Ulema, devletin işine geldiği zaman baştacı, gelmezse cellád malıydı
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘türban konusunun ulemaya danışılması gerekir’ şeklinde bir söz edip etmediği konusundaki tartışma hálá devam ederken, ‘din adamları’ demek olan ‘ulema’ kavramı Türkiye’nin gündeminin ilk sırasına yerleşti.
Devlet geleneğimizde bu konuda asırlar boyunca hákim olan ve tavizsiz bir şekilde tatbik edilen kural şuydu: Dinin devleti elde etmesine asla izin verilmemesi... Devlet, dini gruplara bazı zamanlarda siyaset icabı göz kırpıp aşırı müsamaha göstermiş, hattá hepsini seneler boyu kullanmış ama ihtiyacı kalmayınca, hele bu gruplar devlete hákim olmaya kalkışınca hemen o an devreden mutlaka çıkartmış, üstelik kan dökmekten de çekinmemişti. İşte, ulemamızın geçmiş asırlarda başına gelenlerden birkaç örnek...
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın, ‘türban konusunun ulemaya danışılması gerekir’ şeklinde bir söz edip etmediğini günlerden buyana tartışıyoruz ama ‘ulema’ kavramı Türkiye’nin gündeminin şimdi ilk sırasında.
‘Din adamları’ demek olan ‘ulema’ meselesi gündemimizi bundan asırlar önce de defalarca işgal etmiş ama uygulamalar ve tartışmalar bugünkünden çok daha farklı şekillerde olmuştu. Devlet, din bilginlerini işine geldiği zaman kullanmış, ortalıkta olmalarını istemediği yahut ayak bağı gördüğü anlarda da hiç tereddüt etmeden celláda teslim edivermişti.
Türk devlet geleneğinde bu konuda asırlar boyunca hákim olan ve tavizsiz bir şekilde tatbik edilen kural şuydu: Dinin devleti elde etmesine asla izin verilmemesi... Devlet, dini gruplara bazı zamanlarda siyaset icabı göz kırpıp aşırı müsamaha göstermiş, bazen hepsini seneler boyu kullanmış ama ihtiyaç kalmayınca, hele bu gruplar devlete hákim olmaya kalkışınca hemen o an devreden mutlaka çıkartılmışlardı.
Bu sayfada, Türkiye’de son beş asır boyunca zaman zaman devlete hákim olan şeriatı yahut kendilerine mahsus dini kuralları hákim kılmaya çalışan gruplardan sadece birkaçı ve akıbetleri yeralıyor.
Fatih yaktı, Avcı Mehmed sürdü Abdülmecid kışlaya hapsetti
FATİH, DİRİ DİRİ YAKTIRDI:
1340 senesinde doğan ve 54 yaşındayken idam edilen Şihabüddin Fazlullah, İranlı bir tasavvufçuydu. Varlığın temelini harflerin sırrına ve ‘ses’ kavramına dayandıran ‘Hurufilik’ inancı ile Kur’an’ı son derece karmaşık bir sayı sistemine göre yorumlama biçimini o kurdu.
Osmanlı topraklarında 15. yüzyılın ilk yıllarında faaliyet göstermeye başlayan ve zamanın hükümdarı Fatih Sultan Mehmed’in sarayına da giren Hurufiler, devlet işlerine de müdahaleye teşebbüs ettiler. Hurufiler’e önceleri ses çıkartmayan, hattá bu grubu devlet içerisindeki çeşitli güç odaklarına karşı denge vasıtası olarak kullanan Fatih, zamanla desteğini çekince, yüzlerce Hurufi o devrim din alimlerinden Fahreddin-i Acemi’nin fetvasıyla Edirne’de diri diri yakıldı.
BİRİNCİ MUSTAFA LÁĞIMA DÖKTÜ:
1623 yılında tahtta aklından zoru olan Birinci Mustafa, ‘sadaret’ yani başbakanlık makamında da Mere Hüseyin Paşa vardı.
