Bu sözlerinin sonrasında, gözlerimi, masada, önümde duran bardağa dikip, sessizce baktım uzun süre. Havada asılı kaldı arkadaşımın cümlesi. Sessizliğim dikkatini çekmiş olmalı ki, 'Niye bir şey söylemiyorsun kızım, bayrama az kaldı.' diye tekrarladı.
'Ne diyebilirim ki, ne dememi bekliyorsun?' dedim. 'Ne bileyim, bayram geliyor ve sende hiç bayram coşkusu yok' dedi arkadaşım. 'Ne coşkusu, deliye her gün bayram' diyerek işi şakaya vurdum.
Şaka bir yana… Neden bilmiyorum, son birkaç yıldır bayram coşkusu, heyecanı kalmadı içimde. Bir tek ben değil, çevremdeki birçok kişi de bu düşüncede.
Büyüklerimizin 'Nerde o eski bayramlar!' diye yâd etmelerini daha iyi anlıyorum şimdilerde. O eski bayramların sevincini, coşkusunu çocukken yaşayabildim ne mutlu ki.
Bayramlar çocukken güzelmiş!
Bayramın bir gece öncesinde, yeni elbiselere mutlulukla, gülümsemeyle bakıp sonrasında da yatağımın hemen başucuna yerleştirdiğim kırmızı, fiyonklu ayakkabılarla uykuya dalmalar…
Sabahın erken saatlerinde kalkıp, sevinçle giyinmeler, gidilen ziyaretler, el öpmeler, büyüklerin verdiği hediyeler - mendiller, yenen tatlılar, toplanan şekerler… Bunları yaşayabildim. Şimdiki çocuklar bunların hangisini yaşayabiliyor? O sevinci, o coşkuyu…
Şimdiki bayramlarda her şey çok farklı… Bayramda misafir gelmesin diye evini terk ediyor bazıları. Büyük şehirlerde, maddi durumu iyi olanlar tatile dönüştürüyor bu bayram süreçlerini. Maddi durumu orta olanlar ise akraba ve eş-dostlarını ziyaretlere gidiyorlar. Ama bazı ziyaretlerdeki 'zorakilik' o kadar belli ki gözlerden okunuyor. Hani 'Bayram ziyaretine geldim ama gelmesem daha iyi olurdu' türünde…
Sergiden Melike Birgölge'nin objektifine yansıyanlar - FOTO GALERİ
Bir şiiri anlar gibi anlamak, bir şarkıyı dinler gibi dinlemek…
Hayatı bir film gibi yaşamak... Mutlu, deli dolu, hüzünlü, tutkulu sahneleriyle…
Ama en önemlisi de hayata bir fotoğrafa bakar gibi bakmak…
Renkli, ara ara nostalji, siyah beyaz kareleriyle…
Yaşamın kendiliğinden yansıttığı öz estetiği yakalayabilmek için biraz durup bakmak, baktığını görmek…
Günlük hayatın rutin telaşları içinde yuvarlanırken, farkına bile varmadan dikkatimizden kaçan anlara, görüntülere, karelere ve inceliklere odaklanmak çok kolay değil, malum.
İşte bütün bunları bir kare içine alıp üzerine fazladan hiçbir söz söylemeden, büyük fotoğraf ve resimlerden küçük ama etkileyici nüansları olduğu gibi çekip, çekiştirmeden bize sunan, bunu yaparken de doğallıkla hayatı fark ettiren, ölümsüzleştiren isimler var.
Gazeteye gitmek için uyanıp, hazırlanmama iki saat vardı oysa.
Kalktım.
Çok erken saatte nasıl böyle kolayca uyanabildiğime şaşırdım.
Pencereden baktım.
Yanımdayken her şey sıcak, yokluğunda ayaz…
Söylediğim şarkıların notası, ruhumun aşka giden rotası…
Varlığımın en doğru savı, kalbimdeki volkanların lavı…
İçimdeki yangınların harı, papatyadaki sarı…
Yüzümdeki her çizgi, duyduğum sesi hoş bir ezgi…
Şehrimdeki bütün sokakların adı, o sokaklarda canlanan her anı…
Bildiğim tüm çiçeklerin kokusu, her bir zerreme, her bir hücreme sinen aşk dokusu…
Gözümdeki her rengim, göğsümdeki her nefesim, kulağımdaki her sesim…
Sevgiyi, aşkı, o duygu yoğunluğunu kalbimin her bir hücresinde hissederken…
Doğallığımla ve beni olduğum gibi kabul eden aşkın bereketli topraklarında çiçek açarken…
Onun kalbinin her atışına bir şiir yazarken…
Kalbimin en kuytusundaki duygularımın kaynağından çağlayarak kendiliğinden akan, ona yazılan şiirler ki, bir o okudukça derinleşen…
Sezonun başlamasıyla tiyatrolar perdelerini açıyor birer birer. Özlediğim tiyatroyla buluşmamı sağlayan ‘Testosteron’ oyununda alıyorum soluğu.
Oyunun sahneleneceği, oyun atölyesi’nin gişesinden biletimi alırken, arkamda bekleyen birinden şu sözleri duyuyorum. “Oyunda hiç kadın oyuncu yok. Bakalım kadın oyuncunun olmadığı bu oyunda ne anlatılacak?”
İnsanların bu yargıyla yaklaşmalarına şaşırmamak gerek. Zira, son birkaç yıldır bazı oyunlarda, tiyatroya çekmek için ‘seksi’ diye rol verilen kadınları düşünürsek, bu oyunda kadın oyuncu olmamasına şaşırmaları gayet normal.
