AKP hükümetinin son İçişleri Bakanı ve “çözüm süreci” boyunca zamanın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın müsteşarı olan Efkan Ala da çözüm süreci boyunca PKK’ya dokunulmamasının sorumluluğunu güvenlik güçlerine attı.
Televizyonda katıldığı bir programda şöyle dedi:
“Kırsalda jandarma tam yetkilidir. Şehir içerisinde emniyet tam yetkilidir ve buralarda terörist faaliyetlerin hiç aksamadan durdurulması için her türlü yetkileri vardı, vardır zaten. Bunun ortadan kaldırılması için hiçbir düzenleme yapılmamıştır. Bir kere jandarma ya da emniyet herhangi bir terörist faaliyete engel olmak için validen onay almak zorunda değildir. Böyle bir şey yok.”
Ala, ayrıca şunu da soruyor: “Jandarmanın ya da emniyetin o çözüm süreci boyunca söyledikleri herhangi bir yetkisi alınmış mı Meclis’e getirilen bir yasayla?”
Çözüm süreci boyunca güvenlik güçlerine PKK’nın geçiş yollarından uzakta durulmasının, sıcak temas kurulmayacak bir mesafeden takip edilmesinin emredildiği gizli bir bilgi değil.
Bu konuda valilerin izninin istenmesi uygulaması da bizim kafadan attığımız bir şey değil. EMASYA Protokolü’nün kaldırılmasından bu yana, neredeyse beş yıldır böyle.
Zaten Cumhurbaşkanı da 16 Eylül günü TRT’deki programda şöyle konuşmuştu:
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, “Cumhurbaşkanı hiçbir şeye karışmasın demek aslında Cumhurbaşkanı görevini yapmasın demek. Herkesin bir hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı var. Bu hesabı görmek Allah’a aittir, olay budur” dedi.
“Cumhurbaşkanı’nın görevleri” ile “Allah’ın göreceği hesap” nasıl aynı cümle içinde yer alabiliyor, merak etmemek mümkün değil.
Allah kuşkusuz ki kendi hesabını, görmesi gereken zamanda görecektir ama bu hesap ile uyulması gereken Anayasa arasında nasıl bir bağ var?
Cumhurbaşkanı, çok ucuz bir demagoji yapıyor aslında.
Birbiriyle alakası olmayan iki şeyi sanki aynı durumun bir sonucu gibi sunarak, kendisini dinleyenleri kandırmaya çalışıyor.
Birincisi kimsenin “Cumhurbaşkanı hiçbir şeye karışmasın” dediği yok.
Söylenen açık: Cumhurbaşkanı, Anayasa’da yazılı görevlerinin dışına çıkmasın, Anayasa’ya ve göreve başlarken namusu ve şerefi üzerine ettiği yemine uysun!
Bu itiraz 11 Haziran 2014 tarihinde mahkeme başkanının karşı oyuna rağmen daha düşük rütbeli iki askeri yargıcın oyuyla reddedilmişti.
O karara muhalefet şerhi düşen mahkeme başkanı Hava Hâkim Albay Mustafa Pürtaş, karşı oy yazısında şöyle diyordu:
“Kovuşturmaya yer olmadığı kararının kamu vicdanını tatmin etmeyeceği, kısa vadede maslahata uygun ve kamu yararına uygun gözükse de uzun vadede mülkün temeli olan adalet duygusuna ve devlete zarar vereceği düşüncesi ile çoğunluk kararına karşı oy kullandım.”
Albay Pürtaş’ın karşı oyunda belirtiği sonunda gerçek oldu.
İdare-i maslahat işe yaramadı ve gerçekler ortaya döküldü.
Cumhuriyet’te Kemal Göktaş’ın haberlerinden öğrendik ki bölgede görev yapan sıralı bütün askeri yetkililer söz konusu kişilerin, terörist değil kaçakçı olduğunu değerlendirmiş.
Ama MİT’ten kaynaklandığını bildiğimiz istihbarat hatası, sonunda zamanın Genelkurmay Başkanı’na gece yarısı evinde imzalatılan bir emir ile ağır bir katliama neden oldu.
Başbakan “eşzamanlı operasyonlar” ile bu tehdidin bertaraf edildiğini söylüyor.
Ama ona mı inanacağız yoksa ülkenin değişik yerlerindeki valilerin, il ve ilçe seçim kurullarına, sandık taşımak için söyledikleri gerekçelere mi inanacağız, karar veremedim doğrusu.
Valilere bakılırsa terör tehdidinin belinin kırılması bir yana, Türkiye hükümeti ülkenin bazı kent ve kasabalarında güvenli seçim yapılabilmesini sağlayabilecek durumda bile değil!
