Paylaş
Tüm hükümetler kendince pazarlıklar içinde; tüm hükümetler ülkelerinin ‘çıkarları’ yolunda, yakınlarında veya uzaklarında yiten canların, doymayan karınların, insanların başını yastık niyetine kaldırım taşlarına yaslamasının doğrudan veya dolaylı sorumlusu. Hepsinin çorbada tuzu var.
Düzen böyle.
Bu düzen değişmedikçe, bu gerçekliğin değişmesi de zor.
*
Ancak bazı ülkelerde, gerçekten demokrasinin işlediği yerlerde kamuoyunun gücü diye de bir şey var. Hükümetler çeşitli kararlarında veya eylemlerinde öylesine güçlü bir kamuoyu tepkisiyle karşılaşıyorlar ki, geri adım atıyorlar. Genel olarak bütün kıta Avrupası ve liberal demokrasiye sahip rejimlerde bu böyle; duyarlı demokrasi dediğimiz şey bu. Siyasi irade tepkileri önemsiyor.
*
Bizde ise pek önemsemiyor.
Bu kadın cinayetlerinde de böyle, insan hakkı ihlallerinde de, çevre meselelerinde de, özgürlükler mevzubahis olduğunda da.
Hak aktivistlerinin işi çok zor.
Gönüllü hukukçuları, avukatları düşünün...
Hem kendi hayatlarını kazanmak zorundalar hem hak aktivizmi yapıyorlar hem de bu alanlarda çalışırken siyasi iradenin çok az yanıt vereceğini biliyorlar.
Bir tür umutsuzluk iklimi içinde ve durmadan değişen yasalar ortamında mücadele ediyorlar. Bu gerçekten kararlılık, büyük bir sabır ve adanmışlık istiyor.
Ama işte pes etmiyorlar.
“Bu ülkede nasılsa tepkimize yanıt alamıyoruz, hedef haline geliyoruz, en iyisi hiç uğraşmamak, elden ne gelir ki?” demiyorlar.
Bizim geçindirecek bir ailemiz, çocuklarımız var da onların yok mu? Var elbette ama bunu bahane etmiyorlar.
Biz bu ülkenin sıradan insanları olarak bir avuç hak aktivistine epeyce borçluyuz ve bu borç giderek kabarıyor.
*
En son, Güneydoğu’da halk adeta bir savaş ikliminde yaşarken, Batı’da bu konuda çıt çıkmıyor.
Kimseye hak vermek, kimseyi suçlamak zorunda değilsiniz.
Birine hak verip diğerini de suçlayabilirsiniz.
Ya da herkese hak verebilir...
Veya herkesi suçlayabilirsiniz.
İstediğinizi düşünmekte özgürsünüz.
Bunun bizim esas meselemizle ilgisi yok. Biz siyasetçi değiliz.
*
Bizim, bu ülkenin halkı veya halkları olarak esas meselemiz, yurttaşı olduğumuz ülkenin diğer yurttaşlarının saçının tek teline zarar gelmesine veya gözünden tek damla yaş akmasına razı olmamak olmalı. Herkesin yaşam, barınma ve eğitim hakkını savunmalıyız.
Ortalığı yangın yerine çevirenlerin gerekçeleri onları haklı çıkarmadığı gibi bizi de insan olarak çok ilgilendirmiyor aslında.
Biz bu ülkeye barış gelmesini, insanların ölmemesini, özgürce düşüncelerini ifade edebilmesini, yazıp çizebilmesini, bu yüzden hüküm giymemesini istemeliyiz, dolayısıyla “Benim elimden ne gelir ki?” demek yerine en azından olan bitenle ilgilenerek işe başlayabiliriz.
*
Tamam, sabah sosyal medyada gül fotoğrafları eşliğinde günaydın mesajlarınızı, pilates fotoğraflarınızı, kek pasta tariflerini, İlber Hoca’dan özlü sözleri, selfie’lerinizi paylaşın...
Kahvaltıda derbiyi tartışın... Öğle yemeklerinde yılbaşını evde mi, dışarıda mı kutlayacağınızı istişare edin.
Ama sizin için hayat devam ediyor olsa da...
Bu ülkede pek çok insan için hayatın durduğunu bilin.
Ülkenin doğusunda neler olduğunu merak edin. Yanan, yiten canları hissedin.
Bizi gerçeklerden haberdar etme isteği dışında bir suçu olmayan Can Dündar ve Erdem Gül gibi cezaevine gönderilen gazeteciler için dertlenin.
Hayatınızı devam ettirdiğiniz o balonların da gün gelip patlayacağını bilin.
Bu ülkede kamuoyu sesini çıkardığında karşıdan ses gelmiyor olabilir.
Ama buna da aldırmayın...
Hep bir ağızdan “Barış” diye, “Gazetecilere özgürlük” diye seslenin...
Cevap gelmezse borç diye yazın.
Paylaş