1 Aralık 2006
PAPA’nın Türkiye ziyareti, kendi sözlerinin kaldırdığı toz bulutları arasında gerçekleşen bir ziyaret olduğu için tartışmaları da beraberinde getirdi. Bu açıdan bakıldığında, Papa 16. Benedikt’in bu ziyareti, seleflerinin daha önceki tarihlerde ülkemize yaptıkları ziyaretler kadar ilgi ve saygı uyandırmadı. Gezinin her enstantanesi, öfke ve burukluğun izlerini taşıdı. Hiçbir doğrunun yanlışı barındırmadığı gibi, Papa’nın İslam ve O’nun yüce Peygamberi hakkında yaptığı yanlış değerlendirmeler de aklın ve vicdanın barınağında yer bulamadı. O sözler kendi vicdanını da rahatsız etmiş olmalı ki, "İslam barış dinidir. Özü akıl ve bilimle yoğrulmuştur. Bütün ilahi dinler gibi İslam da barış getirmiştir. Öğretileri de hem akli hem de barış temelleri üzerine kuruludur" sözleriyle bir bakıma kırılan gönülleri onarmaya çalıştı.
Yine de biz bu ziyareti, medeniyetlerarası uzlaşma çalışmalarının yoğunlaştığı şu günlerde insanlığı barış ve hoşgörüye ulaştıracak çabaların başarısı ve sürekliliği açısından önemli bulduğumuzu ifade etmek istiyoruz.
* * *
Bugün medeniyetler ve dinler arasında örülmüş duvarların, önyargıların yıkılması, birlikte yaşama kültürünün gelişmesi ve barışın sağlanabilmesi için din mensupları arasında karşılıklı diyalog ortamının oluşturulmasına büyük ihtiyaç vardır. Çünkü, geçmişte olduğu gibi günümüzde de dinlerin özünde yatan tevhit fikrini ve hoşgörüyü kavrayamamış olan bazı topluluklar, din farklılıklarını maalesef savaş ve huzursuzluk bahanesi olarak görmektedirler.
Şurası unutulmamalıdır ki, teorik olarak her din; insan hakları, ahlak ve hukukun üstünlüğünü savunur, barış içerisinde yaşamanın gerekliliğini öngörür. Adaletli bölüşüm ve paylaşmayı teşvik eder; düşmanlığı, savaşı ve kavgayı ise hoş karşılamaz. Ne yazık ki, geçmişteki ve günümüzdeki bazı uygulamalar bu nazariyeyle tezat teşkil etmektedir. Fakat şunu iyi biliyoruz ki; kötü, hiçbir zaman örnek olmaz ve örnek alınmaz. Bu nedenle, insanlık adına tarihle yüzleşmekten korkmamak gerekir.
Tarih boyunca din merkezli huzursuzlukların, çatışmaların, savaşların, mabet ve doğa tahribatlarının, günümüzde ve gelecekte bir daha tekrarlanmaması ve birlikte yaşama kültürünün gelişebilmesi için bütün semavi din mensuplarının önyargı, tahakküm, zorlama vb. insan onuruna yakışmayan düşüncelerden uzak, samimi ve ciddi bir diyalog arayışı içerisine girmeleri zarurettir.
Bugünün toplumları, her zamankinden daha çok bir arada yaşama kültürünün gereklerine önem vermek zorundadırlar. Çünkü, gelişen, değişen ve küçülen dünya gerçekleri, bir taraftan tek başına yaşamamızı, kendi dışımızdakileri görmezlikten gelmemizi imkánsız hale getirirken, diğer taraftan da bir arada yaşamayı zorunlu kılmaktadır.
Bu itibarla, bir arada yaşamanın gerekleri olan; güven ve emniyet, samimiyet ve ciddiyet, kabul ve itibar görme, kutsal olana saygı, farklılıklardan çok müşterekleri ortaya koyma, ötekine sabır ve tahammül, hoşgörü, bilgi alışverişi ve tanıma, peşin hükümlerden uzak olma, tahakküm anlayışından geri durma, belirsizlik ve endişelerden kaçınma gibi davranışların, fertler ve topluluklar tarafından benimsenmesi ve özümsenmesi gerekir.
