Cenaze evi, düğün evi: Biri hüznün ve gözyaşının, diğeriyse neşenin, gülen yüzlerin ve mutluluk gözyaşlarının doruğu. Tam da bu sebeple atalar “Ölü evinde ağlamasını, düğün evinde gülmesini bilmeli” demişler. Gelin görün ki Mevlâna Celaleddin-i Rumi’nin 17 Aralık’taki ölüm yıldönümü “Şeb-i Arus”, yani “Düğün Gecesi” adıyla anılagelmiştir. Ölüm ve düğün gibi iki zıt kavramın bir araya gelmesi ne kadar sıradışı değil mi?
KAVUŞMA ZAMANI
Elbette “Şeb-i Arus” sözünün kaynağı, Mevlâna’nın dünyaya ve maneviyata getirdiği şiirsel bakıştır. Mevlâna, öldüğü günü “en sevgili dosta”, yani Yaradan’a kavuşma (vuslat) günü kabul etmiştir. “Ruh vuslattadır, bedense ihtiyaç içindedir” diyen Mevlâna’ya göre ruh, ölümle birlikte dünya kaygısından, nefsin doymak bilmez isteklerinden kurtulmuş olur. İşte bu nedenle ölüm, üzücü bir son değil, yaratıcısının huzuruna dönüp onun hakikatine kavuşma vesilesidir. Ölüm, Allah’tan gelen ruhun, kalıptan kurtulup her şeyin aslı olan Allah’a döndürülmesidir.
İLHAM KAYNAĞI
“
Kimi “Şurada şöyle durmak doğrudur” derken, bir diğeri “Hayır efendim, öyle değil böyle taşınır, burasında durulur,” diye itiraz eder. Bir türlü anlaşamayınca da dini konulardaki bilgisine güvendikleri Nasreddin Hoca’ya danışmaya karar verirler: “Sen söyle Hoca’m, tabutun tam olarak neresinde durmak gerekir?” Hepsini sabırla dinleyen Hoca, hiç beklemedikleri bir yeri işaret eder: “A dostlar, tabutun içinde olmayın da neresinde durursanız durun!”
NEREDE YATIYOR
Anadolu’nun gönül sultanlarından Hoca Nasreddin’i anma sebebine gelirsek... İki gün önce Hürriyet’te okumuşsunuzdur: Sivrihisar Belediyesi (Eskişehir), 2014’te Ulu Cami’nin restorasyonunda bulunan mermer sandukanın, incelemeler sonucunda Nasreddin Hoca’nın mezarına ait olduğunun tespit edildiğini ve yakında sergileneceğini açıkladı.
*
Hoca’nın 1208 yılında Sivrihisar’ın Hortu köyünde doğduğu ve soyundan gelenlerin Sivrihisar’da yaşadığı kabul edilir. Ne var ki Nasreddin Hoca’nın meşhur türbesi yüzyıllardır Konya’nın Akşehir ilçesinde bulunuyor. Tarihi kaynaklar, Hoca’nın eğitim amacıyla Sivrihisar’dan Akşehir’e geldiğini, burada (ayrıca bazı başka yerlerde) uzun yıllar kadı ve müderris (üniversite hocası) olarak görev yaptığını ve yine burada vefat ettiğini söylüyor.
Hepimizin dilinde aynı söz: “Dünya kadar işim var, bir türlü yetişemiyorum, vakit yetmiyor.” Bu yoğun tempo, bazen bedensel, bazen de zihinsel yorgunluğa neden olurken iş stresinden “içimiz daralıyor”.
*
Son yıllarda ağır koşullar ve zamanlama baskısı nedeniyle şehirdeki işini bırakıp küçük beldelere göçenleri daha sık duyar olduk. Ama onlar bile köy/kır hayatının sabahtan akşama kadar yorucu işlerle dolu olduğunu anlatmıyor mu? Bu değişiklik “ruhlarına çok iyi gelse” de, bedenen daha ağır koşullarda çalışıyorlar. Yani ister şehirde ister köyde olsun, her iş mutlaka emek istiyor.
