Paylaş
Denizler, kilometrelerce uzunlukta dev, çorak kara parçalarıymış gibi davranıyoruz.
Su yok sanki üç yanımızda, enine ve boyuna ot bile bitmeyen çorak, geniş, verimsiz topraklar var...
Öte yandan su ile ilgili tuhaf bir “bolluk” duygusu da var, mesela lağım akıtınca kirlenmeyecek kadar geniş ve büyük olduğunu düşünüyoruz denizlerin.
O kendini yeniledikçe daha da kirletiyoruz, daha büyük silahlarla ateş açıyoruz...
Pislik akıtırken hissedilen “bolluk” duygusu dışında, denizlere kara muamelesi yapıyoruz.
Mesela Boğaz semtlerine gitmek için karayoluna ihtiyacınız vardır, şehir hatları sık çalışmaz.
Balık tüketimimiz azdır, yavru balık yakalamayı severiz...
Fabrikalarımız denizlere tüm kimyasal atığını salmaya bayılır, lağım akıtma sevdamıza tekrar değinmeyeceğim...
Denize ur gibi dolgu alan yaparak “Seni yeneceğim eyyy doğa, sen mi büyüksün ben mi” diye efelenmek en büyük zevkimizdir...
Deniz, yaşamın doğal bir parçası değil uzun zamandır.
50’li yıllarda başlayan ve bugüne kadar süren “dolgu alan ve yol” anlayışı Türkiye insanının denizle olan doğrudan bağını kesti.
Trafiği rahatlatabilecek kadar fazla deniz ulaşımı imkanına sahipken bunun son derece sınırlı olması ve trafiğin boyutu bunun ispatıdır.
Şehir sahillerinde vakit geçirmek zordur...
Kadınsanız, sahile kadın memesi izlemek için gelen kitlenin uzağında, tacize uğrama ihtimalinizin düşük olduğu bir yer bulmanız lazım.
Bu da ancak tacizsavar bir koca, sevgili veya kalabalık bir grupla birlikte oturmakla mümkün.
Veya mayo, kısa şort bir yana, vücudunuzu herhangi bir biçimde belli eden bir kıyafet giymemeyi peşinen kabul edeceksiniz.
Paralel bir İstanbul kurgusunu eminim siz de düşünmüşsünüzdür, hani evden havlunuzu alıp sahile atıp güneşlenebileceğiniz, her yerinden denize girilebilen, kimsenin kimseyi taciz etmemesinin “doğal hal” olduğu bir İstanbul kurgusu...
Bugün elimizdeki en iyi ihtimal, araç yollarının haricindeki sahil parklarıdır.
Yani denizin doldurulup, beton dökülüp, sonra o betonun önüne kum getirilip yeniden sentetik olarak sahil haline getirildiği “plaj”lar.
Öyle “havlumu atayım oturayım” diyemezsiniz hepsinde.
Havlunuzu koyacaksanız, parasını da vereceksiniz.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, sahil şeritlerinin ana karakterini dev yollar belirlemez.
Sahiller güzeldir, halkın doğal bir ihtiyacı için tahsis edilmiştir, zaten o sahiller halkın malıdır, ücretsizdir ve herkese açıktır.
Biz ise neredeyse plajlarda aldığımız nefese bile para ödeyeceğiz.
Deniz kültürüne 50’lerden itibaren sırtımızı dönmeseydik farklı olur muydu? Bilmiyorum.
Güzel olan ne varsa ilk önce günahı çağrıştırdığı bir coğrafyada bunun tahlilini yapmak zor.
Öyle ya da böyle, şimdiki vaziyet şu:
Bizim için deniz var ama yok.
Denizle olan bağımız kopmuş, deniz bizim için Taksim meydanındaki saksıda duran ağaç gibi, otoyol kenarındaki duvarlara ekilen çiçekler gibi.
Kendi bağlamından koparılmış, para edebildiği sürece değeri olan bir dünya varlığı.
Gelelim “beach club”lara...
Sadece İstanbul değil, batı ve güney sahillerini kaplayan “beach club” dünyası da denizle kopan bağın bir uzantısı.
Bankı sahile sırtı gelecek şekilde yerleştiren, binanın en güzel manzaraya bakan yerine duvar ören, sahil şeridini sekiz şeritli yol yapıp esas kullanımından kopararak değerlendirmeyi akıl edebilen bir zihniyetin uzantısı.
Karadeniz Sahil Yolu’nun yemyeşil, insanın nefesini kesecek güzellikle tepelerine insanın estetik duygusunu yerle bir eden çirkin ötesi binaları diken zihniyetin uzantısı.
Denizi “mal” olarak sahiplenip canını çıkarana kadar, “ekmeğini yiyen” açgözlü bir zihniyetin uzantısı.
Kendini belirli bir sosyokültürel tabakaya ait hisseden veya ait olmak isteyen insanların tercih ettiği ayrışma simgesi.
Kadınlar için, biraz da zorunlu bir ayrışma simgesi.
Bastırılmış cinselliğin coğrafyasında iki bacak gördüğünde aklına
“günaha girmek” gelen adamların ülkesinin mecburi ürünü.
Son günlerde konuştuğumuz tip Beach Club’lar, bu “ürün”ün sonuna kadar, sınıra kadar suistimal edilmiş hali.
Fiyatlarıyla, müzikleriyle, “moda”sıyla tam bugünün ruhunun yaz mevsiminde vücut bulmuş hali.
Aslında buna “deniz kültürümüzün olmaması” derdim ama...
Konu bundan biraz daha geniş galiba.
İyi ve kötü yönleri tartışılabilir ama şu gerçek değişmiyor:
İnsanca yaşama kültürü yoksa, işte orada Türkiye tipi beach club vardır.
Paylaş