Bir arada yaşama kültürünün olmazsa olmaz koşulu güvendir. Hz. Peygamber, "Güvenmeyen ve güvenilmeyen kimsede hayır yoktur" ilkesine vurgu yaparak insanlardan güvenilme niteliğini haiz olmalarını ve güven ortamı oluşturmalarını istemektedir. Çağımızda fertleri, toplumları, hatta milletleri zora sokan, endişelere sevk eden güvensizliktir.
* * *
Toplumların ve medeniyetlerin birbirlerine karşı gözenekli ve açık olması, düşünce ve uygulamaların bir toplumdan diğer bir topluma, bir medeniyetten diğer medeniyete geçişini ve birbirleriyle etkilenmelerini sağlar. Bu gerçekten hareketle, semavi dinlerin temsilcileri ve mensupları; zihinleri karıştırmadan, ümitsizliğe, karamsarlığa ve donukluğa yol açmayacak; barışa, huzura, bir arada yaşamanın koşullarına hizmet edecek metotlar ve projeler üretmek üzere birbirlerine karşı açık bir yöntemle, farklılıklardan çok müşterekleri ortaya çıkarmak için gayret göstermelidirler.
Nitekim, Kur’an-ı Kerim, "Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak olan bir sözde gelin birleşelim. Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Ve birbirimizi Rab edinmeyelim" buyurmak suretiyle kitap ehlini diyaloğa ve asgari müştereklerde birleşmeye 15 asır öncesinden davet etmektedir.
Bütün bu güzellikler varken birbirimizin inançlarına ve değerlerine haksız suçlama ve bühtanlarda bulunmanın kime ne yararı olur? Umarız, Papa 16. Benedikt’in bu gezisi, bütün din mensuplarının ve din adamlarının, bu değerleri yeniden hatırlamasına vesile ve yardımcı olur.
Unutmayalım ki savaşı da barışı da doğuran şey; sözler ve onların ardındaki niyetlerdir.
SORALIM ÖĞRENELİM
Kaza namazlarında erkeklerin kametten önce ezan okumaları şart mıdır?
Hatip MİRZABEYOĞLU
Kaza namazında kametten önce ezan okumak sünnettir. Çok kaza namazı kılınacaksa bir ezanla ve ardından her vakit için getirilecek kametlerle kaza namazı kılınır.
Kur’an’ın Türkçe mealini okumak istiyorum. Hangisini tavsiye edersiniz? Peygamberler tarihiyle ilgili de bir tavsiyenizi almak istiyorum.
İsimsiz
Piyasada tanınmış din bilginlerinin yazdığı herhangi bir meali okuyabilirsiniz. Peygamberler tarihi için de Cevdet Paşa’nın Kültür Bakanlığı’nca yayımlanmış "Peygamberler Tarihi" isimli birkaç ciltlik eserini tavsiye edebilirim.
Namaz kılarken aklımdan kötü şeyler geçiyor. Bana günah yazılır mı? Ayrıca vitir namazının son rekátında okumam gereken Kunut dualarını bilmiyorum, bunların yerine üç İhlas okusam olur mu?
Ayhan DİLEM
İnsanın içinden geçirdiği şeyler eyleme dönüştürülmedikçe günah yazılmaz. Ancak namaz, kişinin Allah’la iletişim kurduğu bir andır, o durumda aklınıza kötü şeyler getirmemeye gayret etmelisiniz. Bunun için namazdan önce yüce yaratıcının büyüklüğünü aklınıza getirin, konsantre olun ve öyle namaza başlayın. İkinci sorunuza gelince; Kunut dualarını bilmiyorsanız bunun yerine "Rabbena Atina" duasını okuyun veya üç defa "Ya Rabbi" demek de yeterlidir. Ayrıca dua niyetiyle Fatiha’yı da okuyabilirsiniz.
Cemaatle namaz kılarken Kunut duasını unutup rükua giden kişi ne yapmalıdır?
