İki denizli Datça

Ege ile Akdeniz’in kucaklaştığı Datça Yarımadası’na hızlı, keyifli ve lezzetli bir yolculuk yaptım. Cenneti andıran lacivert koylarında iki denizin sularını kulaçladım. Kekik kokusuyla ciğerlerimi yıkayıp, akbademin lezzetiyle damağıma bayram ettirdim.

On parmağında on marifet olan Gani Müjde, programına konuk etmek için beni Datça’ya davet ettiğinde çocuklar gibi sevindim. Çünkü uzun süreden beri yolumu Datça’ya bir kez daha düşürebilmek için çareler arayıp duruyordum. Anlayacağınız gibi davet, "ilaç" gibi geldi. Geç öğleden sonra kalkan uçak bir solukta Dalaman’a ulaştı. Beni Datça’ya götürecek arabanın penceresine başımı yaslayıp, akıp giden görüntülere bakışlarımı bıraktım. Ormanlar, yeşil tepeler, bereketli bahçeler, tarlalar, sulama kanalları, traktörler... Bu yoldan ne zaman geçsem hep tatil geliyordu aklıma.

Marmaris’i geçip Datça’nın kıvrımlı yoluna vardığımızda, güneş Yarımada’nın ucunu çoktan turuncuya boyamıştı. Dağlar mor mor birbirini üstüne yaslanmış, Gökova koyları simli gece elbisesini giyme hazırlığındaydı. Antik çağ yazarları bu yarımadayı, "uzaklardan fırlatılmış bir kargının, denize yarı batmış ucuna" benzetiyorlardı. Aslında bu yarımada, tanrı Zeus’un koruması altındaydı. Knidoslular düşmanlara karşı koyabilmek için, Balıkaşıran’ı kazıp, iki denizi birleştirmeyi, yani Datça’yı ada yapmayı planlamışlar ama Zeus’un öfkesi buna mani olmuştu. Kızgın tanrının laneti yüzünden, kazıya katılan tüm işçilerin yüzlerinde büyük yaralar açılmıştı.

Datça’nın en yüksek virajına vardığımızda gökyüzü koyu lacivert olmuş, erkenci yıldızlar göz kırpmaya başlamışlardı bile. Bir yanda Ege, diğer yanda Akdeniz birbirine kavuşmanın telaşı içindeydi. Bir Datça aşığı olan Can Yücel’i anmanın tam sırası ve yeriydi. Şöyle demişti koca şair bir sabah:

"Açtım ki gözlerimi sabah olmuş Datça’dayım/Ergen ışıklarla karşımda erguvana kesmiş/Gocadağ/Tüm engebesiyle yanıyor o koskoca kaya/Dağ keçileri düzlere kaçmış olmalı"

DATÇA COŞKUSU

Tanrı, uzun ömürlü olmasını istediği kullarını bu yarımadaya bırakırmış. Ben antik dönem coğrafyacılarının yalancısıyım. Aslında kokusu, havası, denizi, bademi, balı, üzümü, kekiği, ormanı, çiçekleriyle sarmaş dolaş olduğunuzda, her goncayı teker teker kokladığınızda, gerçekten de içinize bir yaşam coşkusu dolduğunu hissedersiniz. Aslında bu Datça coşkusudur. İnsana ömür aşılar.

Kalacağımız yer Datça’nın girişinde, Reşadiye köyündeki Mehmet Ali Ağa Konağı idi. Daha önceki Datça gezilerimde de bu konakta kalmıştım. 1800’lü yıllarda yapılan, o gün bu gündür çevrede "Gocaev" diye anılan konak, son sahibi Mehmet Pir tarafından aslına uygun olarak onarılmış, otel olarak hizmete açılmıştı. Yöredeki en düzgün tesis olduğu için burayı tercih ediyordum. Bir de cenneti andıran bahçesi, leziz yemekler sunan restoranı beni çekiyordu.

Otelin yöneticisi Sena Pir’in ikram ettiği üç kokulu (kekik, nane, adaçayı) Narpız çayını içip, puhu kuşunun ninnisini dinleyerek uykunun kollarına atıldım. Sabah melisa kokusu ve kuş sesleriyle uyandım. Kızılkiraz kuşu ile Karaboğazlı ötleğen geçen yıl da böyle cıvıl cıvıl ötüyorlardı. Katmerli pembe begonviller büyümüş, balkonlara dal atmışlardı. Mavi yaseminler, mis kokulu lavantalar bahçenin dört bir yanına öbek öbek dağılmışlardı.

KOY KOY YARIMADA

Çekim yerine doğru yola koyulduğumuzda, ağustosböcekleri cızırtılarını ayyuka çıkarmaya başlamışlardı bile. "İncir Sıcağı" tüm yarımadanın üstüne kalın bir yorgan gibi çöreklenmişti. Ormanın arasına daldığımızda pencereyi aralayıp, arabanın içerisini kekik kokularıyla doldurdum. Mor kekik, incir kekiği, peynir kekiği, bal kekiği, baharat kekiği... Tepelere kümelenen kekikler dağı taşı kokuya kesmişti.