Yerime kurulmuş, oyun nasıl başlayacak diye beklerken açılıyor perde. Sahneyi, dekoru kısa bir şekilde tanıma sürecinden sonra öyle bir kapışma başlıyor ki… Hem de nasıl… ‘Erkekçe’ bir kapışma ve hesaplaşma!
Bu kapışmayla hareketlenen oyunda, tempo hiç düşmüyor ve iki buçuk saatin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Kahkaha, heyecan, gerilim, ironi… Bunları yaşatmasının yanı sıra, güldürürken düşündürmesi, düşündürürken de bilgilendirmesi de cabası…
Evet oyunda yok ama erkeği görünür kılarak asıl başrolü onlar oynuyor.
Kadınlar!
Erkeklerin aslında ne olduklarını, onları fark etmemizi sağlayan kadınlar…
Ve deseler ki bunu tamamlayacaksınız.
İyi de nasıl bir inşaat bu?
Temeli çok sağlam olmayan, tuğlalarını kırgınlıkların, pişmanlıkların, olumsuzlukların, karamsarlıkların, çimentosunu da un ufak olan kum tanelerini andıran anıların ve geçmişin oluşturduğu…
Ne dersiniz?
Yok yok öyle bir şey değilsin!Her şeysin…Her şey!Bazen dünyamı aydınlatan içimi ısıtan güneş, bazen kalbime düşen kar tanesi, bazen ruhunun semalarında kanatlandığım uçsuz bucaksız gökyüzü…
Bazen kah coşan kah çarşaf durgunluğunda seyrettiğim engin deniz, bazen içimdeki tatlı bahar, bazen beni alıp bulutlara uçuran rüzgar, bazen mis kokular saçarak kalbimde ıslıklar çalan aşk sarmaşığı, bazen seni renk renk canıma sardığım gökkuşağı…Mavinin denize, karın beyaza, yeşilin çimene, pembenin yeni doğmuş bebeğin tenine, yağmurun hüzne, renklerin gökkuşağına, gülün aşka yakıştığı gibi; rüzgârın saçlarına, bulutun tenine, yıldızın gözlerine, şiirin sözlerine, güneşin yüzüne, şarkıların gülüşüne yakışması gibi yakışıyordun sen kalbime.O şarkılar ki; kalbindeki aşkla coşan duygularını nota yaparak, kulağıma, ruhuma fısıldayan usuldan…Sen ki; içimdeki en kavruk, en savruk duygu bozkırlarımı çiçekli aşk bahçesine dönüştürerek, kalbinin sesini ninni yaparak beni kollarında uyutan…Ama ah o med – cezirlerin…Bazen fırtınam, bazen hasretim, bazen sevincim bazen felaketim…Bazen gözyaşlarım, bazen gözyaşımın yetmediğinde sana sevgimi haykırdığım sözyaşlarım!Ah o gel gitlerin…Geliyorsun; denizin coşan dalgaları misali. Kapılıyorum ben de en deli tutkularla… Tutkularım hücrelerimle harmanlanmaya başlarken ummadığım anda bir şey oluyor. Ve köpüklerine karışmaya hazır olduğum o deli, coşkulu dalgam gidiyor. Yani sen!Gidiyorsun; ölü bir deniz durgunluğuna bürünüyorum, tüm her şeye yabancı kalarak… Duygular, dünya, zaman, her şey, her şey duruyor. Kalbimin sahiline çarpan bu kez hüzün oluyor var gücüyle, senli aşkın yerine.Bitti bu kez, bir daha gelmeyecek diyorum.Ama meçhul zamanda bana geliyorsun yine.Geliyorsun, gidiyorsun!Sen bunu hep yapıyorsun!Med-cezirleri aratmıyorsun.Bir bakıyorum tutkuyla coşuyorsun, bir bakıyorum duruluyorsun.Aslında ne yaptığını, niye böyle yaptığını sen de bilmiyorsun!***Kalbindeki sevdanın bereketli topraklarında çiçek olup açmışım… Seninleyken, bir gün neşeyle açan menekşeydim, bir gün aşkla açan gül… Bunu ne zaman anladım biliyor musun? Sesini duymadığımda, seni göremediğimde kurak çöle dönmek üzereyken…Şu an yokluğunda hazan kederinde solup dökülen yapraklar misali vurgun yiyen duygularımın, bir zamanlar bana bahar çiçeklerini sunan seninle hayat bulduğu anılarına tutunup kendine gelme mücadelesini bir görsen… O kadar anlatılmaz ki… Anlatmak yetersiz kalıyor, görürsen anlayabilirsin ancak. Gelip görmen lazım. Düşünüyorum da... Denizle kumsal gibiyiz aslında seninle. Beraberken de öyleydik, şu an ayrıyken de... Nasıl mı?Beraberken aşkla sarılıyordun coşkuyla, sevda dalgalarınla. Ben de kum tanelerini andıran her bir hücremle seni yaşıyor, karışıyordum sana. Şimdi ayrıyken de anılarının dalgalarıyla sarmalıyorsun bu kez. Ben de kum taneleri olarak kayboluyorum o anı dalgalarının içinde. Yine bütünleşiyoruz seninle yani.Bu sebeple şimdi kalbim, içimde coşan o deli dalgalara tutkuyla kapılarak, kapakçıklarını açtı seni soğurmak ve bütünlemek için bendeki beni. Seni sana çağırıyorum, bana dair en gerçek varoluşa!Çünkü sen bana geldiğinde aslında kendine de geleceksin!
MELİKE BİRGÖLGE