Aradan yıllar geçti, laikliğin böylesine sığ bir tanımlamaya sığamayacak kadar kapsamlı bir kavram olduğunu öğrendim, ama bu ilk tarif hep aklımda kaldı.
17 Aralık Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu’ndan bu yana tanık olduğumuz olayları, ortalığa saçılan ses kayıtları, AKP’lilerin cemaatçiler, cemaatçilerin AKP’liler için söylediklerini alt alta koyuyorum.
Ve ortaya, ilk öğrendiğim laiklik tanımına benzer bir “siyasal İslam” tanımı çıkıyor:
“Günümüz Türkiyesi’nde siyasal İslam, din işleriyle, ahlak işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.”Tanık olduğumuz, duyduğumuz, dinlemek zorunda kaldığımız her şey bana bunu hatırlatıyor!
Başta Başbakan olmak üzere AKP’lilerin cemaat için söylediklerini dinliyorum:
Dış güçlerin maşası olmuşlar, insanları gizlice dinlemekle kalmamışlar, en özel durumlarını bile kayıt altına almışlar.Öğretim yılının ortasında, kış günü sırf AKP’yi sevdikleri için binlerce öğrenciyi sokağa atmakta tereddüt etmemişler.
Bir Müslüman’ın asla yapmaması gerekenleri yapmışlar, insanlara beddua etmişler.
Bu sözü Abraham Lincoln söylemiş. Borgen isimli Danimarka dizisinin final bölümünün girişinde okumuş ve not almıştım. Şu anda memleketin en yetkili kişisi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan!Hesapta anayasal düzenimiz bazı sınırlamalar getirmiş, halk adına yetki kullanacak kurumlar arasında dengeyi sağlayacak mekanizmalar kurmuş ama varabildiğimiz yer bir tek kişinin neredeyse sınırsız yetki kullandığı bir rejim.
Yetkisinin sınırı yok.
Yüksek Seçim Kurulu bir “yasak” getirmiş ve Başbakan’ın hoşuna gitmemişse şunu duyuyoruz: “O yasağı da yasaklarız.”Seçim yasaklarına aykırı tanıtım filmi yasaklandığında söylediği söze bakın: “Yasak getirdiler ama bizde çözüm bol.”Rüşvet ve yolsuzluk soruşturması nedeniyle elde edilen telefon konuşmaları Facebook ve Youtube’da yayınlanıyor diye yapmayı düşündüğü şu: “Bu milleti Facebook’a, Youtube’a yedirmeyiz. Kapatılması dahil, atılması gereken adımlar neyse atacağız.”Havuzlar ve yandaş işadamları vasıtasıyla yarısından çoğu ele geçirilmiş medya düzeninde vatandaş Twitter’dan mı haber alıyor. Başbakan için çözüm kolay: “Twitter mivitter hepsinin kökünü kazıyacağız. Uluslararası camia şunu der, bunu der, hiç beni ilgilendirmiyor.”Bir savcı, Başbakan’ın hoşuna gitmeyen bir soruşturma mı başlatmış. Çaresi var. Müsteşarı emri veriyor: “Yırtın atın. Gerekirse kanunu değiştiririz.”Bir gazeteci Başbakan’ı kızdıracak haber mi yazmış. İçişleri Bakanı emri yağdırıyor: “Kapısını kırın, girin, alın!”Kamu ihalelerinin kime verileceğinin yetkisi de kendisinde.
Hangi ihalenin kime verileceğini, ihaleyi alanın hangi vakfa kaç lira bağışlayacağını da o belirliyor. Devlete ait bir arazi mi satılmış? Ondan habersiz asla! “Kupon arazileri bana sormadan satmayın, sattığınızı bir yolunu bulup iptal edin” emri iki dudağının arasından kolayca çıkabiliyor.
Mahkeme, Başbakanlık binasının inşaatının durdurulmasına mı karar vermiş, yetki onda: “Güçleri yetiyorsa yıksınlar. Yürütmeyi durdurdular, bu binayı durduramayacaklar. Açılışını da yapacağım, içine de girip oturacağım.”Mahkemeler Başbakan’ın hoşuna giden karar verince mesele yok ama: “Yargı bağımsız, biz karışamayız.”Çünkü kendisini her şeyin üstünde görüyor. Kanun da kendisi, ihale komisyonu da, mahkeme de, savcı da, polis de!