Necati KUŞHAN
Kunut duasını unutan, rükuda veya rükudan başını kaldırdıktan sonra hatırlarsa artık Kunut duasını okumaz, namazın sonunda yanılma secdesi yapar.
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2006
ATATÜRK’ü "din" silahıyla gözden düşürme mekanizmasının bazı çevrelerde "gaflet", bazı çevrelerde "gayret" boyutunda işlediğini görüyoruz. "Gaflet" boyutunda olanlar, dini çağdaşlığın önünde bir engel gibi görüp bu çıkışlarını Atatürkçülük adına yapmışlardır. Din karşıtlığını adeta bir moda haline getirmişlerdir. Bunun, zaman zaman Atatürk’e yaranma gayretkeşliği ile daha sevimsiz noktalara taşındığı da görülmüştür. Hz. Peygamber için yazılmış Mevlid’in sözlerinin değiştirilerek "Atatürk Mevlidi" haline dönüştürülmesi buna tipik bir örnektir:
* * *
"Ger dilersiz bulasız oddan necat/Mustafa-yı ba Kemal’e esselat.
Ol Zübeyde, Mustafa’nın annesi/Ol sedeften doğdu ol dürdanesi!
Gün gelip oldu Rıza’dan hamile/Vakt erişti hafta ve eyyam ile."
(Behçet Kemal Çağlar)
Başka bir dalkavukluk örneği de Kemalettin Kamu’nun şu dizelerinde görülür:
"Burada erdi Musa/Burada uçtu İsa
Bülbül burada varsa/Hürriyet için öter.
Ne örümcek ne yosun/Ne mucize, ne füsun...
Kábe Arab’ın olsun/Çankaya bize yeter."
1938 yılında, Faruk Nafiz Çamlıbel, Atatürk’ü yüreğine bir put gibi oturttuğunu şu dizelerde söylüyor:
"Yürüyor kalbimizin durduğu bir yolda değil/Kanlı bir gözyaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilahın yüce davetlisi, göklerden eğil/Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!"
Atatürk’ün, sigara izmaritlerini onun huzurunda kültablasından alarak sedef işlemeli bir kutuya koymak isteyen birisini "Ne yapıyorsun çocuk? Beni putlaştırmak mı istiyorsun?" diye azarladığını, O’nun sofrasına oturmuş şahsiyetlerin hatıralarından öğreniyoruz. Bu sözler, Atatürk karşıtları tarafından yıllarca istismar edilmiş, sanki bu mevlidi Atatürk yazdırmış gibi bir kanaat oluşturulmaya çalışılmıştır.
Gerçek şu ki; Atatürk bu aymazlıkların hiçbirine iltifat etmemiş, onların hepsine istihzai bakışlarla gülüp geçmiştir.
Din silahını Atatürk’e doğrultanlar ise bütün gayretlerini, bütün nefeslerini Atatürk’ün din düşmanı olduğu iftirasına dayandırmışlardır. O’nun Kur’an’ı anlaşılır kılmak için meal ve tefsir yazdırmasını, İslam’ın Peygamberi’nin bize yansıttığı ışığın kalplerimizi aydınlatması için hadisler tercüme ettirmesini, İslam dini ve onun Peygamberi hakkında söylediği güzel sözleri daima gözden kaçırmak istemişlerdir. "Ey Millet! Allah birdir, şanı büyüktür" sözleriyle başlayan Balıkesir Paşa Camii’nde verdiği tarihi hutbe, mermerlere kazınması gereken bir "kitabe" niteliğindedir.
Atatürk, din, düşünce ve fikir özgürlüğüne büyük önem vermiş, laikliği de bu temele oturtmuştur. Atatürk’ün 1937 yılında Anayasa’ya dahil ettiği laiklik anlayışını, bazı Marksist ve materyalistlerin savunduğu laiklik anlayışıyla mukayese etmek doğru değildir. Nitekim, Atatürk, "Ben Luther olmayacağım" diyerek bu çeşit fikirleri reddetmiştir.