Bir virajı dönünce gözlerim aşağıdaki çivit mavisi denizle çarpıştı. Şoföre "biraz duralım" dedim. Kıyıdaki Mesudiye’yi bir süre tepeden seyredip hasret giderdim. Geçen yıl da burada durmuş, uzun uzun bakmış, kuş olup denize doğru süzülmek istemiştim. Yine aynı duygularla dolup taştım. Öğrendiğime göre Yarımada’nın iki yüzünde tam 52 tane koy vardı. Ege’ye bakan tarafta Gökçeler Bükü, Küçük Çatı, Çatı, Kızılağaç, Alavara, Çakal, Damlacık, Mersincik, Murdala ve İskandil, Akdeniz’e bakan tarafta ise Palamut Bükü, Akvaryum, Ova Bükü, Hayıt Bükü, Kızıl Bük, Domuz Bükü, Kargı, Karaincir, Sarı Liman, Kara Bük, Çiftlik, Kuruca Bük, Günlücek, Lindos sıralanıyordu. Biz, Datça büklerinin en güzeline, Palamut Bükü’ne gidiyorduk.

Limanda, Gani Müjde’nin teknesinde kalkış hazırlıklarını yaparken, muhtar anlattı: Palamut Bükü’nün adı, denizdeki palamuttan değil de, palamut meşesinden geliyormuş. Koyun sırtını yasladığı tepe, silme palamut meşesiyle kaplıymış. Sonra tüm meşeler kesilip, yerlerine Akbadem ağacı dikilmiş. Palamutların adı da büke yadigar kalmış.

Muhtar el sallayıp gittikten sonra kaptan Gani söyledi biz yaptık; demiri çektik, halatları çözdük, kıyı kıyı yola koyulduk. Bir yandan kameralara poz verip soruları cevaplandırıyor, öte yandan da seyir konusunda bilgi alıyorduk. Sancakta, pusların içinde Simi adası görünüyordu. Palamut Bükü ise iskele tarafında tüm güzelliğini sergiliyordu. Lodos, yelkenlerin şişmesine izin vermediği için motora gaz verip, lacivert suları yara yara koylara girip çıktık. Denizden bakınca Datça daha lacivert, daha alımlı, daha davetkar görünüyordu.

Hayıt Bükü’ne öğle yemeği için halat attık. Dalgaların şıpırtısı eşliğinde ahtapot ızgarası, kalamar dolması, kabak çiçeği dolması, börülce, şef ne verdiyse yedik. Hazmı beklemeden Gabaklar Koyu’nun lacivert sularını kulaçladık. Röportaj bittikten sonra Gani Müjde’yle vedalaşıp konağın yolunu tuttum. Gün bitimine daha vardı. Sena Pir’le birlikte, Eski Datça’nın begonvillerle süslenmiş sessiz sokaklarında yürüdük. Sonra Can Yücel’in evine gidip, Güler Yücel’i ziyaret ettik. Güler, atölyesine kapanmış harıl harıl resim yapıyordu. Her bir tabloda ayrı bir öykü vardı.

RÜZGAR DA ESMESE

Karanlık basmadan konağa döndük. Bahçede püfür püfür esen rüzgar tüm sıcağı önüne katıp götürmüştü. Elaki Restoran’ın yöneticisi Coşkun Öndersever, yemek öncesinde önüme taze akbadem ile bir bardak buzlu rakı koydu, sonra anlattı: "Datça’nın rüzgarı meşhurdur. Denizden doğru eser. Datçalılar rüzgara Bülenti derler. Denizin serinliğini toplar getirir. Onun sayesinde Datça nefes alır. Konağın rüzgarı hiç eksik olmaz. Onun için kuşlar, bitkiler, insanlar burayı çok sever..."

Şef Aydın Aydemir, masayı birbirinden lezzetli yemeklerle donattı. Yemeklerin çoğu yerel esintiliydi. Mezelerden sonra masaya Sena Pir’in sürprizi geldi: Salyangoz Yahnisi. Geçen geldiğimde yiyememiştim. Sena Hanım ev ev dolaşıp, köylülerin yaz için buzlukta sakladıkları salyangozlardan almış getirmiş. Garaville denen salyangoz yemeği Yarımada’da dillere destandı. Bu lezzetli yemek mart ayında, bahar yağmurlarıyla birlikte topraktan çıkan ve körpe bitkilerle beslenen bu salyangozlarla yapılıyordu. Bol domates, maydanoz ve sarmısakla lezzetlendirilen yahninin, birçok derde derman olduğu söyleniyordu. Aydın usta (Mengenli), tıpkı bir Datçalı gibi çok lezzetli yapmıştı salyangoz yahnisini.

Ertesi gün dönüş yoluna çıktığımda hava alacakaranlıktı. Viraj viraj tırmanıp zirveye vardığımızda, güneş ilk ışıklarını Marmaris üstünden Gökova’ya gönderdi. O sırada bir koydan beyaz yelkenleri fora edilmiş bir tekne çıktı. Dümeni karşıdaki Akbük’e doğru çevriliydi. Yolun kıyısında bir karavan park etmişti. Yakamozlu, mehtaplı bir geceye karşı uyuyan bu şanslı sürücü, şimdi de dünyanın en güzel manzarasına karşı uyanacaktı.

Araba tepeden aşağıya doğru inerken hálá karavanlı gezgini, yelkenlerini şişirmiş tekneyi düşünüp kıskanıyordum. Bir Datça yolculuğu daha sona ermişti. Kısa, hızlı, keyifli, lezzetli... Her zaman olduğu gibi. Şimdiden bir dahaki kavuşmayı özlüyordum.
Yazarın Tüm Yazıları