Fethullah Gülen de dün internetten izlediğim bir konuşmasında bir etkili siyasetçi için hazırlanmış “kasetten” söz etti, “özel bir duruma ilişkin” bir kasetten!
Hükümet ile cemaat arasındaki iktidar mücadelesi artık üstü örtülemez hale geldiğinden beri kamuoyunda da bir kaset söylentisidir gidiyor.
“Bilmem kimin kardeşinin kasedi varmış, bilmem hangi önemli siyasetçinin kasedi varmış, sadece bir değil, çok sayıda kaset varmış” gibisinden dedikoduların bini bir paraya gidiyor.
Çağımız sosyal medya çağı ya, yayıldıkça yayılıyor, Erdoğan ve Gülen gibi güç sahiplerinin imalı konuşmaları da bu rüzgârı güçlendiriyor.
Taraflar “ellerinde bir şeylerin olduğunu” yayıp, bir tür “dehşet dengesi” mi yaratmak istiyorlar yoksa gerçekten böyle şeyler var ve ortam bunların ortalığa saçılacağı günlere mi gebe, bilemiyorum.
Ama bildiğimiz bir şey var ki böyle olayları yaşadık ve ne hükümet ne de cemaat o vakit bununla ilgili olarak kıllarını bile kıpırdatmadılar.
Hadi diyelim ki “cemaat” adı üzerinde bir topluluk, ama hükümetin elinde bunlarla mücadele etmek için polisi, MİT’i, yargısı var ama “tık” duymadık.
Arada bir gazetelerde boy gösteren ve “Bir konuşursam yer yerinden oynar” diyenlerin çok sayıda olmasından da anlarız.
Onlar öyle şeyler bildiklerini iddia ederler ki ağızlarını açıp konuşmaya başlamaları ile birlikte her şeyin altüst olacağı izlenimini verirler.
Bu kadar geveze, gördükleri her mikrofona, her ortamda bir şeyler söyleyebilen insanların yaşadığı bir toplumuzdur ama “bir ağzımı açarsam” diye tehditler savuranların da hiçbiri konuşmaz nedense.
Bir şey bilmediklerinden ama bildiklerine dair bir hava yaratmaya çalıştıklarından mıdır, yoksa konuştukları zaman gerçekten bir deprem olacağına inandıklarından mıdır, bilemiyorum.
Baktım bu kervana Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da katılmış.
Trakya gezisinde yaptığı konuşmalardan birinde
şöyle diyor:
Buldukları çözümlerden biri de boşanmak için mahkemeye giden çiftlerin, yargıç tarafından en az dört seans sürecek bir evlilik terapisine yönlendirilmesi.
Böylece boşanmaya karar veren çiftler, terapistin sözlerinden ikna olarak birbirlerine yeniden bağlanacaklar ve boşanmaktan vazgeçeceklermiş.
Toplumda çok sayıda boşanmış kadın ya da erkeğin nasıl bir sorun yaratabileceği ile ilgili bir fikrim yok ama çocuk sayısına bile karışmak istediklerine göre karı–koca arasına girmeye çalışmalarını da normal karşılamak gerek.
Yanlış anlaşılmasın, evlilik düşmanı sayılmam ama toplumdaki boşanmaların sayısını azaltmak için gerçekten işleyecek bir politika arıyorlarsa, onlara evliliği yasaklamalarını öneririm. Nasıl olsa “yasakçılık” konusunda bir sorunları yok, bunu da yapabilirler.
Çünkü şöyle bir söz hatırlarım: “Boşanmanın birinci nedeni evliliktir!”Ben de evlenmekten korkan genç arkadaşlarıma genellikle şöyle takılırım: Akıllı ol, evlenmezsen, boşanamazsın!
Ahmet Rasim vaktiyle şöyle demişti: “Birbiriyle evlenmemeleri icap edenler varsa onlar da birbirlerine âşık olanlardır.”Türk olmak kolay değil tabii. Benim gibi meraklıları dışında kimse Ahmet Rasim’i hatırlamıyor ama Danimarkalı filozof Sören Kirkegaard da ona benzer şeyler söylemişti ve dünya onu daha çok tanıyor. O da, toprağı bol olsun, şöyle söylemişti: “Evlilik gerçekten aşk değildir ve bu nedenle de iki kişinin tek bir ruh değil, tek bir ten oldukları durumdur.”Kirkegaard, hayli ilerlemiş yaşında 17 yaşındaki Regine Olsen’e tutulmuştu. Pek kabul edebileceğim bir durum değil ama bir filozof olduğu için o kendisine bir gerekçe de yaratmıştı tabii: “Eğer yaşamını aşka göre yaşamaya hazır değilse, felsefeyle uğraşmaya kalkmasın kimse.”Ama gelin görün ki o da “evlilikten korkan” tiplerden biriydi, evliliğin aşkı öldüreceğine inanıyordu ve deli gibi âşık olduğu Regine’den bu korkusu nedeniyle ayrılmıştı.
