“Bu kadınlar da kim?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Onlar, ayrıntılı kayıtlarına ulaşabildiğimiz en eski deprem olan 1894 İstanbul Depremi’nde zor durumda kalan kadınlardan sadece birkaçı. İsimlerini, depremzedeler listesinden öğreniyoruz. Aynı listeden, yardıma ihtiyaç duyanların önemli bölümünün kadınlar olduğu anlaşılıyor.
AĞIR YÜK
Deprem felaketi erkek, kadın ayırmaz. Ama tarih boyunca kadınlar, çocuklar ve engelliler depremin yıkıcı etkilerini en ağır şekilde yaşamıştır. Üstelik kadınlar, sadece depremde değil tüm doğal afetlerde, savaşlarda ve göçlerde sıkıntının büyüğünü çeker. Çünkü onlar bir afetzede olmanın yanında annedir, aileyi çekip çevirendir, yaşlılara kol kanat gerendir.
*
10 katlı bir binanın, 10 Şubat 2023’teki hazin durumu... Toza dönmüş beton (?) duvarların ortasında bir kitap göze çarpıyor. Neredeyse hiç zarar görmeden kurtulmuş... Okunmaya hazır gibi öylece duruyor. Başlığı ise manidar: “Türkiye’yi Böyle Gördüm.”OSMANLI’YI ANLATAN MEKTUPLAR
Fotoğraftaki kitap, Türkiye’de 1970’li yıllarda yayınlansa da içeriği çok eskilere aittir. Yaygın olarak bilinen adı, “Türk Mektupları”. 1554–1562 arasında Avusturya İmparatorluğu’nun Osmanlı elçisi olan Ogier Ghiselin de Busbecq’in bir dostuna yazdığı mektuplar, sonradan kitap haline getirilmiştir. Eser, pek çok dile çevrilmiş; Osmanlı toplumunu anlatan önemli bir kaynak olmuştur.
DEPREMİN TANIĞI
Osmanlı’nın en görkemli devrinde, yani Kanuni zamanında bu topraklarda yaşayan Busbecq’in, anlattığı önemli olaylardan biri de depremdir: “Oturduğumuz binanın başımıza yıkılacak derecede şiddetle sallandığını hatırlıyorum. Gece yarısından sonra idi, bir sarsıntı ile uyanmıştım. Kör kandil ışığında masanın üstündeki bardağın devrildiğini gördüm. Tavandan ara sıra taş ve kirişler düşüyordu. Sağlam bulduğum bir yere sığındım... Depremin pek şiddetli olduğunun farkına vardım. Deprem, aynı şiddette olmamakla beraber üç gün kadar devam etti. Bazı yerlerde, daha çok oturduğumuz evde ve Ayasofya çevresinde en sağlam binalarda bile çatlaklar meydana getirmişti.”*
Busbecq kesin tarihini belirtmese de tanıklık ettiği, 10 Mayıs 1556’da gerçekleşen Marmara Denizi Depremi olsa gerek. 7.3 büyüklüğündeki bu afet, başkent İstanbul’u derinden sarsmış, evlerin, şehir surlarının yanı sıra Fatih Camisi’nde önemli tahribata neden olmuştu. (Aynı yıl, 23 Ocak 1556’da Çin’deki Şensi Depremi’nde 830.000 kişinin hayatını kaybettiğini ve bunun insanlık tarihinin bilinen en ölümcül depremi olduğunu da hatırlatalım.)
AŞIRI DUYGULU TÜRKLER
Busbecq’e göre Türkler “Güç şartlara sabır ve tahammülle karşı koyar, gelecek iyi günler için fedakârlık gösterirler.” Onun satırlarında Türklerin Avrupalılara göre duygularını çok açık şekilde dışa vuran insanlar olduğunu okuruz: “Türkler her zaman ya çok aşırı duygulu ya tamamen hissiz davranırlar... Ya çok aşırılığa varırlar yahut da umursamazlığa, kayıtsızlığa... Dost bildiklerine karşı son derece iyi kalpli, merhametli, öfkelendikleri zaman da gayet sert hareket ederler.” Türklerin evleri, gösterişten çok, temel ihtiyaçları karşılamak üzerine inşa edilmiştir. Öyle ki “Şehirlerde yaşayan halk, bulundukları yeri her an terk edecekmiş gibi iğreti şekilde yerleşmişlerdir”.