* * *
Atatürk’ün laiklikle ilgili görüşünü, Nutuk’tan aldığımız kendi sözleriyle belirleyelim:
"Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların, vicdan, ibadet ve din hürriyetlerini tekeffül etmektir." Yani, din hürriyetine kefil olmaktır.
Atatürk’ün de işaret ettiği gibi "İslam dini hürriyet-i efkára mani değildir". (Fikir ve düşünce hürriyetine engel değildir.) Dinde zorlama yoktur. Zaten, Kur’an-ı Kerim’in Bakara Suresi 256. Ayeti’ndeki "la ikrahe fiddin" (dinde zorlama yoktur) hükmü de bunu emretmiyor mu?
O halde laiklik, dinsizlik demek değildir. Nitekim Atatürk, "Laik hükümet tabirinden dinsizlik manasını çıkarmaya yeltenen fesatçılara fırsat vermemek lazımdır" demiştir.
* * *
Bugün Öğretmenler Günü. İrfan ordumuzun değerli mensuplarını kutluyorum.
SORALIM ÖĞRENELİM
Bir deve kurban etmeyi adadım, ancak ülkemizde deve yok. Yerine başka bir hayvan kesebilir miyim?
Halil PARLAK
Devenin yerine bir büyükbaş hayvan kesebilirsiniz.
Döviz alıp satmak caiz midir?
Soner BAŞIBÜYÜK
Türk parasının günlük rayice göre herhangi yabancı bir parayla değiştirilmesinde bir sakınca yoktur. Değiştirilen paraların birbirlerine karşı değer kaybedip kazanmasından doğan fark faiz değildir.
Çamaşırımıza iki-üç damla idrar bulaşması halinde bununla namaz kılabilir miyiz?
Cafer GÜNEŞ/AYDIN
Namaz kılan kimsenin vücut, elbise ve namaz kılacağı yerin temiz olması lazımdır. Eğer bulaşan kısım avuç içi genişliğinden fazla ise namaz sahih olmaz. Bu miktardan az ise, yani iki-üç damla kadar ise bu durum namaza mani değildir.
Namazda istemeyerek ayağımız bir-iki adım geri gitse namazımız geçerli olur mu?
Sıdıka TAYLAN
Bir-iki adım geri gitmekle namaz bozulmaz.
Vakit namazlarına şöyle niyet ediyorum: "Niyet ettim sabah namazının sünnetini kılmaya, döndüm kıbleye, kıblem Kábe’ye, uydum Kur’an’a." Benim gibi birçokları da böyle niyet ediyor. Yaptığım niyet doğru mu?
İsimsiz
Niyet, hangi namazı kıldığını bilmek ve bu ibadeti Allah için yapmayı kalbinden geçirmektir. Bununla birlikte dille söylenmesi de hoş karşılanmıştır. Diliyle niyet ederken "Niyet ettim Allah rızası için şu namazın farzını veya sünnetini kılmaya" demek yeterlidir. Cemaatle kılıyorsa imama uymayı da niyetine dahil etmelidir. "Uydum imama" diyerek. Dolayısıyla "döndüm kıbleye, kıblem Kábe’ye, uydum Kur’an’a" gibi sözlerin niyette hiçbir dayanağı yoktur.
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2006
ATATÜRK-din ilişkisi ülkemizde sürekli tartışılagelmiş konulardan biridir. Belirtmek gerekir ki, Atatürk din bahsinde en fazla gadre ve haksızlığa uğramış bir şahsiyettir. Bazı çevreler, din ile Atatürk arasında ters bağlantı kurarak Atatürk’ü dine karşı bir silah gibi gösterme gayreti içine girerken, kendilerini İslam’ın müdafii ve sözcüsü yerine koyan diğer bazı çevreler de haksız bir şekilde onu din düşmanlığıyla itham etmişlerdir.