Akşamları iş bittikten sonra, bizim dergi grubundaki arkadaşlarla Trump Towers’ın altındaki Fratelli’nin barında buluşuyoruz. Ayaküstü sohbet ediliyor, kimi 5–10 dakika takılıp gidiyor, kimisi “happy hour”u trafik hafiflesin bahanesiyle uzatıyor.
Fotoğrafta AKP’nin ilk kadın büyükşehir belediye başkanı adayı Aile Bakanı Fatma Şahin de var.
Fethullah Gülen cemaatinin Bugün gazetesi bu fotoğrafın iki tarafını kesmiş, Fatma Şahin ile Başbakan Erdoğan fotoğrafta yalnız kalmışlar.
El ele tutuşmuş bir erkek ve bir kadın!Ne büyük günah!Başbakan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan bunu “Belden aşağıya vurmak, seviyesizlik, tefessüh etmişlik” olarak yorumluyor.
Bugün gazetesi ise fotoğrafın böyle kullanılmasının nedeninin Fatma Şahin’in ilk kadın büyükşehir belediye başkanı adayı olması haberiyle ilgili olduğunu söylüyor.
Tartışmayı izlerken düşündüm, “Gazete yöneticisi olsaydım o fotoğrafı böyle kullanır mıydım” diye.
Sanırım kullanırdım, çünkü haber İslamcı bir partinin ilk kadın büyükşehir belediye başkanı adayı haberi ile ilgili. Öte yandan şunu aklımın ucundan bile geçirmezdim: “Bir kadın ile bir erkek el ele tutuşmuş, bundan şimdi başka yorum çıkar, en iyisi böyle yapmayalım.”
Aklıma bile gelmezdi çünkü o el ele tutuşmanın bir kadın–erkek ilişkisi ile ilgisi yok. Aynı saftaki iki siyasetçinin bir ve beraber olduklarını gösteren bir eylem sadece!Ama gördüğünüz gibi AKP’nin en ileri gelenlerinden birisi bu fotoğrafı görünce şeytan çarpmışa dönüyor. “Seviyesizlik” diyor, “tefessüh etmişsiniz” diyor.Bir yandan modernleşmiş, kadının yerinin sadece evi olmadığını, siyasette önemli görevlere de gelebileceğini kabul ediyor; diğer yandan bilinçaltında hâlâ geri kalmış, bir kadın ile erkeğin el ele tutuşmasından kötü anlamlar çıkarılabileceğini düşünüyor.Hatırlarsınız, eski Sağlık Bakanı, bir davette Cumhurbaşkanı’nın eşinin elini de sıkmamış, görmezden gelip, geçmişti.
İki yıllık geçiş süreçlerinden, öğrenci başına yapılacak yardımlardan vs. söz ediliyor da dershaneleri doğuran sonuçların üzerine eğilmek elbette ihmal ediliyor.
İhmal edilmesi normal çünkü bu iş uzun vadeli ve ciddi bir çalışmayı, planlamayı gerektiriyor, ki bizim günlük yaşayan siyaset düzenimizde bununla uğraşan elbette yok.Bütün Milli Eğitim sistemimizin ciddi bir reforma hatta devrime ihtiyacı var ama hükümetin ilgisi ise okullar aracılığıyla toplum mühendisliği yaparak İslami bir toplum yaratmaya yönelik.Bu köşede sizlere daha önce sözünü ettiğim PISA testlerinin 2012 sonucu da açıklandı, eğitimimiz yerlerde sürünüyor.OECD tarafından yapılan bu araştırma öğrencilerin matematik, fen ve okuma düzeylerini ölçüler ve Türkiye 64 ülke arasında 42. sırada, OECD ortalamasının da çok gerisinde.
Bununla ilgili haberler dünkü gazetelerde yer aldı.
Bir kez daha ortaya çıkıyor ki eğitim sistemimiz ne doğru dürüst matematik öğretebiliyor, ne Türkçe, ne fen ne de bir yabancı dil.
Hükümetin eğitimle ilgili tek derdi her çocuğu imam hatibe yollamak, imam hatibe gitmeyeni açık liseye mahkûm etmek.Çünkü kafalarındaki İslami bir toplum yaratma hedefine böyle ulaşabileceklerini düşünüyorlar.
Memleketin geleceği umurlarında bile değil.
Dini eğitimle dünyanın hangi ülkesinde bilim gelişmiş, teknoloji üretilir hale gelmiş? Bununla ilgilenmiyorlar bile.
Bir hukuk garabeti
Bir yüzbaşı, bir konferans verdi ve orada “Kürt diye bir millet yoktur, onlar Dağ Türkleridir, karda yürürken kart kurt diye ses çıkardıkları için zamanla böyle anılır olmuşlardır” diye anlattı.
Bunu kulaklarımla duymamış olsaydım ve birisi bana bunu aktarmış olsaydı, abarttığını düşünürdüm ama aynen böyle dedi!
