Paylaş
Tam bir ofis de değildi.
“Yarı ev yarı ofis olur mu canım” gibi bir yerdi işte.
Neden olmasın? diye sormayı çok seven birisine aşıktım.
Ve o da evi ortadan ikiye bölmüştü.
Dört katı birden üstelik, sanki binayı tepesinden bir plakayla böler gibi bölmüştü.
Ofisten geçip eve giriyordun.
Evin içi yabancılarla doluydu, benim gibi mahremiyetine düşkün biri için çekilir şey değildi.
Yemekleri yapan bir yardımcı vardı evde.
Onunla pek göz göze gelmezdik. Böyle geçti bir iki yıl.
Ön kapıdan ofis, arka kapıdan ev.
Sonra evin ofis kısmı yok oldu. Tamamı ev oldu.
Bir kişi için çok büyük bir ev olmuş oldu.
İki kişi için daha da büyük bir ev.
Biz genişledik biraz oraya sığmak için.
İnsan yaşadığı yerin boyutlarına uyum gösteriyor bir şekilde.
Ben ki bir kedi gibi, şöminenin önündeki bir minderde ömür geçirebilirim, alıştım o upuzun tavanlarına ve kat kat katlarına.
Sonra biri, “Her gün merdiven çıkmak sağlıklı bir şey” dedi.
Alıştım merdivenlerine, arka bahçesinde doğuran kedilerine, yağmur indirince çıtır çıtır müzik yapan cam çatısına.
En çok da yasemin çiçeklerine bakan pencere köşesini sevdim.
Sonra oğluma verdim o en sevdiğim odayı.
Evin kapıları olmadığını söylemedim değil mi?
Kapıları yok bizim evin.
İlk minik bir bavulla gelmiştim.
Sonra bir gece, bavulu toplayıp gitmiştim sonra geri geldiğimde hayat başkaydı artık.
Fırtınası dinmişti evin, günlük güneşlikti sonunda.
Mutfağı sokağa bakardı. Sokaktakiler mutfağa bakardı.
Ben sokaktakilere bakardım. Sonra içeri kaçardım.
“Bu kadar yol üstü ev mi olur” diye söylenirdim.
Ama aslında iyiydi yol üstü olması.
Yoksa her gün o yokuşu yürüyerek inen babam, dede, çat kapı nasıl gelebilirdi?
Sağ olsun kapısı her yarım saatte bir çalardı. Yanlışlıkla çalan da olurdu.
Arkaya bakan duvarlarına sarmaşıklar tırmanmıştı.
Tırmansınlar diye yardım etmiştik ilk başta sonra kendileri çıktılar her katı.
Çatısına çıkarsan boğazı görürdün.
Bir martıyla göz göze gelirdin.
Arka kapısını açarsan bir küçük gizli bahçe seni beklerdi, “şişşt şehrin ortasında saklandığımız yeri kimseye söyleme” derdi.
Oğlumu bir sepetle bütün odaları gezdirip, teker teker anlatmıştım bu bin sekiz yüzlerden kalmış evi.
Eve çocuk gelince tabi daha da şenlendi.
En güzel, en güneşli, en sessiz oda ona tahsis edildi. Bütün renklerin olduğu bir oda.
Bu tavanı devasa, merdivenleri kıvır kıvır, görmüş geçirmiş evimizi bırakma zamanı geldi şimdi.
Hayatı belirleyen artık anılar ve alışkanlıklar değil, beş yaşındaki oğlumuzun okulu, bahçesi, havası, suyu.
Bu ev bir eliyle vapurlara, bir eliyle Nişantaşı’nın en havalı dükkanlarına, bir eliyle Beşiktaş pazarının balıkçılarına uzanırdı istese.
Şimdiki ormana, denize ve göklere uzanıyor. Birbirlerini hiç görmediler ama çok duydular.
Yine de şanslıyım, önünden geçerken yüzünü okşayabilirim ne zaman istersem.
Ve ona teşekkür ederim, kocaman kucağında geçirdiğimiz yıllarımız için.
Paylaş