Anayasa ve Seçim Kanunu’na, YSK’nın daha önce verdiği kararlara aykırı sandık taşıma kararları bu gerekçeyle veriliyor.
37 gün sonra bir seçim daha yapacağız. Ciddiye alınacak kuruluşların yaptıkları araştırmalara bakılırsa bir önceki seçime benzer bir tablo ile karşılaşacağımız görülüyor.
Çok da yadırganacak bir sonuç olmaz bu, çünkü 7 Haziran seçimlerinden bugüne kadar geçen süre içinde seçmen davranışlarını kökünden değiştirecek bir gelişme yaşamadık.
PKK’nın artan saldırılarını ve can kayıplarını elbette önemsiz bulmuyorum ama bu kutuplaşma ortamında tarafları daha da keskinleştirecek bir durum bu.
Bu seçimin en önemli sorunu kuşku yok ki seçimin güvenliği ile ilgili.
Son seçimde “kıl payı” farklarla milletvekilliği kazanılan iller oldu ve bu illerde bin oyun bile sonucu etkileyebileceğini biliyoruz.
Onun için tıpkı geçen seçimde olduğu gibi kötü niyetli girişimlere karşı sandığa sahip çıkmak gerekiyor. Bu siyasi partilerin olduğu kadar biz vatandaşların da görevidir.
Oy ve Ötesi gibi sivil girişimler, son iki seçimde önemli ölçüde bu vatandaşlık görevini yerine getirdi.
UÇAK, Toroslar’ın üzerinden denize doğru alçalıp körfezin üzerinden geniş bir yay çizerek Antalya’ya doğru inerken gözlerim aşağıdaki beton cangılında çocukluğumun Antalya’sından tanıdık bir şeyler aradı:
Mevsime göre yasemin ya da portakal çiçeği kokan sokaklar, bahçelerde ağaçların arasında kaybolmuş gibi duran evler, Yivli Minare, Kale Kapısı.
Yivli Minare’yi seçer gibi oldum kaybettim, geri kalanından sanki eser bile kalmamış gibiydi.
Benim çocukluğumun Antalya’sı 60 bin nüfuslu, küçücük, şahane bir şehirdi.
Her yer yemyeşildi, toprağa odunu batır, yeşillenirdi, öyle bir kentti.
Akşam saatlerinde arklara verilen suyla tüm bahçeler sulanır, bizler de çam ağaçlarının kabuklarından oyarak yaptığımız kayıkları yüzdürürdük.
İnsan eliyle yeşillenmeyen yerlerde de kargılar boy verir, içlerinden en uzununu seçip olta yapardık.
BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu, parti liderlerine çağrı yapmış. Dün gazetelerde bu haber “Başbakan’ın 4 çağrısı” başlığı ile yer aldı.
Bu çağrılardan biri seçim kampanyası sırasında siyasetçilerin ailelerinin işe karıştırılmaması.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da bu çağrıya olumlu yanıt vermiş.
Gerçi biraz serzenişte bulunmayı da ihmal etmemiş, eşinin adının AKP yandaşı kanallarda iğrenç yalanlarda geçirildiğini hatırlatıp, “Davutoğlu o vakit ağzını açıp buna bir şey söylememişti” demiş.
Normal bir durum. Bu İslamcı siyaset anlayışının bir gereği.
Kendine yapılana avazın çıktığı kadar bağır, ama aynısını rakibe yapabilirsin!
Kılıçdaroğlu’nun yerinde ben olsam Davutoğlu’nun bu çağrısına “tebessüm” ile yanıt verirdim.
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu ve TBMM Başkanı İsmet Yılmaz, “teröre karşı” düzenlenen mitingde konuştular.
13 yıldır iktidarda olup da terörü önleyemeyenlerin, teröre karşı miting düzenlemeleri oldukça ilginç tabii.
Mitingin ilginç olmayan tarafı, sözde sivil toplum kuruluşları tarafından düzenlenen mitingin seçim propagandasına dönüştürülmüş olması.
“Tek ses” mitinginden anladıkları da bu olmalı.
Başka sese tahammülleri yok, kendileri söylesin, herkes dinlesin, başkası konuşmasın derdindeler.
Nitekim “Meclis’te PKK istemiyoruz” sloganı atılıyor ardından Başbakan şunu söylüyor:
“O zaman 1 Kasım’da çok çalışacaksınız, bunları baraj altında bırakacaksınız. Ve Meclis’te yeniden birliğin sembolü olan AK Parti’yi tek başına iktidara getireceksiniz.”