Paylaş
Aslında Rusya ile 22 Mayıs’ta İstanbul’da imzalanacak geniş kapsamlı anlaşmaları da sayabilirdik, ikinci sırada. Ama orada bazı sorunlar tam olarak aşılamadı sanki anlaşma yerine ortak niyet beyanı geldi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Rusya başbakanı Dimitri Medvedev’in görüşmeleri de yapılamadı. Yakında çıkar ortaya nedeni, gizli kalmaz.
İyi haber, Avrupa Birliği (AB) ile bağların kopmamış olmasıdır.
Erdoğan’ın 25 Mayıs’ta Brüksel’deki NATO Zirvesi sırasında hem en üst düzey AB yetkilileri, hem de önceden kesinleşmediği için açıklanmayan şekilde üç etkili Avrupa ülkesinin (Almanya, Fransa, İngiltere) liderleriyle görüşmesinin gerçek anlamı budur.
Avrupalı siyasetçiler Türkiye’yi kaybetmek istemediklerini gösterdiler, Türkiye de bir “can” daha kazandı ilişkilerin düzeltilebilmesi için.
Çünkü Türkiye AB olmazsa ölmez, doğru, bugüne kadar AB üyesi olmadan geldik. Ama geldiğimiz noktada ekonominin katma değer ve istihdam üreten yarısından fazlası AB ülkeleriyle bütünleşmiş durumda. “Ben siyaseten istediğimi yaparım, ticaret etkilenmez” dünyası değil bu dünya, eğer Rusya ve Suudi Arabistan gibi petrolünüz, gazınız yoksa. Ve Türkiye’nin Rusya ile Arap ve Afrika ülkeleriyle zaman zaman Avrasyacılar tarafından yere göğe sığdırılamayan ilişkilerinin ne kadar kırılgan olduğunu, ne kadar ilk hapşırıkta zatürreden yatağa düşürdüğünü yeterince gördük, bugün de görüyoruz.
Ama bir de madalyonun öbür yüzü var ki başlıkta söylediğimiz “ağır sorunlara” işte bu “iyi haber” içinden giriş yapabiliriz.
Erdoğan’ın dönüş yolunda uçakta söyledikleri kadarıyla bile, ne AB yetkilileriyle, ne Avrupalı liderlerle görüşmeleri öyle dikensiz gül bahçesi vaziyetinde olmuş.
AB Konseyi Başkanı Donald Tusk zaten görüşme biter bitmez Twitter hesabında söyledi Türkiye ile ilişkileri geliştirmek istediklerini ama görüşmede ağırlığın insan hakları konularında olduğunu.
İdam cezasının Avrupa sisteminde de modern dünya sisteminde de yeri yok. Kaldırmışken geri getirirseniz bu demokrasinizde gerileme olduğundan başka şekilde algılanmaz.
Sadece o da değil. Yine Erdoğan’ın sözlerinden anlayabiliyoruz ki, Avrupalı liderlerle, özellikle de Alman başbakanı Angela Merkel ile yapılan görüşme hayli elektrikli geçmiş. Tutuklu Türk-Alman gazeteci Deniz Yücel’den Almanya’dan iltica talep eden 15 Temmuz darbe girişimi zanlısı subayların durumuna dek, PKK’lıların dosyalarından Alman parlamenterlerin İncirlik’teki askerlerini ziyaretine dek birbirlerinin yüzüne söylemedikleri kalmamış.
Netice? Avrupalılar 12-aylık bir plan vermişler ilişkilerin düzelmesi için. Cumhurbaşkanı “Aldık, biz de bakacağız” diyor.
Tabii bu planda sadece Türkiye’nin –haklı olarak- talep ettiği göç kontrolü anlaşmasının gereklerinin yerinde getirilerek, masraf paylaşımı, vize kolaylığı ve müzakere faslı açıklaması gibi konular yok; Türkiye’nin atması gereken adımlar da var. Bu adımlar Olağanüstü Hal altında toplu tutuklamalar, toplu işten çıkarmalardan, yargı bağımsızlığı ve basın özgürlüğüne dek uzanıyor.
Yani son zamanlarda Türkiye’nin dış ilişkilerine dair verdiğimiz en iyi haber olan AB ile ilişkilerin kopmamış olması içinde dahi Türkiye’nin bugün içeride ve dışarıda omuzlarında taşıdığı ağır yük gizli.
Peki, 12 ay sonra (2018 ortası diyelim) bu planın işlemediği, işlerin istendiği gibi gelişmediği anlaşılırsa ne olacak? Ankara şu anda onu düşünecek durumda değil pek. Hem gözler AK Parti yönetimindeki, belki kabinedeki değişikliklerde, hem de alınan bir senelik bir nefes payı var, o “takvim” içinde yol alınmaya çalışılacak.
Türkiye’nin AB ile sorunları daha sistemik ve kronik.
