O fotoğraf Milliyet’in yazıişleri masasında önüme geldiğinde aklıma ilk gelen şey Ceyhun Atuf Kansu’nun yazdığı bir şiirdi.
Rahmetli Ceyhun Atuf Kansu, bu şiiri yıkılan bir köy okulunun duvarının altında hayatını kaybeden bir öğretmenden etkilenerek yazmıştı.
O köy öğretmeninin adı Şefik Sınığ idi ve son sözleri “Bana çiçek getirin, dünyanın bütün çiçeklerini buraya getirin” olmuştu.
Şöyle yazacaktı Ceyhun Atuf Bey:
“Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum, / Bütün çiçekleri getirin buraya, / Öğrencilerimi getirin, getirin buraya, / Kaya diplerinde açmış çiğdemlere benzer / Bütün köy çocuklarını getirin buraya, / Son bir ders vereceğim onlara, / Son şarkımı söyleyeceğim, / Getirin getirin ... ve sonra öleceğim.” (Dünyanın bütün çiçekleri isimli bu şiiri internetten bulup sonuna kadar okumanızı öneririm.)
Medine Dilek Yıldırım’ın sonradan “Baba Beni Okula Gönder” kampanyasının sembolü olan o fotoğrafını gördüğümde hatırladığım dize de buydu:
SUÇ işlemek için örgüt kurmak diye bir suç var, bunu artık Türkiye’de duymayan kalmamış olmalı.
Çünkü üç kişi bir araya gelip aynı şarkıyı söylese bile bazen savcılar bunu “örgütlü suç” kapsamına rahatlıkla sokabiliyorlar, mahkemeler de cezayı yapıştırıveriyor.
Ama İstanbul’da iki Sulh Ceza Hâkimi, Ahmet Hakan’ı darp etmek ve susturmak için bir araya gelen şahısların “suç örgütü” olmadığını düşünüyor.
Bu şahıslar, eski polis memuru Yaşar Kemal Gezer tarafından bir araya getirilmiş ve Ahmet Hakan’a “dersini vermek” amacıyla bir plan yapmışlar. Söz konusu eski polis memuru, bu emrin “reisten” geldiğini ve bunun için para alacaklarını da söylemiş. Sanıkların ifadelerine göre 100 bin lira!
Demek ki bu örgütün bir de finansörü var.
Örgütteki bir diğer eski polis, eylem talimatını vermiş. Şüphelilerden birisine de başka isimler adına üç telefon hattı temin etme ve saldırının gerçekleştiği yerde keşif yapma görevi de verilmiş.
Demek ki yukarıdan aşağıya bir hiyerarşik yapı var, çete üyeleri arasında işbölümü var, emirler yukarıdan veriliyor, aşağıdakiler uyguluyor.
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, son günlerdeki hava sahası ihlalleri ve uçaklarımıza radar kilitleme olayları ile ilgili olarak şöyle konuştu:
“Rusya’nın Suriye’de yaptığı orada kendine bir üs kurmak istemesi ve bizim sınırlarımızı ihlal etmesi.”
Cumhurbaşkanı bu bilgiye nereden ulaştı bilemiyorum ama büyük olasılıkla o bilginin kaynağı Dışişleri Bakanlığı değil, Saray’daki kerameti kendinden menkul danışmanlar ordusu olmalı.
Öyle olmasaydı geçtiğimiz günlerde “Rusya’nın Suriye’ye bir sınırı yok, Rusya Suriye ile niye bu kadar ilgileniyor” diye garip bir soru da sormazdı zaten.
Cumhurbaşkanı’na herkesin bildiği bir sır vereyim ama benden duymuş olmasın: Rusya’nın Suriye’de bir askeri üssü var hem de 1971 yılından beri!
1971 yılında Sovyetler Birliği döneminde bu üs kurulmuştu, 2005 yılında yenilenen anlaşmayla Rusya daha uzun yıllar Akdeniz’de, Suriye’nin Tartus liman kentinde bulunan bu üssü kullanmaya devam edecek.
Bu üs Rusya için Akdeniz’deki varlığını korumak anlamına geliyor ve bundan vazgeçmeyeceğini daha Suriye’nin içi karışmadan önce bile tahmin edebilmek mümkündü.
İÇİŞLERİ Bakanlığı’na sunulan bir “risk raporuna” göre 20 il, 69 ilçe, 300 köy ve mahallede, seçim güvenliği ile ilgili riskler mevcutmuş.
Bununla ilgili haber dün Hürriyet’te yayımlandı.
Rapora göre 13 ilçe “yüksek riskli” bulunuyormuş ve bu ilçelerde bombalarla tuzaklanmış mahalleler varmış.
Bu rapor, İçişleri Bakanı’nın da katıldığı bölgesel toplantılarda tartışılmış.
Şunu merak ettim: Acaba İçişleri Bakanı, kendisine bu raporu sunanlara ne dedi?
Mevcut İçişleri Bakanı, seçim nedeniyle kurulan hükümete dışarıdan “tarafsız” olarak atandı.