Bir tür “seçilmiş adam” olduğuna inanıyor, kim bilir belki de kendisini “mehdi” bile zannediyor olabilir. Lincoln’ün söylediği gibi karakteri yetki ile test edildiğinde, karşımıza çıkan insan otoriter bir kişilik.
Yetkiyi alana kadar “demokrasi tramvayında” gidiyordu, şimdi son durağa gelir gelmez aşağıya atlama niyetini saklama gereğini bile duymuyor!
‘Yeni Türkiye’ dedikleri eskisinin aynı
AİHM’nin, Abdullah Öcalan’a cezasının 25. yılında şartlı tahliye müracaatı yapabilmesine olanak sağlanmasını öngören kararı için de “Böyle bir kararı da AK Parti iktidarından uygulamasını isteyemezsin, kusura bakmasınlar” dedi.
Oysa AİHM kararlarının, Türkiye’de bir “iç hukuk kuralı” olarak uygulanmasının zorunlu olduğunu en iyi bilecek olanlardan birisi de kendisi.
İç hukukumuzda, AİHM kararları ile çelişen bir hüküm olduğunda AİHM kararlarının üstün olduğu da bir başka gerçek.Başbakan’ın “Uluslararası camia ne derse desin” sözlerinin ardından, AİHM kararlarını da uygulamayacağını söylemesi bir tek anlama geliyor:
Başbakan, artık Türkiye’nin, demokratik Batı medeniyetinin bir parçası olmaktan vazgeçtiğini ilan etmiş oluyor.Bunu başarabilirse eli çok rahatlayacak tabii.
Nasıl İran, Suudi Arabistan, Çin, Rusya ve benzeri ülkeler demokratik Batı sisteminin dayattığı kuralları takmıyorlarsa, artık Türkiye de takmayacak!
Bir yandan AB üyesi olmaya çalışıp, diğer yandan “Ne derlerse desinler, bildiğimi yapacağım” demek nasıl bir arada olabiliyor, anlayabilmek zor.
Başbakan belli ki hukuk kurallarından, demokratik dünyaya hesap vermekten sıkıldı, kafasındaki otoriter-İslamcı rejime geçmek için gün sayıyor!
Başbakan gazı
Berkin Elvan’ın ölümünden dolayı kendisinin sorumlu tutulmasını “komplo” olarak niteledikten sonra şunu söyledi:
“Ekmek almaya giden çocuk var mı? Ekmek almaya giden çocuğun elinde sapan olur mu? Cebinden demir bilyeler, patlayıcılar çıkıyor. Sanki polis o çocuğu bilerek hedef alarak bizzat fişeği atmış. Yüzünde poşu olduğu zaman polis kaç yaşında olduğunu anlamaz ki. Polis terörle mücadele ederken orayı dağıtmaya çalışıyor.”Bunu Başbakan’ın ağzından duyunca ne düşünürsünüz?
“Cebinden patlayıcılar çıkan bir terörist” var!
“Patlayıcı” denildiğinde ne anlarsınız?
C4 plastik patlayıcı mı, dinamit mi, başka patlayıcılar içeren bombalar mı?
Evet, normal olarak “patlayıcı” denilince bunu anlarız.
Başbakan da zaten bu sözü söylüyor ki öyle düşünelim, “ekmek almaya giden çocuk” yerine “cebinden bomba çıkan bir teröristi” koyalım.
Ortaya en son çıkan telefon kaydında ayetleri Google’dan seçtiğini söylüyor ve “Oradan beğen bir tane salla gitsin” diyor.
Bakara suresi için söylediği de şu: “Bu Bakara iyi makara”!Bu söyledikleri sözler herhangi bir vatandaşın ağzından çıkmış olsaydı, Twitter uzmanı Egemen Bağış’ın neler söyleyebileceğini tahmin etmek hiç zor değil.
Bu sözleri bir siyasetçi söylemiş olsaydı da AKP’li siyasetçilerin bunun üzerinde nasıl tepinebileceklerini de gözlerinizin önüne getirebilirsiniz.
“Camide içki içtiler” ve “Kabataş’ta türbanlı kardeşimizin üzerine işediler” yalanlarını bıkmadan usanmadan söyleyerek dini hassasiyetleri olanları kışkırttıkları gibi bunu da kullanırlardı.
“Milletin dini inançları ile dalga geçiliyor” diye yeri göğü inletirlerdi.
Ama dün baktım, yarım ağızla da olsa bir kınama bile yok!
Yok, çünkü onlar için dini inançlar siyaset için kullanılacak bir ticari meta gibi.