Atatürk, hakkında binlerce kitap, makale, yorum yazılmış büyük bir devlet adamıdır. Atatürk’ün din anlayışını onun hakkında yapılan yorumlardan ziyade, bizzat kendisinin bu konudaki söylev ve demeçlerine bakarak değerlendirmek lazımdır. Atatürk’ün din konusundaki görüş ve düşünceleri dikkatli bir şekilde incelendiğinde, onun din aleyhine ve dinsizlik anlamına gelebilecek herhangi bir sözüne rastlamak mümkün değildir. Aksine dinimizden, Hz. Peygamber’den övgü ve saygı ile bahseden, Müslümanlığından dolayı duyduğu onuru dile getiren pek çok sözleri vardır.
* * *
Atatürk, 29 Ekim 1923’te kendisiyle görüşen Fransız muhabiri Maurice Pernot’ya verdiği demeçte, yazarın sorusu üzerine şöyle demiştir:
"Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinimize bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki, Türkiye’ye istiklalini veren bir Asya milletinin içinde daha karışık, sun’i, itikadat-ı batıldan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince, tenevvür (aydınlanma) edeceklerdir. Onlar ziyaya (ışığa) takarrüp (yaklaşma) edemezlerse kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız."
Görülüyor ki Atatürk saf, temiz ve sade bir din anlayışı istemektedir. İslam dinine sonradan girmiş her türlü safsata, hurafe ve boş inançlara karşı akılcı bir din anlayışını benimsemiştir. Bunun ilk adımını da Kur’an-ı Kerim’in milletin bütün fertleri tarafından okunup anlaşılabilmesini sağlamakla atmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan iki yıl bile geçmeden 21 Şubat 1925 tarihinde Meclis’teki bütçe müzakereleri sırasında Kur’an-ı Kerim’in meal ve tefsirinin, Hadis-i Şerif tercümelerinin devlet imkánlarıyla yaptırılması için talimat vermiştir.
Bunun üzerine mealin Mehmet Akif Ersoy, tefsirin Elmalılı Hamdi Yazır, hadis tercümelerinin de Kamil Miras tarafından yapılması kararlaştırılmıştır. Ancak, Mehmet Akif bilahare bu görevi bırakarak aldığı avansı iade etmiş, hem meal hem de tefsir yazma işi Hamdi Yazır tarafından yapılmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın hazırladığı 9 ciltlik tefsir 1935 yılında, Kamil Miras tarafından hazırlanan "Sahih-i Buhari Muktasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi" isimli 12 ciltlik hadis tercümesi de 1928 yılında yayımlanmıştır.
Atatürk, Kur’an’ın Türkçe’ye çevrilmesinin şu gerekçeyle yapıldığını anlatıyor:
"Türk, Kur’an’ın arkasından koşuyor, fakat onun ne dediğini anlamıyor. İçinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın." Ayrıca bu gerekçeyle hutbelerin de Türkçeleşmesini sağlamıştır. Ona göre hutbe demek, nasa hitap etmek, yani söz söylemek demektir.
"Minberler halkın beyinleri, vicdanları için bir iyilik, doğruluk ve bir aydınlanma kaynağı olmuştur. Böyle olabilmek için minberlerden yankılanacak olan sözlerin bilinmesi, anlaşılması, sanat ve ilim gerçeklerine uygun olması gerekmektedir. Değerli hatiplerin siyasi ve toplumsal olayları ve medeni durumları ve gelişmeleri her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış bilgiler verilmiş olur. Bundan dolayı, hutbeler tamamen Türkçe ve çağın gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır" sözleri, onun bu düşüncesini yansıtmaktadır.
* * *
Atatürk, aynı ismi taşıdığı Hz. Peygamber’e son derece bağlı ve saygılı bir insandı. Bu saygı ve bağlılığı ifade etmesi açısından şu olayı nakletmemiz yerinde olacaktır: Batılı bir oryantalistin, Hz. Peygamber hakkında yazdığı bir kitap kendisine sunulur. Kitapta Yüce Peygamberimizden "Cezbeye tutulmuş sönük bir derviş" diye söz edilmektedir.
Bunu okuyunca Atatürk öfkelenerek şöyle der: "Bu gibi cahil adamlar O’nun yüksek şahsiyetini ve başardığı büyük işleri kavrayamazlar. O, Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. O’nun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir, fakat sonsuza kadar O anılacaktır, yaşayacaktır."