HİÇ ÖLMEYECEK GİBİ
İslam dini, insanlara çalışma–dinlenme dengesini gözetmeyi tavsiye eder: “
Aslında maçların başlama düdüğü çaldığında ev sahibi ülkenin neresi olduğu çok da önemli değil. Çünkü saha ölçüleri ve kurallar her yerde aynı, top daima “yuvarlak”. Tüm spor dallarında olduğu gibi futbolda da esas konu maç sonundaki skor.
*
Katar’daki Dünya Kupası daha ilk maçlardan beklenmedik skorlara sahne oldu. Japonya’nın Almanya’yı yenmesi gibi Suudi Arabistan da turnuvanın en güçlü şampiyonluk adaylarından Arjantin’i 2-1 yendi. Hem de başta yenik duruma düşmesine rağmen.
TAKTİK DİSİPLİN
Suudi Arabistan takımının Fransız teknik direktörü Hervé Renard’ın ifadesiyle buraya “piknik yapmaya” gelmemişlerdi... Yorumcular, onlara bu galibiyeti katı ofsayt taktiğinin getirdiğine dikkat çektiler. Nitekim Arjantin’in tam üç golü, ofsayt nedeniyle geçersiz sayılmıştı. Elbette bu uygulaması zor, riskli bir taktikti. Çünkü bir anlık hata bile yenilen golle sonuçlanabilirdi. Ne var ki taktik disiplinden hiç kopmadıkları için güçlü bir rakibi yenmeyi başardılar.
Ama yaralananlar sadece bu 81 kişi değildi tabii ki. Saldırıda vefat edenlerin yakınları en başta olmak üzere, vicdan sahibi herkesin yüreği yaralandı, içimiz parçalandı.
*
Terör saldırılarının amacı, korku salıp toplumsal kargaşa çıkarmak ve böylece siyasi bir hedefe ilerlemektir. Ama bu eylemlerinin çok tehlikeli bir yanı daha var: Birlikte yaşama isteğimize ve hoşgörü iklimine saldırmak... Unutmayalım ki atılan her kurşun, patlatılan her bomba, “sabrımızı taşırmak” ve nefreti körüklemek amacı güder. Nihai gaye, keskin tartışmalarla ayrışmayı körüklemektir. Terör sürecinin “acıyı nefrete dönüştürerek” varabileceği en son noktaysa iç çatışmadır. Örnekleri tarihte görülmüştür.
TERÖRÜN BÖLDÜĞÜ TOPLUM
Müslümanlık tarihindeki ilk önemli “terör saldırısı”, 6 kişinin ölümü, 13 kişinin yaralanmasıyla sonuçlandı. Mescid-i Nebevi’de namaz vaktinde gerçekleşen bu saldırının asıl hedefi, Hz. Ömer’di. Halifenin şehit edilmesindeki amacın siyasi istikrarsızlık olduğu açıktır. Öte yandan suikastın faili bilinse de onu azmettirenlerin kim olduğu aydınlığa kavuşmamıştır.
Büyük Millet Meclisi, kazanılan zaferin şerefine 19 Eylül 1921 tarihinde Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya “gazi” unvanı verilmesini kararlaştırdı. Paşa, Meclis’e teşekkür ederken kendisine layık görülen “gazi” payesini esasen Türk ordusu adına kabul ettiğini söylüyordu: “Kazanılan bu başarı, yüksek heyetinizin iradesi ile kuvvet bulan ordumuzun... sayesindedir. Bu sebeple ödüllendirilişimizin gerçek muhatabı yine ordumuzdur.”
YA ŞEHİT YA GAZİ
Meclis’in, muzaffer başkomutanına layık gördüğü “gazi” unvanının kaynağı doğrudan İslamiyettir. Dini korumak uğruna savaşanlara verilen “gazi” unvanı ve “gaza” kavramı, özellikle Türkler için tarih boyunca büyük değer taşımıştır. Elbette bu anlayışın temeli, Hz. Peygamber’in şehitlik ve gaziliğin manevi mertebesi hakkındaki sözlerine dayanır. “Ya şehit olurum ya gazi” diyerek savaş giden “Mehmetçik” de lakabını Hz. Muhammed’den (Muhammed–Mehmet) almıştır.