Herşey, sadrazamın emriyle dayak yiyen bir kadı efendinin ulemayı kışkırtmasıyla başladı. O güne kadar sarayda at oynatan, bir dedikleri iki edilmeyen hocalar, Fatih Camii’nde toplandılar ve sayıları birkaç saat içerisinde binleri buldu. Sadrazamın azlini istiyorlardı.
Ulemanın devleti tehdit eder hále geldiğini gören Sadrazam Mere Hüseyin Paşa, camiye asker sevketti. Yeniçeriler, nasihatle dağılmayan hocaların üzerine kılıçlarla üşüştüler, Fatih Camii’nde o gün kan gövdeyi götürdü ve sadece isyan eden ulema değil, namaza gelmiş olan birçok kişi de canından oldu. Ölü sayısının infial yaratmasından endişe eden askerler cesedlerin bir kısmını láğımlara, bir kısmını da camiin etrafında alelácele kazılmış olan kuyulara attılar, bir yolunu bulup kaçabilen hocalardan bazıları da daha sonra yakalanıp idam edildiler.
AVCI MEHMED, DÖRT BİR YANA SÜRDÜ:
17. yüzyılda ortaya çıkan ve Türk tarihinde devlette en uzun süre hákimiyet kuran dini hareket olan Kadızádeliler, isimlerini 1635’te ölen Kadızáde Mehmed Efendi’den almışlardı. ‘Fakılar’ da denilen Kadızadeliler’e göre hayat peygamberin zamanındaki gibi olmalı, bütün sosyal alışkanlıklardan vazgeçilmeli, hattá birden fazla minaresi olan camilerin minareleri bile yıktırılmalıydı.
Kadızádeliler’in İstanbul sarayında güçlenmeye başlamaları üzerine, zamanın hükümdarı Dördüncü Murad yönetimde uyguladığı dayanılmaz baskıyı onlardan aldığı fetvalara dayandırdı, kahvehaneleri kapatıp tütünü yasaklarken hep Mehmed Efendi’nin sözünü dinledi.
Mehmed Efendi’nin ölümünden sonra yerini bir başka Mehmed Efendi, talebesinden Üstüváni Mehmed Efendi aldı ve Kadızádeliler’in saraydaki etkileri daha da arttı. Özellikle Avcı Mehmed zamanında artık resmi tayinleri de yapar hále geldiler. Devlet, Kadızadeliler’i halkın bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen savaşlardan ve çekilen ekonomik sıkıntılardan kaynaklanan ıstırabını unutturacak geçici bir vasıta gibi gördü ve hemen her konuda onlardan fetva alırken, istedikleri herşey yerine getirilir oldu.
Kadızádeliler devleti İslámileştirip şeriatı her yere hákim kılmak uğruna Anadolu’da bir hayli tekke şeyhini idam ettirdiler. Mevlevihanelerde sema edilmesi, hattá mezar ziyaretleri bile yasaklandı ama saltanatları 1683’e, Viyana bozgununa kadar devam etti. Avcı Mehmed, Kadızádeliler’in bozgun sonrasındaki çöküşte artık hiçbir işe yaramayacaklarını farkedince ‘Bundan böyle molla camiinden, şeyh de tekkesinden çıkmayacak ve kimse kimsenin işine karışmayacaktır. Karışanı tepelerim!’ meálinde bir ferman çıkardı, hareketin liderleri imparatorluğun dört bir yanına sürgüne gönderildiler ama getirdikleri fikirlerin etkileri uzun müddet devam etti.
ABDÜLMECİD, KIŞLAYA KAPATTI:
Türkiye’de, 1859 Eylül’ünde bir şeriat darbesi girişimi ortaya çıkarıldı ve darbe son anda önlendi. Tahtta Sultan Abdülmecid vardı. Tanzimat Fermanı’ndan sonra bir ‘Islahat Fermanı’ yayınlanmış, Müslümanlarla gayrımüslimler hukuken eşit sayılmış, işkence káğıt üzerinde yasaklanmış ve her dalda reformlara gidilmişti.