ABD ile ise daha akut, daha güncel, daha ateşli seyrediyor.
Düşünün ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 16 Mayıs’ta ABD Başkanı Donald Trump ile görüşmesine dek iki ülke arasında zaten yeterince derin iki sorun vardı. Erdoğan’ın bütün itirazına rağmen Trump’ın da selefi Barack Obama gibi IŞİD’le savaşacak kara gücü olarak PKK’nın Suriye kolu YPG’yi tercih etmesi ve 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında olduğuna inanılan Fethullah Gülen ve teşkilatının ABD’den her şeyi yönetmeye devam etmesi zaten yeterince baş ağrısına yol açıyordu.
Şimdi bir de Cumhurbaşkanı Erdoğan Ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun korumalarının, Washington’da Erdoğan aleyhine sloganlar atan göstericileri zor kullanarak dağıtması meselesi çıktı.
Hem de ne çıkış! Önce ABD Dışişleri Türk Büyükelçisi Serdar Kılıç’ı çağırıp Türk polislerinin Amerikan toprağında Amerikan vatandaşlarını dövmesini, silah kullanılmayan bir gösteriyi zorla dağıtmış olmasını protesto etti. Bugüne kadar her kritik olayda Türkiye’nin yanında yer almış olan kıdemli siyasetçi John McCain inanılmaz bir öfkeyle Türk büyükelçinin sınır dışı edilmesini istedi. Bunu Türk Dışişlerinin Ankara’daki ABD Büyükelçisi John Bass’i çağırıp Çavuşoğlu’nun iki koruma polisinin Amerikan polisi tarafından zorla alıkonulmasını ve yeterli güvenlik önlemi almayarak olaylara sebep olması nedeniyle protestosu izledi.
Gelişmeler 25 Mayıs’ta, Erdoğan ve Trump’ın Brüksel’de NATO ve AB toplantıları yaptığı gün Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İşleri Komitesi Türkiye’yi bu nedenle kınama mesajı yayınladı. Dışişleri Sözcüsü Hüseyin Müftüoğlu bunun kabul edilemez olduğunu anında ve güçlü biçimde yanıtladı. Daha üzücü olanı, Dış İşleri Komitesine bağlı Avrupa, Avrasya ve Gelişen Tehditler Alt Komitesi Başkanı (Trump gibi) Cumhuriyetçi Parti’den Dana Tyrone Rohrabacher Komiteye hitabında Erdoğan’ı bu “faşist saldırıya” şahit olduğu halde durdurmak hiçbir şey yapmamakla suçlayarak bir daha ABD’ye davet edilmemesini söyleyecek kadar tırmandırdı işi. Bir Türk Cumhurbaşkanına bu (ve burada yer vermeyi uygun bulmadığım) sözcüklerle böyle saldırılması daha önce görülmüş bir şey değildi. Üstüne üstlük dün Amerikan medyasında, adeta kampanya şeklinde göstericileri dağıtan Türk korumalar tek tek teşhir edilerek, Türkiye’de yaptıklarını Amerikan topraklarında tekrarlamanın hesabını vermeleri gerektiği yolunda yayınlar yapıldı.
Gelişmelere resmi kayıtlar düzeyinde baktığınızda, Trump Erdoğan’la görüştü ve ilişkiler sorunlara rağmen devam ediyor görünmüyor. Oysa özellikle de Trump’ın (kendi medyası, parlamentosu ve partisi nezdindeki) itibar kaybı göz önüne alındığında resmi görüşme fotoğraflarının Washington’daki resmi havayı yansıttığını söylemek daha da zorlaşıyor.
Aynı konunun AB liderlikleri için de geçerli olduğunu az önce özetledik zaten.
Türkiye’nin çıkarlarının korunması, eşitlikçi ilişkiler korunması, bir laf söylendiğinde cevabının gereğince verilmesi elbette tartışılacak bir konu değildir, öyle olmalıdır.
Ancak 16 Nisan referandumu ardından artık sadece Cumhurbaşkanının yetki ve sorumluluğu altında bulunan dış politikanın kurgulanması ve uygulanmasında yeni bir değerlendirme, yeni bir dokunuş, bir ayar gerekiyor. Buna korumalar hadisesi gibi, (Erdoğan’ın “Artık geride bırakıyoruz” dediği) 16 Nisan öncesi Hollanda’da, Almanya’da yaşananlar gibi krizlere meydan verilmemesi de dahil.
Bunlar belki yurt içinde bazı vatandaşların, siyasetçilerin hamaset duygularını okşuyor olabilir. Ama bu krizler biriktikçe giderek Türkiye’nin sadece dışarıdan görünümüne değil, algılanmasına değil, çıkarlarını temsil eden diplomatik ve ekonomik ilişkilerine de zarar verecek hale gelmemeli.
Paylaş