Yarım yüzyılı geride bıraktım, ikinci yüzyıldan hızla yıllar alıyorum artık yeni bir şey daha öğrendim ki “Türk” diye de bir şey yokmuş!Prof. Dr. Yasin Aktay diyor ki “Türk dediğin bir sentezdir zaten. Türk diye bir ırk yok”!Şaşırdım doğal olarak. Bugüne kadar karşılaştığım yabancılar “nereli” olduğumu sorduklarında “Türk’üm” diyordum, demek ki yalan söylüyormuşum. Bundan sonra sorarlarsa ne yanıt vereceğimi biliyorum artık: “Ben bir sentezim”!Arkadaşım Fabrizio da kendisini İtalyan zannediyor mesela. Ona da diyeceğim ki “Hayır, sen olsan olsan bir sentez olabilirsin ancak”.
Çünkü Prof. Dr. Atay diyor ki: “İnsanın 3–4–5–6 nesil öncesine baktığın zaman, şimdi kendini zannettiğinden çok farklı çıkıyor insanlar.”Tabii aslında Fransızların, İtalyanların, Almanların filan işleri daha kolay!
Onlar kilise kayıtlarından nesillerce geriye doğru gidebilirler ve “sentez mi orijinal mi olduklarını” öğrenebilirler.
Bizim memlekette maalesef böyle bir şansımız pek yok.
İngiltere’de yayımlanan bir “aile ağacı” dergisi vardı, okuyanlar kendi aile ağaçlarını nasıl yapabileceklerini, soylarını nasıl araştırabileceklerini öğreniyorlardı. O dergiyi burada da yayınlamak istedim, arkadaşlar araştırdılar, böyle çok gerilere giden kayıtlara ulaşabilmek neredeyse mümkün değil ülkemizde.
Emine Hanım’a hakaret ettiği için Genç’in cezalandırılmasını talep ediyorlar.
Savcılığın bu başvuruyu nasıl değerlendireceğini elbette bilemiyoruz, bağımsız yargı gereği neyse onu yerine getirir diye düşünelim.
Erdoğan’ın avukatları, dava dilekçelerinde Genç’in hareketlerini şöyle değerlendiriyorlar: “Uluslararası önemli bir toplulukta, görgü, saygı ve nezaket kurallarının en üst düzeyde uygulandığı bir ortamda kişiye ‘siz’ yerine ‘sen’ denilmesinin hakaret olarak algılandığı saygın bir topluluk huzurunda bağırıp çağırması.”Sonra da şöyle diyorlar:
“Şüphelinin, ‘Emine Hanım, sen hangi sıfatla burada konuşma yapıyorsun’ beyanı ve bu beyandan sonra davranışlarındaki amaç, doğrudan kişiliğe, onur, şeref ve saygınlığa yönelik rencide amaçlı sövme fiilidir. Şüphelinin kasıtlı ve rencide etme amaçlı bu söz ve davranışları hiç şüphesiz ki sövmek suretiyle hakaret suçunu teşkil etmektedir.”Yani, saygı, görgü ve nezaket kurallarının “siz” diye hitabı gerektirdiği bir ortamda “sen” hitabı bir tür küfür olarak değerlendiriliyor.
Doğrudan bir samimiyetiniz yoksa ya da bir topluluk içindeyseniz ve muhatabınız konumu gereği saygıyı hak eden bir kişiyse, “sen” hitabı küfür anlamına gelir mi bilmem ama bunun açıkça “ayıp” ve “saygısızlık gösterisi” olduğuna hiç şüphem yok.
Yalnız burada şöyle bir sorunumuz var ki “siz” diye hitap etmesi gereken kişilere, “sen”, “ey”, “yahu”, “ulan” gibi hitapları kullanmak Başbakan’ın da vazgeçemediği bir huyu.Muhatabının bir işadamı, bir sendikacı, bir milletvekili, bir sanatçı vs. olması durumu hiç değiştirmiyor.
Tepesi atınca cümlelerin başına sonuna “sen-ey-yahu-ulan” gibi hitapları koymakta bir an geri durmuyor.
Esasen nasıl çıkacağını bilmediği bir labirentin içindedir.
Rahip, labirentte ne aradığını sorar.
Corto da benim gibi çok konuşmayı sevmez, kurduğu cümleler hep kısadır.
Bu yüzden çok eleştirilmişliğim vardır benim de.
“Söyleyecek bir sözün yok mu” sorusuyla, “Adın ne” sorusundan daha çok karşılaştığımı bile iddia edebilirim.
Kısa konuşmak, söz bulamamaktan değil, söyleyeceğin sözün başının sonunun belli olması endişesini taşımaktan kaynaklanır aslında.
Gustave Flaubert, “Olgunlaşmamış bir cümleyi alelacele söylemektense, it gibi gebereyim daha iyi” demiş, Corto da ondan ilham almıştır sanki.