Bu yazıya önümüzdeki hafta devam edeceğiz.
SORALIM ÖĞRENELİM
Bir arazinin üzerine sahibinin rızası olmadan cami yaptırmak caiz midir? A.K.
Hz. Ömer zamanında bazı Müslümanlar, bir Yahudi’ye ait arazinin bir parçasını gaspetmişler ve üzerine bir cami inşa etmişlerdi. Haberi alan halife, caminin yıkılmasını ve arsanın sahibine geri verilmesini emretmişti. Rızası olmadan bir kimsenin arazisi üzerine cami yapmak kesinlikle caiz değildir. Bir başka örnek de Şam’daki Ulucami ile ilgilidir. Bir Emevi halifesi, şehrin bu camiini genişletmek için komşu bir kiliseye el koymuştu. Daha sonra Ömer bin Abdülaziz hilafete geçince şikáyeti dinledikten sonra camimin bu kısmının yıkılması ve kilisenin restore edilmesi emrini vermiştir. Fakat Hıristiyanlar zararın parayla ödenmesini tercih ederek işi tatlıya bağlamışlardır. Bu konuda dinimiz çok duyarlıdır.
İmsak vaktine çok az bir zaman kala sabah namazına uyandım. Namazımı yetiştirebilmek için sadece farzını kıldım. Bu yaptığım doğru mu? Necati ILGAZ/ÇANKIRI
Yaptığınız doğrudur. Farzı kaçırmamak için sünnet terk edilebilir.
Yatağa mahkûmum. Oturduğum yerde de namaz kılamıyorum. Namazımı nasıl kılmalıyım? Ali DEDEOĞLU/MUŞ
Hastalığın durumuna göre namaz oturularak ve yatarak kılınabilir. Oturacak güç varsa yere değmeyecek kadar rükuya varılır, secdeler ise normal şekilde yapılır. Yatarak kılmak zorunluluğunda olan kişi okunması gerekenleri okur, başı ile rüku ve secde işaretleri yaparak zihnen namazını kılabilir.
Yolculukta 4 rekátlı namazları 2 rekát kılmak zorunlu mudur? Ali BUCAK/G.ANTEP
Yolcular 4 rekátlı namazları 2 rekát olarak kılarlar. Hz. Peygamber’in uygulaması da böyle olmuştur.
İçki ayetinde geçen "hamr" kelimesinin anlamı nedir? Mithat ORHAN
Hamr, örtmek anlamına gelir. Burada "aklı örten, sarhoş eden" anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla, aklı gideren sıvı veya katı her türlü madde hamr kelimesinin kapsamı içindedir ve yasaklanmıştır.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2006
BUGÜN 10 Kasım. Büyük Atatürk’ün ebediyete intikalinin 68. yıldönümü. O’nu her zaman olduğu gibi rahmet ve minnetle anıyoruz. Bıraktığı emanete sadakatle bağlı olan milletimiz, hedef gösterdiği "muasır medeniyete ulaşma" istikametinde kararlı adımlarla yürümeye devam edecektir. Esasen bugün Atatürk’ün din anlayışını konu alacaktım. Ancak, Ecevit’in vefatı dolayısıyla bu yazımı önümüzdeki haftaya ertelemiş oluyorum.
* * *
Büyük Önder’i hüzünle andığımız bu yıldönümünde, bir başka hüznü de beraberinde yaşıyoruz. Ülkemizin değerli siyaset ve devlet adamlarından Bülent Ecevit’i yarın ebedi yolculuğuna uğurlayacağız. Yeri doldurulamayacak bir kayıptır. O, sadece bir devlet ve siyaset adamı değil, aynı zamanda bir düşünce adamıydı. 11 küsur yıllık Diyanet İşleri Başkanlığı görevimin 6 yılını kendisiyle birlikte geçirdim ve onu daha yakından tanıma fırsatını buldum. Zaman zaman görev gereği buluşmalarımızda kendisiyle dini konularda sohbetlerimiz de olmuştur.
