Tuğrul Şavkay aceleci değildi. Yazılarını hep son dakikada verir, havaalanlarına hep en son dakikada gelir, randevularına hep gecikirdi. Ama nedense son yolculuğuna çıkmak için çok erken davrandı. Herkesi şaşırtıp vaktinden önce gitti.
Tuğrul Şavkay'ın arkasından yazı yazacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Öyle çok şey daha aklımın ucundan geçmezdi ki. Örneğin onun adını andıktan sonra ‘Allah rahmet eylesin’ demek, onun tabutunun karşısında saf tutmak... Bunları rüyamda görsem, biliyorum ki ter içinde yatağımdan fırlardım. 20 yıllık bir arkadaşımın, hele hele Tuğrul Şavkay'ın ölümüne hiç inanasım gelmiyor -ölüm doğum kadar gerçek olsa da. Zaten inanmak da istemiyorum. Onun yaramaz çocukları andıran hınzırca gülüşünü, ‘Müdür dinle’ diye söze başlayıp ağzından bal damlatmasını, iki elini arkada birleştirip kent sokaklarında kalender kalender yürüyüşünü, Şerlok Holmes'i andıran paltosunu ve şapkasını ne kadar sevdiğini, lezzetli bir yemeğin karşısında kendinden geçmesini, hatalı Türkçe kullananlara ne kadar öfkelendiğini ve diğer meziyetlerini -o kadar çok ki- hep hatırlayacağım.
Tuğrul'la yaklaşık 20 yıl önce tanıştım. Ben Hürriyet'in bir ilavesini yönetiyordum, o da haftalık yazılar yazıyordu. İlk tanışmamızda bana ‘müdür’ dedi, sonra hep öyle seslendi --ölünceye kadar. Tuğrul yazılarını son dakikada verirdi. Her defasında yazı gelmeyecek endişesine kapılırdık. Onun için elimizde yedek bir konu bulunurdu. Ama son saniyede Tuğrul, yüzündeki hınzırca gülümsemeyle kapıda görünür ve yazısını teslim ederdi.
Tuğrul hep geç kaldı. Randevularına yetişemedi, yazılarını geç verdi, uçakları kaçırdı... Ama çıktığı ebedi yolculukta bu kuralı bozdu ve ilk defa vaktinden önce gitti. Keşke bir kez daha geç kalsaydı. Nasılsa onun bu huyuna alışmıştık.
Tuğrul'la sık sık, iç ve dış gezilere giderdik. Bu ekteki sayfalarımız genellikle karşılıklı geldiği için, aynı şeyleri yazmama konusunda özen gösterirdik. Uçakta veya otobüste yan yana oturup konuları bölüşürdük. Yeme-içme ona kalır, coğrafyayı ise ben üstlenirdim.
Bu gezilerde onun bilmediğim birçok yönünü öğrendim. Örneğin din konusunda uzman denecek kadar bilgiye sahip olduğuna, bu gezilerin birinde şahit oldum. Kuran-ı Kerim'i, Eski ve Yeni Ahit'i birkaç kez okumuştu. Okumakla kalmamış, neredeyse sure sure, bab bab ezberlemişti. Konuşmalarını dini metinlerle süslemeye bayılırdı. Bu bilgisiyle insanları şaşırttığını bilir, bu da çok hoşuna giderdi. İşte o zaman dudaklarına çocuksu bir gülümseme otururdu -yaramaz çocuk gülümsemesi.
RAHİBİN GÖZYAŞLARI
Bir keresinde, Ren Nehri'nin kıyısındaki bir lokantada yemek yiyorduk. Rehberimiz eski bir din adamı idi. Tuğrul'la dinler üstüne koyu bir sohbete daldılar. Şavkay Kuran'dan Eski Ahit'e oradan İncil'e geçiyor, sureleri, babları ezbere okuyup eski din adamına adeta ders veriyordu. Yemeğin sonunda rehberin yerinden kalkıp, gözyaşları içinde Tuğrul'a sarılışını hiçbir zaman unutamayacağım. Aynı şey Amerika'da, Nashville kentinde de başımıza gelmişti. Orada da dini bütün bir Amerikalıyı İncil yorumlarıyla şaşkına çevirmişti.
Tuğrul'un keyif aldığı bir başka alışkanlığı da, Divan edebiyatından şiirler okumaktı. Konuşmalarını bu ağdalı Osmanlıca dizelerle süslemeye bayılırdı. Yine bir gezimiz sırasında, bindiğimiz gemi Loreley kayalıklarının önünden geçerken, güvertenin ortasında durup, Heinrich Heine'nin ‘Loreley Kayalıkları’ adlı şiirini Latince söylemeye başlamıştı. Güvertedeki herkes susmuş, şiir bitince Tuğrul'u alkışlamışlardı. O an arkadaşımla çok gururlanmıştım.
Şavkay, kadınlara karşı oldukça nazikti. Onlara her zaman ve her yerde şövalyece yaklaşmak gerektiğini sık sık dillendirirdi. Kadın tanıdıkları ile karşılaştığı zaman onların elini sıkmaz, nazikçe parmaklarının ucundan öperdi. Beğendiği şeyleri güzel kadınlara benzetmekle ünlüydü. Örneğin şarabı...
