Bu, uygarlıklar yatağı, Türkiye’nin en büyük kültür değeri Hasankeyf’in ölüm fermanının imzalanması demek. Baraj su tuttukça, tarihi kale-kent suların altına gömülecek, yer yüzünden silinip gidecek. Size bu hafta Hasankeyf’le vedalaşmanızı öneriyorum.
Bu yazı cuma günü yazıldığı için, aynı gün düzenlenen protesto gösterilerinin ve bir gün sonraki temel atma töreninin gerçekleşip gerçekleşmediğini bilemiyorum. Eğer bir aksilik olmadıysa, başta Hasankeyf olmak üzere, çevredeki 208 sit alanını sular altında bırakacak Ilısu Barajı’nın temeli, dün (5 Ağustos) Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından atılmış
olmalı. Törende bir konuşma yapan Başbakan Erdoğan, Ilısu Barajı’nın tüm Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin kalkınmasına önemli katkıda bulunacağını, bunun yanı sıra yörenin tarihi değerinin de koruncağını öne sürmüştür sanırım. Bu konuşmanın çok alkışlandığından eminim. Havaya renkli balonlar salındığını da tahmin ediyorum. Belki diğer hükümet büyükleri de hem barajın faydaları hem tarihin koruncağı konusunda konuşmalar yapmışlardır.
Öte yandan bölgeye çadır kuran "Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi"nin cuma günü düzenlediği etkinliklerde, bir gün sonra yapılacak temel atma töreni protesto edildiğini sanıyorum. Belediye başkanları, sanatçılar konuşmalar yapmış, şarkılar, türküler söylenmiştir. Protestolar ve şenlikler sabaha kadar sürmüştür. Ama bir faydası olmadığı da ortadadır.
Daha önceden gönderilen programa göre, cuma ve cumartesi günleri bunların olması gerekiyordu. Eğer bir aksilik yaşanmadan temel atıldıysa yazıklar olsun! Demek ki Hasankeyf’in ölüm kararı infaz edilmeye başlandı demektir. Protesto gösterilerinin ise kavgasız dövüşsüz, yarasız beresiz bittiğini umarım. İnşallah sadece gözyaşları dökülmüştür.
KİMSESİZ TOPRAKLAR
Hasankeyf’e ilk kez geçen yıl gitmiştim. Diyarbakır Havaalanı’ndan bindiğim otobüs, önce pamuk tarlalarının kenarından geçmişti. Sonra renkler değişmiş, toprak tüm bitkilerden soyunup çırılçıplak kalmış, kızarmış, bozarmış, kupkuru olmuştu. Anızları yakılmış buğday tarlaları, boz topraklarda kara lekeler gibi duruyordu. Kıvrıla kıvrıla giden asfalt yol, bazen kayalıklara doğru tırmanıyor, bazen de vadi tabanında, suya hasret kalmış dere yataklarının yanına iniyordu.
Batman’a doğru, eşek benzeri petrol pompalarını görmüştüm. Onları, önlerine konan samanları yemeye çalışan eşeklere benzetmiştim nedense. Sonra terk edilmiş mağara evleri gördüğümü hatırlıyorum. Dicle’nin kıyısından yükselen kayalara oyulmuş bu mağara evleri, hayalimde bir mağara otele dönüştürmüş, böyle bir otelden tüm dünyada söz edileceğini düşlemiştim.
Yol kimsesiz kaya evlerden sonra, Dicle’nin koluna girip Hasankeyf’e ulaşmıştı. Burası aslında çok adlı bir kale kentti. Hesna de Kepha, Hısn Keyfa, Cepha, Kastron Piskkephas, hepsi de buranın adıydı ve hepsi de kayayla orada yaşayanlar arasındaki çetin bağı gösteriyorlardı. Hasankeyf buranın son ismiydi. Suların örteceği bir kente nasıl olsa başka isim gerekmeyecekti.
Otobüs köprüyü geçtikten sonra kasabanın dar sokaklarına girmişti. Kimse bize dönüp bakmamıştı bile. Turistleri mi kanıksamışlardı yoksa bizlerden umutlarını mı kesmişlerdi? Kestirememiştim. Vadinin sonunda otobüsten inip, peşime takılan iki küçük rehberin eşliğinde tepedeki kaleye doğru tırmanmaya başlamıştım. Hava çok sıcaktı. Kıvrım kıvırım tırmanan dik bir yoldu. Neredeyse her kıvrımdan sonra bir geçit vardı. Zirveye vardığımda kan ter içinde, nefes nefese kaldığımı hatırlıyorum.
Rüzgar alan bir yıkıntının üstüne oturup, çevreye bir göz atmıştım. Karşıda bulutların gölge düşürdüğü boz bir dağ vardı. Eteklerinde ise yarısı yeşil, yarısı sarı bir ova uzanıyordu. Yaz yorgunu deli Dicle sakin akıyordu. Halbuki tarihçiler onun akışına bakarak, "Tanrısal bir dehşet ve saygınlık yüklü" diye yazmışlardı. Nehrin kıyısında bir nazar boncuğu gibi parlayan Zeynel Bey kümbeti, biraz ileride 1409 yılında yapılmış El Rızk camisinin tek başına kalmış minaresi, kervanları nehrin üstünden aşıran Artuklu Köprüsü’nün bugüne miras kalmış kemerleri ve sular altında kalacak evler tabloyu tamamlıyordu.