*
Resulullah’ın hayatta olduğu dönemde “gaza”, Müslümanları ekonomik ablukayla ve savaşlarla yok etmeyi hedefleyen Mekkeli müşriklerle ve onların müttefikleriyle mücadele anlamına geliyordu. O gazalara katılan gaziler, sadece kendi hayatlarını kurtarmakla kalmayıp vatanlarındaki putperestliğe de son vermiş oldular.
BULUTLARIN ARDINDA
“Yere inen bulut” olarak da tarif edilen “sis”, İrlanda’dan Japonya’ya varıncaya kadar pek çok inançta sembolik anlamlar taşır: Sis, gözle görülmeyen varlıkların yeryüzüne ziyaretidir. Onunla gelen bazen bir peri veya ürpertici bir varlık, bazen de kutsal bir ruhtur. Ruhlar gibi, sis de elle tutulmaz, tek bir kalıba sokulamaz. Mitolojide öte dünya, bir sis perdesiyle görünen dünyadan ayrılır.
KUTSAL DAĞIN ÖRTÜSÜ
Sis ve buhar, Tevrat’ta yaradılışın asli unsurudur ve yeryüzüne bereket getirir: “Yerden yükselen buhar, bütün toprakları suluyordu (Yaradılış, 2/6).” “Yere inen bulut” yine Tevrat’ta, Hz. Musa’nın Allah’ın hitabına nail olmasıyla görülür: “Musa dağa çıkınca, bulut dağı kapladı. Rabbin görkemi, Sina Dağı’nın üzerine indi. Bulut, dağı altı gün [boyunca] örttü. Yedinci gün Rab, bulutun içinden Musa’ya seslendi (Mısır’dan Çıkış, 24/15-16).”
DÜŞÜNENLER İÇİN
Emevilerin hilafete hâkim olmasını sağlayan Muaviye, rivayete göre “Ben [Müslüman] hükümdarların ilkiyim” diyordu. Elbette “meliklik/krallık/saltanat”, aynı zamanda babadan oğula geçen bir hanedan hâkimiyeti demekti. Oysa o tarihe kadar İslam Devleti, bir krallık gibi değil, bir tür antik cumhuriyet gibi yönetilmişti.
İMPARATOR OĞLU İMPARATOR
Muaviye, oğlu Yezid’i veliaht-halife tayin etmeye kararlıydı. Bu konuda fikrini sorduğu birisi ona şu cevabı vermişti: “Doğruyu söyleyecek olsak senden, yalan söyleyecek olsak Allah’tan korkuyoruz.” Ancak, ilk halifelerin hayattaki oğulları, “doğruyu söylemekten çekinmemiş”, yönetimin “babadan oğula geçmesi” fikrine açıkça karşı çıkmışlardır. Örneğin Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman şöyle demişti: “Hayır!... Ümmet-i Muhammed için istediğiniz şey seçim değil kayserlik (hükümdarlık) kurmaktır; ki bir Heraklius (Bizans imparatoru) ölür, yerine başka bir Heraklius geçer.” Aynı şekilde Hz.Ömer’in oğlu Abdullah; ilaveten Zübeyr b. Avvam’ın oğlu Abdullah ve tabii ki Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin, halifeliğin ‘Bizans usulünde olduğu gibi’ babadan oğula geçmesi fikrine itiraz ettiler.
SULTANLAR DEVRİ
Ne var ki Muaviye’nin kılıcı ve çevresindekilere sunduğu maddi imkânlar, İslamın ilk dönem ideallerine üstün geldi. Muaviye ölürken halifeliği oğlu Yezid’e devretmeyi başardı. Böylece İslam Devleti’nde halifenin/başkanın seçimle belirlenmesi, yalnızca kısa süren bir hatıraya dönüşüyordu. Artık “olgun halifeler” devri kapanmış, “sultanlar” devri başlamıştı. Önce Emevi, ardından Abbasi saltanatı gelecekti...