Denizler, kilometrelerce uzunlukta dev, çorak kara parçalarıymış gibi davranıyoruz.
Su yok sanki üç yanımızda, enine ve boyuna ot bile bitmeyen çorak, geniş, verimsiz topraklar var...
Öte yandan su ile ilgili tuhaf bir “bolluk” duygusu da var, mesela lağım akıtınca kirlenmeyecek kadar geniş ve büyük olduğunu düşünüyoruz denizlerin.
O kendini yeniledikçe daha da kirletiyoruz, daha büyük silahlarla ateş açıyoruz...
Pislik akıtırken hissedilen “bolluk” duygusu dışında, denizlere kara muamelesi yapıyoruz.
Mesela Boğaz semtlerine gitmek için karayoluna ihtiyacınız vardır, şehir hatları sık çalışmaz.
Balık tüketimimiz azdır, yavru balık yakalamayı severiz...
Bunu okuduğumda birkaç sene öncesini düşündüm.
Yatağımın üzerinde oturmuş, çocukluk fotoğraflarıma bakıyordum. Gariptir, şimdi oturduğum evde, 99 depreminde yıkılan ve çocukluğumun büyük bölümünün geçtiği Yalova’daki yazlığımızın kokusu var.
Açık pencereden içeriye Marmara’dan tatlı bir yaz esintisi girdiğinde, gözümü kapatacak olsam Yalova’dayım... Dickens’ın tam aksi, dünyanın en güzel çocukluğunu hatırlıyorum.
Belki aynı Marmara’nın farklı iki kıyısında olmasındandır: Güneşin ısıttığı ahşap pervazı, perdeler, pikeler, yeni yıkanmış havlular Marmara’nın meltemiyle karışınca, ortaya çocukluğum çıkıyor.
İşte, o sene biraz mutsuz bir dönemimdeydim. Hani insan mutsuz olduğu zaman, henüz bunun sebeplerini kendine itiraf edemediğinde geçmişi özler ya...
Deli gibi, aklını yitirmiş gibi, sanki biraz daha zorlasam zaman yolculuğunu keşfedecek gibi geçmişi özlüyordum.
Mutsuz olduğun zamanlarda elde değil, geçmişi düşünüyorsun. Geleceğe bakıp umutlanacak halde değilsin o sırada, için ezilirken yarını, hatta bir saat sonrasını bile göremiyorsun...
Çoğumuz onlardan biri olduk.
Üniversitede puanımızın yettiği yerlere girdik, okuduğumuz bölümden apayrı mesleklere yöneldik...
Şanslı olanlarımız sevdiği mesleği sonradan buldu.
Ben de kendimi şanslılardan sayarım.
“İçimde başka bir meslek yatıyor” diyenlerin pek çoğu pek çok farklı sebepten ötürü kendi becerisinin peşinden koşamadı.
Sonuç, bizden önceki nesillerin başına gelenle aynı...
Kendi yeteneklerinden uzakta bir mesleğe yönelmek durumunda kalmış, dolayısıyla mutsuz kalabalıklar...
Uzaklardasınız, belki evinizdesiniz, belki bir sahil kasabasında ayaklarınızı uzatmaktasınız...
Bir-iki gün içinde “Oh ya, kafayı boşalttım” diyeceksiniz.
Tatil iyi gelecek, yenilenmiş gibi hissedeceksiniz.
Sonra günler geçecek...
Tatil uzadıkça garip bir boşluk duygusu kaplayacak içinizi...
İşinizden kaynaklanan meşguliyet duygusunun boşalan yerine koyacak şey arayacaksınız.
Yoğun çalışılan işlerin tuhaf bir özelliği var.
Önceden belirlenmiş bir kutlamanız var. Kutlamayı gerçekleştirir misiniz?
Zannetmem. Eğer bir mecburiyetiniz varsa, belki sessiz sakin, patırtısız bir “arkadaş toplantısı” düzenlersiniz.
Gürültüsüz, patırtısız yapmanız gerekenleri yapar, ağırlamanız gerekenleri ağırlar ve ardından dağılırsınız.
Köprü açılışında gördüğüm neşeli yüzler, koca koca gülümsemeler, atılan konfetiler ve esen bayram havasını görünce...
Çok yakınını kaybettiğini söyleyen bir adama kendi hayatındaki güzel gelişmeleri anlatan insanları hatırladım.
Veya cenaze evinin üst katında bile bile parti yapan pervasız gençleri...
Büyük kayıplardan sonra bir/ birkaç kişinin nasıl davranacağını bilememesi, acıları içselleştirmediğini, kayıpları normalleştirdiğini gösteriyor.