ERİŞİLMEZ KALE
Manzaraya dalıp gitmiş, kendimi Hasankeyf’in geçmişinde bulmuştum. Burası Mezopotamya’daki kale kentlerin en erişilmezlerinden birisiydi. Bu kenti Dicle’nin deli deli akan suyunun gücünü bilenler kurmuştu. Hasakeyf, eteklerinden gürül gürül akıp giden nehre rağmen suya hasretti. Çünkü yağmurlarla oluşan dereler, seller bir acele tepeden aşağıya inip, Dicle’nin sularına kavuşuyor ve uzak diyarlara akıp gidiyordu. Onun için Hasankeyf’te, suyun bir damlası bir pırlanta kadar değerliydi. Kent suya bu kadar hasretliyken zaman Ortaçağ’ı gösteriyordu. O zamanlar dereleri tepeleri aşıp kaleye gelenleri işlemeli kapılar, minareler, sütunlar, doğal kemerler, saray duvarları, kemerli köprüler karşılardı. Hasankeyf, yüzyıllar boyu kendisine sığınmış uygarlıklara güven duygusu vermişti. Onları tehlikelere karşı korumuş, düşmana teslim etmemişti. Onun için bu tepeden yansıyan kültürel mirasın ışığı, asırlar boyu çevreyi aydınlatıp durmuştu.
ZAMAN ORTAÇAĞDI
"Burası ilmi arzulayanların kenti" dendiğinde de zaman yine Ortaçağ’ı gösteriyordu ve kale-kent Selçuklunun Artukoğulları’na emanet edilmişti. Sonra el değiştirdi. Kültürler katmanlaştı. Hasankeyf’in yapıları, Doğu ile Batı’nın, Bizans ile Pers’in, Sasani’nin, Hıristiyan ile Müslüman’ın buradaki varlıklarını tüm açıklığı ile gösterir olmuşlardı. Zirvede eski Roma kalesinin yerine yapılan ve 14. yüzyıla tarihlenen kale, M.S 2. yüzyıldan kalma kaya kiliseleri, Artuklu taş ustalarının el emeği olan Büyük Saray, duvarlarına altından şiirler işlenen Küçük Saray, Dicle’ye inen merdivenler, gizemli yer altı yolları, Eyyubi sultanının 728 yılında yaptırdığı Ulu Cami, Süleyman Eyyubi’nin yaptırdığı Cami-el Rızk, Sultan Süleyman Camii, Kızlar Camii, bahçeler, hanlar, çarşılar... Dicle Nehri’nin ve dağlardan inen sel sularının binlerce yılda oyduğu derin kanyonlarla çevrili kayalıkların üstündeki Yukarı Şehir, nehrin güney yakasındaki düzlüğe kurulmuş aşağı şehir ve kuzeydeki Raman Dağı’nın eteklerindeki mahallesiyle Hasankeyf, dayanabildiği kadar dayanmıştı.
Tepede uzun uzun kalıp, aklımı fikrimi Hasankeyf ile doldurmuş, bir daha göremeyeceğim manzaraları doya doya seyretmiştim. Sonra Dicle’nin kıyısına kurulmuş sundurmaların gölgesine sığınıp, yörenin lezzetli yemeklerini yemiş, buz gibi ayranlarını kana kana içmiştim.
Dünkü temel atma töreninden sonra, bu muhteşem geçmişin gözler önünden silinip gideceğini düşünmek beni hüzünlendirdi. En son 1260’ta Moğol istilası zamanında yakılıp, yıkılan kente son darbeyi indirmek Türkiye Cumhuriyeti’nin AKP hükümetine nasip olmuştu demek. Bir yanda bölgenin kalkınmasına önemli katkıda bulunacak Ilısu Barajı ve Hidroelektrik Santralı, öte yanda yok olup gidecek Türkiye’nin en büyük kültürel değeri ve çevredeki kayaları yuva bilmiş alaca yalıçapkınları, küçük kerkenezler, tavşancıllar, kızıl akbabalar, boz kiraz kuşları... Acaba bu işin bir orta yolu bulunamaz mıydı? "Geçmişi yok edersen, geleceksiz kalırsın" diyen bilgelere
kulak vermek gerekmez miydi?...
BİR ÖNERİ DAHA İzninizin tamamını kullanmadıysanız, kalan bölümün 3-4 gününü Mardin ve Hasankeyf’e ayırmanızı öneririm. Mardin daracık sokakları, muhteşem taş evleri, camileri, kiliseleri ile görülmesi şart olan yerlerin başında geliyor. Ayrıca yörenin muhteşem tatlarını da ihmal etmemenizi öneririm. Tabii Süryani şarabının tadına bakmayı da... Oradan Hasankeyf"e geçip, bu uygarlıklar yatağını dünya gözüyle son kez görmenizi, ona veda etmenizi öneririm. Tadı damağınızda kalacak, yıllarca anlatacağınız bir tatil geçireceğinizden emin olabilirsiniz.