O günlerin İstanbul’unda sokakları birdenbire üzerinde ‘gávur padişah’ yazılı káğıtlar kapladı. ‘Padişah gávur oldu, din elden gidiyor, medreseleri bile kapatacaklar’ deniyordu. Saray ve hükümet, reform çabalarına karşı çıkan kesimi tamamen kaybetmemek maksadıyla, önceleri ulemanın bu hareketlerine ve sözlerine ses çıkarmaz gibi göründü.
Ama, hükümete 14 Eylül sabahı gelen bir ihbar herşeyi değiştirdi: Bazı hocalar gizli bir örgüt kurmuşlardı. Maksatları padişahı öldürmek, hükümeti dağıtmak ve İslámi bir yönetim tesis etmekti. Herşeyin başında, Şeyh Ahmed adında bir hoca vardı, Fazlullah ve Kütahyalı İsmail adındaki diğer iki şeyhle anlaşmış, bazı subayları da tarafına çekmiş ve Kılıç Ali Paşa Camii’nden idare edilecek bir darbenin hazırlığına girişmişti.
Hemen tedbir alındı, işin içinde olan 41 kişi tutuklandı ve Çengelköy’e, Kuleli Kışlası’na kapatıldılar. Kuleli’deki muhakeme 25 gün sürdü ve şeriatçı darbe tehlikesinin beklenenden de büyük olduğu görüldü. Sanıkların bazısı idama mahkûm edildi, bazısı kürek, hapis, sürgün ve kalebendlik cezalarına çarptırıldılar. Sultan Abdülmecid bütün idamları hapse çevirdi, ve mahkûm olanların hepsini sürgüne gönderdi.
İlber Hoca’yı biz Tarih Kurumu’na almadık ama Ruslar ‘Şeref Profesörü’ yaptılar
DÜNYANIN en önemli akademik merkezlerinden olan ‘Rus İlimler Akademisi’, altmış yıl aradan sonra, bir Türk bilim adamına yeniden kapılarını açtı ve Türk tarihçiliğinin önde gelen ismi Prof. Dr. İlber Ortaylı’ya ‘Şeref Profesörü’ ünvanını verdi. ‘Rus İlimler Akademisi’nin daha önce kabul ettiği ilk ve tek Türk’, Türkoloji’nin kurucusu olan Prof. Fuad Köprülü idi.
18. yüzyılda Çariçe Yelizateva tarafından kurulan ve Rusça adı ‘Akademiy Nauk’ olan Rus İlimler Akademisi, bu yılın 22 Haziran’ında yaptığı toplantıda, İlber Ortaylı’nın ‘Doğu Bilimleri’ konusunda ‘Şeref Profesörü’ olmasını kararlaştırdı ve karar metniyle kabul belgesi, Prof. Ortaylı’ya hafta içerisinde iletildi. Akademinin kararı münasebetiyle, Rus Büyükelçiliği’nde önümüzdeki günlerde bir tören yapılacak.
Aziz dostum İlber’i, dünyanın seçkin akademik kuruluşlarının başında gelen Rus İlimler Akademisi’ne kabul edildiği için cán u gönülden tebrik ederken, acı bir hakikati de hatırlatmadan edemiyorum: Son 30 seneden buyana dünyanın dört bir tarafında ‘Türk tarihçiliğinin yüzünü ağartan tek álim’ kabul edilen Prof. İlber Ortaylı, henüz Türk Tarih Kurumu’na ‘asil üye’ olarak kabul edilmemiştir!
Arapça, çok sevdiğim bir söz vardır: ‘Tilke ásáruna tadallu aleyná / F’anzuru bá’dná ile-l’ásári’ derler. Yani ‘İşte, bizim delilimiz olan, bizi anlatan eserlerimiz. Bizden sonra, eserlerimize bakınız’.
Türk Tarih Kurumu’nun, tarihçiliğimizin bu büyük ismini bünyesine kabul edip etmemesi kendi akademik haysiyetiyle ilgili bir meseledir ama İlber’in ismi, eserleri ve yabancılardan aldığı takdir beratları, ilim denizinin derin ve karanlık sularını her zaman parlak bir yıldız gibi aydınlatacaktır.