CLAUDIA SCHIFFER
Tuğrul, içinde benim de bulunduğum bir grup arkadaşla Şarap Dostları Derneği'ni kurmuştu. Ayda bir bu dernekte toplanıp, şarabı öğrenmeye çalışıyorduk. Güzel bir şarap içtiğimizde Tuğrul hemen söz alıp, bu şarabın o zamanların ünlü mankeni Claudia Schiffer'a benzediğini söylerdi. Bu benzetme yıllar boyu devam etti. Geçen yılın son tadımlarından birinde bir arkadaşımız, Claudia'nın artık yaşlandığını, genç bir manken bulmanın zamanı geldiğini hatırlattı. Tuğrul yaz boyu bu konuyu çalışacağını ve bu yılki tadımlarda yeni bir manken ismiyle karşımıza çıkacağını söyledi. Ve sözünde durmadı. Şimdi onun yerine biz, şarapları benzetecek güzel bir manken bulup, Tuğrul'un ruhunu şad edeceğiz.
Tuğrul Şarap Dostları Derneği'nin kurucusuydu. Vefatından kısa bir süre önce de, damıtılmış içkilerle ilgili bir dernek kuruluşu için çalışıyordu. Derneğin henüz adını bulamamıştı. Soranlara ‘Ağır Alkol Derneği’ diye yanıt veriyordu. İçki ile bu kadar yakınlığı olan Tuğrul aslında pek içki içmezdi. Belki bir iki kadeh iyi bir şarap, bir duble malt viski... Ama yemek konusunda boğazını tutmayı beceremezdi. Onun Dublin'de, koca bir tencere Irish Stew'e kaşık sallamasını, Kahramanmaraş'a giderken yol üstündeki bir ocak başında, şiş kebaplara nar ekşili soğanı katık ederek yemesini, can dostu Osman Serim'le, İstanbul-Bodrum arasında yaşadıkları yemek macerasını ve diğer yemek serüvenlerini hiçbir zaman unutmayacağım.
YESEK DE YEMESEK DE
En son birlikte Selanik'e gitmiştik. İpsala sınır kapısında pasaport muameleleri yapılırken ortadan kaybolmuştu. Bir süre sonra bir köşeden başını çıkartıp beni çağırdı. Yanına gittiğimde, elinde koca bir tostu yerken gördüm. Eşi Esen haklı olarak yemesine karşı çıktığı için, karnını gizli gizli doyuruyordu. Tostun bir parçasını kopartıp bana verdi. İtiraz etmeden aldım, sonra Tuğrul'a dönüp, ‘Yiye yiye öleceğiz’ dedim. Tuğrul dudaklarındaki hınzırca gülümsemeyle, ‘Aldırma be müdür, yemezsek bu sefer de açlıktan öleceğiz. Bari karnımız doysun’ dedi. Sonra iki gün boyunca Selanik'te, onun önerdiği Girit zeytinyağlarına ekmek bandık, doya doya ‘komşu’nun tadına baktık.
Tuğrul yeme-içme konusunda alakalı alakasız hemen her şeyi bilirdi. Örneğin dünyanın en pahalı yemeğinin, Çin'de pişirilen ‘Kuş Yuvası’ olduğunu ondan öğrendim. Bu yemek Malezya'da, deniz kıyısındaki falezlerde yuva kuran kaya kırlangıçlarının etiyle yapılıyordu. Ağırlıkları 15-20 gram olan bu kuşları yakalamak uğruna, her yıl onlarca insan ölüyordu. Yemek masaya getirilince garsonlar yemeğin kokusu uçup gitmesin diye, müşterilerin üstünü büyükçe bir bezle örtüyorlardı.
Et güvercinlerini şişmanlatmak için kuru bezelye yedirildiğini, kuşların 70-80 derecelik alkol içirilerek öldürüldüğünü, alkolle karışmış kanından yemeğin sosunun yapıldığını ve dünyanın en lezzetli ve kaliteli kayısısının Nepal'de yetiştiğini, diğer bütün garip -ama faydalı- bilgileri hep Tuğrul'dan öğrendim. Nepal'e giderken bana kayısı ısmarlamıştı. Aramış taramış ama bulamamıştım. Dönüşümde çok kızmıştı bana. O muhteşem kayısıya bu kadar çok yaklaşıp onu bulamayışımı uzun süre affetmemişti. Tuğrul öğrenmeyi ve öğretmeyi çok severdi. Şimdi ben de çoğu kişi gibi öğretmensiz kaldım.
DİL UZMANI
Tuğrul'la iki şeyde anlaşamazdık. O, çayın İngiliz usulü demlenmesini savunurdu. Yani çay, sıcak suda 4 dakika bekletilip servis edilmeliydi. Ben ise bizim usulü savunurdum. Bir de Tuğrul, Jamaika'nın ünlü ‘Blue Mountain’ adlı kahvesine bayılırdı, ben ise onun tadının bulaşık suyuna benzediğini söylerdim. Anlaşamazdık ama kavga da etmezdik -Tuğrul kavga bilmezdi.
Tuğrul yeme-içme konusunda ünlenmişti ama, onun iyi bildiği konuların başında Türkçe gelirdi. Doktora tezinin konusu da dil devrimi idi. Daha sonraki yıllarda bu tezi kitap haline getirmişti. Bu değerli eseri çantasından çıkartmasını, kapağına uzun uzun bakmasını, benim için imzalamasını seyrederken, yüzünün tüm hatlarına oturan gururu gördüm ve böyle bir arkadaşım -kardeşim- olduğu için gururlandım.
Tuğrul için ne yazılsa, ne kadar yazılsa yazı yine yarım kalır. Çünkü Tuğrul bitmek bilmez. Onun için yazmayı hiçbir zaman aklımın bile ucundan geçirmediğim bu yazıyı burada bitirmek istiyorum. Güle güle Tuğrul. Kadehleri senin için kaldırıp, her lokmada adını anacağız.