Öyle görünüyor ki Başbakan’ın, “Paraları sıfırlayın” talimatını verdiği görüşmeler o gün yoğun olarak gerçekleştirilmiş.
Başbakan söz konusu telefon görüşmeleri ile ilgili kayıtların “montaj ve dublaj” olduğunu söylemişti.
Ama bugüne kadar bu montaj ve dublajın nasıl yapıldığını, kayıtların montaj olduğunu kanıtlayan inceleme raporlarını da ortaya koyamadı.Umut Oran’ın açıkladığı HTS kayıtlarına göre (telefon görüşme trafik ve sinyal kayıtları) Başbakan oğlu Bilal ve kızı Sümeyye ile yoğun bir telefon görüşmesi trafiği içinde.
Oran’ın iddiasına göre babasının talimatı üzerine Sümeyye Erdoğan, TK2123 sefer sayılı THY uçağı ile yanındaki kadın koruma polisiyle birlikte sabah 09.00’da İstanbul’a uçarak, Bilal’e paraların sıfırlanması için aktarılacakları adreslerin listesini iletiyor.
Hatırlayacaksınız, bir süre önce İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı ve TİB, bu kayıtların silinmesine yönelik bir talimat vermişti.
Şimdi ortaya çıkan belgeler, bu kayıtların neden silinmek istendiğini de ortaya koyuyor.
Cumhuriyet tarihimizin en utanç verici konuşmaları olarak hep hatırlanacak bu konuşmalarda, evde milyonlarca Euro para olduğu anlaşılıyordu.Para dağıtıla dağıtıla bitirilememiş ve en sonunda elde kalan 30 milyon Euro ile evler satın alınması söz konusu olmuştu.
Kim ülkeyi yönetmek üzere hükümet kurabilir, kim belediye başkanı ya da cumhurbaşkanı olabilir, kimler meclislerde görev alabilir vs.
Başbakan ve AKP ise yolsuzluk ve rüşvet suçlamalarından kurtulmak için “sandığı” işaret ediyorlar.Bu ay sonunda yapılacak seçimlerde yüzde şu kadar oy alabilirlerse kendi düşüncelerine göre aklanmış olacaklar, ısrarla bunu söylüyorlar.
Bir arkadaşım geçen gün sohbet arasında “Yüzde kaç oy alınırsa yolsuzluk yapmak serbesttir” diye sordu.
Hükümetin olaya bakışını esas alırsak yerinde bir soru.
Acaba vatandaşların kafasındaki bu tür sorulara yanıt verecek bir Anayasa değişikliği gündeme getirilebilir mi?
Mesela, “Yüzde 38 oy alırsan kamu ihalelerine fesat karıştırmak serbesttir” ya da “Yüzde 47 oy alırsan iki milyar dolara kadar yolsuzluk yapılabilir” gibi.
Tabii eli yükseltmek de mümkün: “Yüzde 65 oy alırsan protesto göstericilerinden 20’sini öldürebilirsin” gibi.
Yüzde şu kadar oy aldıkları zaman, seçmenin bütün bu olup bitenlere inanmadığı ve iddialar karşısında kendilerini akladığı sonucunu çıkaracaklar.“Yüzde şu kadar oy” diye yazdım, çünkü bu konuda rivayet muhtelif. Kimi yüzde 38’den söz ediyor, kimi 40’tan.
Ben de kendi çapımda bir araştırma yürütüyorum.
Bilimsel bir araştırma değil elbette. Bundan önceki seçimlerde AKP’ye oy verdiğini bildiğim arkadaşlarıma, tanıdıklarıma soruyorum:
“Bu yolsuzluk iddialarına rağmen bu seçimde de AKP’ye oy verecek misiniz?”Eğitim ve gelir düzeyi yüksek olanlardan kesin bir “Evet vereceğim” yanıtını alamıyorum.
Oylarını değiştirecekleri de belli ama kafaları kime oy verecekleri ile ilgili olarak karışık.
Eğitim ve gelir düzeyi düşük tanıdığım insanlar ise yine AKP’ye oy vereceklerini söylüyorlar.
“Neden” diye sorduğumda ise istisnasız şu yanıtı alıyorum: “Hepsi çalıyor zaten!” ya da “Ötekiler de çalıyordu.”Oy tercihleri değişmemekle birlikte yolsuzluk suçlamalarının doğruluğu konusunda da belli ki bir kuşkuları yok.