TANIDIK TASVİRLER
ARAŞTIRMALAR BAŞLIYOR
Antakya/Hatay başta olmak üzere yaşadığımız topraklar, tarih boyunca çok sayıda yıkıcı depreme sahne oldu. Ama bunlar içinde 1894 Depremi’nin farklı bir yeri vardır. Bilim, 1860’lı yıllardan itibaren deprem dalgalarını yeni bir anlayışla yorumlamaya başlamıştı. Dolayısıyla modern bilimler gelişirken yaşanan 1894 depremi, Osmanlı için bir milat oldu. Sultan II. Abdülhamid, afetin etkilerinin bilimsel bakış açısıyla incelenmesini istedi. Bu amaçla İstanbul’a davet edilen Atina Rasathanesi müdürü, bulgularını ayrıntılı bir rapor halinde padişaha sundu. Ardından İtalya’dan deprem ölçümü aletleri, yani sismograflar getirtildi. Ayrıca uzman yetiştirme çalışmaları başlatıldı.
*
Aynı tarihlerde, “Osmanlı Devleti Zelzele Servisi” kurulurken, depremle ilgili bireysel çabalara da rastlamak mümkündür. Örneğin Resul Mesti Efendi isimli bir eğitmen “Siper-i Zelzele” yani “Depremden Korunma” başlıklı bir eğitim kitapçığı hazırlıyordu. Yazar, elindeki kısıtlı bilgiler dahilinde, okuyuculara depremden korunmaya yönelik bazı bina yapım teknikleri öneriyordu. Tüm bunlar, Türkiye’de deprem biliminin gelişimi ve önlem çabalarının başlangıcıydı.
Haberden öğrendiğimize göre kolaylıkla ulaşılan birtakım şirketler, para karşılığı başkası adına “güya” akademik tez veya makale yazıyormuş. Unvanını “hayalet” yazarların “çakma” işleriyle alam bir biliminsanına, hele de hekime nasıl güvenilir ki? Biliminsanları ahlaki/etik değerleri hiçe sayarsa halimiz nicedir?
YENİ YÖNTEM ESKİ SORUN
Aslına bakarsanız, etik kuralları çiğneyen bazı yöntemler yeni olsa da “bilimsel ahlaksızlık” yeni bir olgu değil. Eski devirlerde de kendinden öncekilerin eserlerini kaynak göstermeden alıntılayan, yani “intihal (aşırma)” yapan yazarlara rastlamak mümkündü. Bu kişiler, asıl eser sahibinin adını birkaç kez zikrettikten sonra onun görüşlerini tekrarlayıp dururlardı. Bu tavır özellikle tercüme eserlerde çokça görülmüştür. Bazı eserler, bir dilden diğerine aktarılırken tercümanın eserine dönüşüverirdi. Ayrıca bu durum, ortaya yeni ve özgün eserler konmasına bir engeldi. Tercüme eserle, kral, sultan veya vezir tarafından maddi olarak taltif edilen çevirmen/yazar, adeta görevini yerine getirmiş oluyordu.
ÂLİM KİSVESİ GİYENLER
Gazzâli (ö.1111) kişisel çıkarları için bilimsel ahlakı hiçe sayanları yüksek sesle eleştirmiştir: “Ortalığı alim kisvesine bürünmüş birçok insan kaplamış durumda... Onların her biri geçici dünya malını toplamakla meşguldür.” Üstelik İbn Hazm’a (ö.1064) göre “âlim” unvanını kötüye kullanan kişiler, sadece akli ilimlerde değil, din ilimlerinde dahi görülebilmektedir: “Nice ilimler tahsil etmiş, peygamberlerin kitaplarını ve bilge insanların vasiyetlerini öğrenmiş, nice insanlar tanıdım ki en kötü ahlaklılar bile iç ve dış bozukluğunda onlardan daha kötü olamaz. Üstelik bu tiplerin sayısı hayli fazladır.”
KİMDEN ÖĞRENDİN
“Yüzyıllık gizem çözüldü! İşte büyük Giza Piramitleri’nin bilinmeyen sırrı.” Biliminsanları, ayrıntılı yüzey araştırmaları sayesinde önemli bir bulguya ulaşmışlar: Bugün Nil Nehri’ne yaklaşık 9 kilometre uzaklıktaki Giza Piramitleri, inşa edildikleri dönemde aslında nehrin yanı başındaymış. Nil’in bu kolu zamanla kuruduğu için adeta çöl ortasında kalmışlar. Bu yeni bilgi, piramitlerin yapımında kullanılan tonlarca ağırlıktaki taşların nasıl olup da buraya taşındığına da bir açıklama getiriyor: Taşlar, buraya gemilerle taşınıyordu.
*
Mısır, yaklaşık 1380 yıldır Müslüman coğrafyasının parçası. Hatta İslam medeniyetinin en köklü merkezlerinden. Peki ama kadim medeniyetlerin sırlarını çözmek, neden iki yüz yıldır Batılı arkeologların önceliği? Neden Müslümanlar bu görkemli kalıntılara uzun süre ilgisiz kaldılar? Ve tabii bu ilgisizliğin nedeni din miydi?