Bir yandan saldırıda hayatını kaybedenlerin kimlikleri ortaya çıkıyor, bir yandan saldırı anına dair yeni görüntüler...
Yayın yasağı getirildiği, dolayısıyla ana akım medyadan öğrenebileceklerimiz sınırlı olduğu için gündemi yabancı kaynaklardan ve sosyal medyadan takip etmek durumunda kalıyoruz.
Ekranlarımızda diziler, yarışmalar akarken dünyadaki önemli kanallar saldırı haberini konuşuyor, inceliyor, izleyicilerine duyuruyor.
İlk defa başımıza gelmiyor:
Önce elçilikler Türkiye’de yaşayan/ bulunan vatandaşlarına “dikkatli olun” uyarısı yapar.
Sosyal medyada bu uyarı elden ele yayılır, bu oluşan korku atmosferinde resmi bir açıklama bekleriz ama gelmez. Gelen açıklamada da uyarıların “toplum huzursuzluğunu artırmaya yönelik” olduğu söylenir, güvenlik önlemleri artırılmaz, günlük yaşamı engelleyecek bir durum görülmez ve sürpriz!
Bir saldırı gerçekleşir.
- Artık çarpıklıklara, şark kurnazlıklarına, vicdansızlıklara şaşırmıyoruz.
- Yalancılık, sahtekarlık normalleşti ve bunun normal olmadığını kimseye anlatamıyoruz.
- Hata yaptığını kimse kabul etmiyor, kimse sorumluluk almıyor.
- Trafik kazaları can almaya devam ediyor ve kimse kılını kıpırdatmıyor.
Bu cümlelerin hepsi doğru ve hepsini hemen hemen her gün yaşıyoruz.
Sahtekarlık yapan bir adama “Neden bunu yaptın?” diye sorsanız, eminim makul bir yanıt alırsınız. Ölüm-kalım sınırında ihtiyaç durumunda olduğu için sahtekarlık yapmıştır ve elinde yaptığını haklı çıkaracak sebepler vardır.
Trafikte canınızı tehlikeye atan adamın da geçerli sebepleri vardır. Bir yere yetişmeye çalışıyordur veya en iyi ihtimalle siz biraz yavaş giderek onun zamanını çalıyorsunuzdur. Bunun için yine en iyi ihtimalle yarın yokmuş gibi kornaya basar veya camdan başını uzatıp haykırır.
Fatih Terim’in “Oyuncuların buraya gelmeden önce hazırlanmasını beklerdim. EURO’ya EURO’da hazırlanılmaz. Ülkece bu turnuvaya hazırlanamadık” cümlesini gördüğümden beri aklımda şu cümle dönüp duruyor: Parçası olunan bir durumla ilgili sadece başkalarında hata aramak...
Konu ne olursa olsun fark etmiyor: Sektör, meslek, kişi, ortam fark etmiyor, gelişme, ilerleme, “Ortada bir hata var ve bu hatadaki payım nedir?” diye sormadan olmuyor.
Tüm yanlışların üzerinin örtüldüğü, “futbol yenilgisi”nden daha büyük olaylarda, felaketlerde bile sorumluluğun top gibi ortada çevrildiğini görüyoruz. “Ben yanlış yaptım” diyen yok, “Sorumluluğu üzerime alıyorum” diyen yok, “Ortadaki çarpıklığı gidermek için adım atıyorum” diyen yok...
Böyle durumlardan bir sonuç çıkmıyor, olana da “iyiye gidiş” diyemeyiz. Üzeri örtülen olaylar, hayatlarına bir şey olmamış gibi devam eden sorumlular, çarpıklığın normalleşmesi, hatta öyle bir noktaya gelmesi ki yanlışın “yanlış” olduğunu anlatamamak...
İşte insanı da bu delirtiyor.
“Hata kabullenmek güçsüzlüktür” anlayışı Türkiye’de hayli çirkin yerlere doğru gitti. “Evet, galiba bu sefer yanlış yaptım” bile demek gerekmiyor, biraz tereddüt, bir-iki kabullenme göstergesi yetiyor “Güçsüz, her koşulda eğilip bükülebilen, yaptığının arkasında durmayan” insan modeli olarak suçlanabilmek için.
Oysa hakikat bunun tam tersi: Güç kazanmanın ve o gücü korumanın yolu çok yönlü düşünmek değil midir? Hata yaptığını kabul ederek, o hatayı etraflıca deşerek, içinden doğru yolu çıkarmak değil midir insanı ileri götüren?