üzerinde, ceviz kabuğu gibi beni avucunun içinde tutan şu ahşap teknenin içinde aldığım nefesleri saymayı... Başımı hafif kuzey batıya kaldırdığımda parıldayan ayın gri güneş lekelerine dikkatle bakmayı... Ayın bir kısmının parlamasının aslında güneş ışığının yansıması olduğunu, bunun nasıl olup da olduğunu uzun uzun düşünmeyi... Suyun kayalara vururken çıkardığı sesler bir dile ait cümlelerse, bu dili kendi dilime çevirmeyi... Ağustos böceklerinin bu dili sırf kulak alışkanlığıyla anlayabilme ihtimaline dair bir masal yazmayı... Saçlarımı bir erkek gibi hafifçe geri atan rüzgara, gözümü kapatıp kendimi bırakmayı... Çok isterdim bir tuval alıp, bir kağıt kalem alıp, bunları yavaşça anlatmayı. Anlatmaya çalışırken anlamayı. Ama hızla geçip gidiyorlar. Benim gibi hiç yerlerinde durmuyorlar. Sonra da bana, muzipçe, “Niye kalmıyorsun?” diye soruyorlar.