DIŞTA KALAN İLGİ
Aslına bakarsanız, Müslümanların Mısır anıtlarına ilgisiz kaldıklarını söylemek yanlış olur. Alimler, seyyahlar, hayret uyandıran “ehramları”, yani piramitleri ziyaret edip incelemişlerdir. Örneğin, İmad el-Katib onları gördüğünde şöyle der: “
Dünyamızın en önemli sorunlarından biri, enerji temini. Yaşanan krizlerin tek nedeni Ukrayna Savaşı değil tabii. Doğal kaynakların hızla azalması, hatta tükenmesi de enerji teminini güçleştiriyor.
*
Elbette enerji deyince aklımıza öncelikle aydınlanma, ısınma, üretim, ulaşım vb. geliyor. Aslında bedenimizin derdi de aynı; yediğinden, içtiğinden, güneşten enerji alabilmek. Ama hepsinin ötesinde, bir de ruhumuzun enerji ihtiyacı var. Gözle göremesek bile gönlümüz, çevresinden “pozitif” enerji almak istiyor.
ARTI/EKSİ
Çoğumuz karşılaştığımız kişilerden “olumlu-olumsuz” elektrik aldığımızı söyleriz. Ancak insanın çevresine yaydığı enerjiyi bilimsel yöntemlerle, bir pilin enerjisini ölçer gibi ölçmek -şimdilik- mümkün değil. Onun için etrafa kimin negatif, kimin pozitif enerji yaydığına sezgilerimizle karar vermek durumundayız... Ve tabii değer yargılarımızla.
SÖZÜN GÜZELİ
Hayata olumlu/pozitif yaklaşımın temelinde öncelikle seçtiğimiz dil yatıyor. Çok basit bir örnek: Bir işle ilgili yorum verirken “Şurası olmamış, beğenmedim” demek yerine, “Elinize sağlık, şöyle yapsak daha da güzel olur” demek. Sonuç aynı, ifade biçimi farklı. Bir diğer yöntem, daima olumlu olasılığı dillendirmek: “Eyvah, çocuk düşecek!” demek yerine “Aman, çocuk düşmesin!” demek gibi. Amaç aynı, çağrı biçimi farklı.
*
Ama bir de “sıradan” günler var tabii. Hani akşam sohbetinde “Günün nasıl geçti?” sorusuna, “Ne olsun işte, her zamanki gibi” dediğimiz günler. Yüzümüzün pek gülmediği, “sıkıcı” bulduğumuz “hep aynı” günlerdir bunlar. Çabucak unuttuğumuz, bizde iz bırakmayan...
GÖRECELİK KANUNU
Gelin görün ki bizim sıradan bulduğumuz o günler, bir başkası için “muhteşem, harika” olabilir. Örneğin, bir üniversite öğrencisinin “iç bayıcı” bir günü, Afganistan’daki bir genç kız için ancak “rüya gibi” bir gündür. Veya masa başında oflaya puflaya çalışan birinin standart mesaisi, savaş hattındaki birinin en doğal özlemidir. Belgesellerde izliyoruz: Afrika’nın pek çok bölgesinde temiz suya kavuşmak, o köyü bir anda bayram yerine çeviriyor. Oysa musluğu açıp bulaşık yıkamak, bırakın kutlama nedenini, pek çoğumuz için sadece zahmettir. Tüm bunlar, uç örnekler tabii...
GÜNDELİK SEVİNÇLER
Medeniyetimizin eriştiği seviye sayesinde, sahip olduğumuz sayısız nimeti zaten olması gereken, standart şeyler diye görüyoruz. Oysa olay bu kadar basit değil. Hastanede makine yardımıyla soluk alabilen biri için temiz havada yürüyebilmek ne büyük bir nimettir. Tek isteğimiz sağlığımıza kavuşmak olduğunda o
Malum... İnsan, doğası gereği karanlığı sevmez. Çünkü bedeni, gün ışığında hareket edip aydınlıkta çalışmaya yatkındır. Çevresini, gittiği yönü, bastığı yeri görüp kendini güvende hissetmek ister. Oysa karanlık, belirsizliklerle ve tehlikelerle doludur.
IŞIK OLSUN
Bu “karanlık sevmezlik” hali, kâinata bakışımızın tam merkezinde yer alır. İnsan algısında “karanlık”, yokluk–hiçlik anlamına gelirken, “ışık ve aydınlık” varlık demektir. Nitekim Tevrat, kâinatın yaratılışını şöyle anlatır: “Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı... Tanrı, ‘ışık olsun’ diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa ‘gündüz’, karanlığa ‘gece’ adını verdi. (Yaratılış, 1).”
DERİN DÜŞÜNME ZAMANI
Kuran’a göre, gündüz-gece döngüsü incelenip üzerinde “derin derin” düşünülmesi gereken bir doğa olayıdır: “