Tarafsızlığı tartışılabilir belki ama sonuç olarak bir aydır İçişleri Bakanlığı yapıyor.
BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu’nun “Bana oy verin, ben de götürüp mührü Saray’a teslim edeyim” anlamına gelen seçim beyannamesi dört ay önce CHP’ye “Kaynak nerede” diye çıkıştıkları vaatlerin benzerlerini içeriyor.
O vakit CHP’yi bu ekonomik vaatleri nedeniyle “Nasıl olsa iktidara gelemeyecek, bol keseden dağıtacağını söylüyor” diye eleştirenler şimdi de aynı şeyi AKP için söyleyecekler mi, hiç sanmam.
Tabii, bunları madem yapabiliyordunuz, 13 yıldır tek başınıza iktidardayken neden aklınıza gelmedi sorusu da bir kenarda duruyor.
Seçim beyannamesi, esasen Saray’ın korkularını yansıtıyor.
En büyük korku da bağımsız yargının bu ülkedeki varlığı!
Onun için bu bağımsızlığı sona erdirecek, vatandaşların devlete karşı hak arayışlarını sınırlayacak bir yaklaşım var.
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru olanaklarının sınırlanması bunlardan biri.
“Hukuk devleti kuralları içinde de mutlaka sorumlular yakalanıp adalete teslim edilecektir. Nitekim Ahmet Hakan olayında teslim edildi, Murat Sancak olayında da yakalandı.”
Programı yöneten tabii uslu bir gazeteci, Başbakan’a Murat Sancak’a güpegündüz 18 kurşun sıkanların henüz yakalanamadığını söyleyemedi.
Çünkü biliyorsunuz yandaş medyada öyle kontra soru sormak yok, hangi soruları sormalarına izin veriliyorsa, ancak o soruları sorabiliyorlar.
Acı gerçeği Başbakan’a ben söyleyeyim: Murat Sancak’a saldıranlar henüz yakalanamadı.
Çünkü İstanbul Emniyeti, bunca MOBESE kamera kaydını inceledi ama bir türlü Sancak’a saldıranların kullandığı otomobilin ve saldırganların izine rastlayamadı.
Doğrusunu isterseniz bu bana çok garip geliyor.
Mesela Amerikalı kadın fotoğrafçı Sarai Sierra’yı kamera kayıtlarından yüzbinlerce kişinin içinde bulup, katilini yakalamayı başaran bir polis teşkilatı bu.
‘MEKSİKALI’ filminde Samantha rolündeki Julia Roberts, “bir dargın, bir barışık” sevgilisi Jerry’ye (Brad Pitt) şunu soruyordu:
“Birbirini gerçekten seven ama bir türlü tam olarak anlaşamayan sevgililer ne zaman ayrılırlar?”
Jerry’nin yanıtı kısaydı: “Hiçbir zaman!”
Filmi ve bu repliği hatırlamamın nedeni bu ay her şeyiyle yenilenen ve gerçekten çok güzel bir kentli dergiye dönüşen Tempo dergisinde okuduğum bir yazı oldu.
Yazı, 1960’ların sonlarında başlayıp “ölüm onları ayırana kadar” süren Jane Birkin–Serge Gainsbourg aşkı ile ilgili.
“Bohem dünyanın bu kült aşkı”, tam da Samantha’nın sorduğu soruda tarif ettiği türden bir aşktı.
Birbirlerini gerçekten delicesine seven ama bir türlü bir arada da yaşayamayan iki sevgilinin aşkının, hiçbir zaman bitmeyeceğini gösteren örneklerden biriydi.
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, 13 Şubat 2015 tarihinde Meksiko City’deki basın toplantısında, ABD’de 3 Müslüman gencin öldürülmesinden sonra Obama’ya hitaben şunları söylemişti:
“Ben Obama’ya sesleniyorum, ‘Neredesin Başkan’ diyorum. Biz siyasiler, ülkemizde işlenen cinayetlerden sorumluyuz. Tavrımızı ortaya koymak zorundayız. Çünkü halk size oylarını verirken ‘Benim can güvenliğimi, mal güvenliğimi sağlayacaksın’ diye veriyor. Eğer siz, bu tür bir olay karşısında sessiz kalırsanız dünya da size her zaman sessiz kalacaktır.”
Ben de buradan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sesleniyorum, “Neredesiniz Sayın Cumhurbaşkanı” diyorum!
Siz siyasiler, can ve mal güvenliğimizi sağlamak için oylarımızı aldınız.
Tavrınızı açıkça ortaya koyun lütfen artık.
Gazetemize saldırıldığında siz çıkıp saldırıyı kınayabilseydiniz, bir tek söz söyleyebilseydiniz, devlet görevlilerinin de tutumu farklı olurdu.
Dün bu yazıyı yazdığım saate kadar da her gün her konuda açıklama yapan Cumhurbaşkanlığı’ndan, Ahmet Hakan’a bir “Geçmiş olsun” mesajı gelmemişti.