* * *
Ecevit’le tanışıklığımız eskiye dayanır. Henüz hükümette değilken karşılıklı ziyaret ve sohbetlerimiz olmuş, çağırdığımız hemen her toplantıya icabet etmiştir. Derin bilgisi ve nezaketiyle beni her zaman etkilediğini söyleyebilirim. İnce ruhlu, duygulu, ölçülü ve mütevazı bir insandı. Peygamberimizin doğum yıldönümü anısına tertiplediğimiz Kutlu Doğum haftalarında ya arayarak ya da bizzat gelerek kutlamada bulunurdu. Bağlı bulunduğumuz Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Hüsamettin Özkan’ın odasında randevumuza cevap beklerken her defasında bizim gitmemizi beklemeden bizzat kendisi yanımıza kadar gelerek nezaket gösterirdi. Çalışmalarımızı yakından izler, faydalı gördüğü hizmetlerimizden dolayı tebrik eder ve bizleri şevklendirirdi.
* * *
O bir sevgi ve gönül adamıydı. O’na göre bütün ilişki ve davranışlarımızda olduğu gibi din duygusunun da sevgiye dayanması gerekirdi. Çünkü dinin temelinde sevgi vardı. Şöyle derdi: "Din duygusu korkuya dayananlar bağnazlığa kolayca kapılırlar. Din duygusu sevgiye dayananlarsa bağnaz olamazlar. Bağnaz olmadıkları için de özgürce düşünürler ve ararlar."
* * *
Özgürlüğün temelini sevgiye dayandıran Ecevit’in şu sözleri önemlidir: "Yüzlerce yıl tepeden gelen ve insan yüreğinde korkuyu körükleyip sömürmeye yönelen bağnazlık baskısına karşın, Türk halkının özgür düşünceli ve hoşgörülü oluşu, ondaki din duygusunun sevgiye dayanışındandır."
* * *
Ecevit, Türk İslam tasavvufunu çok iyi inceleyenlerdendi. Türk-İslam tasavvuf düşüncesini şiirlerine de yansıtmıştır. Bir konuşmamız sırasında, siyasi muarızları tarafından istismar konusu edilen "Sonra" adlı şiiriyle ilgili bir hatırasını nakletmişti. 1975 yılının bir temmuz gününde Adapazarı Meydanı’nda konuşurken, 22 yıl önce yazdığı "ne ateş ne hava ne su/ne en ne boy/ne Habil ne Kabil/ne soy" dizelerini taşıyan bu şiirin bir parti tarafından uçaktan meydana atıldığını görmüştü. Rakipleri, Ecevit’in bu şiirinde soy-sop tanımadığını iddia ederek O’nu yıpratmak istemişlerdi. Halbuki bu şiirde Mevláná ve Yunus’tan esinlenerek Türk-İslam tasavvufunun birlik felsefesini dile getiriyordu. Ecevit’in bana anlattığı bu konu, daha geniş izahıyla şahsıma imzalayıp verdiği "Bir Şeyler Olacak Yarın" isimli kitabında da yer almaktadır.
* * *
Bir başka anımı da şöyle ifade edeyim: Mesut Yılmaz’ın başbakanlığı döneminde -ki o zaman Ecevit Başbakan Yardımcısı idi- 8 yıllık eğitim yasası çıkmış, Kuran kurslarının durumu tartışılıyordu. Başbakanlık konutunda bazı bakanların ve ilahiyatçıların katıldığı toplantıda Kuran-ı Kerim’in mealinin okullarda okutulması tarafımızdan gündeme getirildiğinde Ecevit bunun yanında Peygamberimizin bazı hadislerinin de okutulması yönünde öneride bulunmuş, toplantıya katılanlardan birisi bu görüşe karşı çıkınca "Hz. Muhammed sadece Peygamber değil, çok yönlü bir şahsiyettir. Günümüze ışık tutan, yol gösteren sözleri vardır. Onların da okutulmasında fayda görüyorum" diyerek Peygamberimizin sözlerine verdiği değeri ifade etmiştir. O günkü toplantıda hükümet kanadında kabul gören bu önerimiz ne yazık ki sonradan bazı nedenlerden dolayı gerçekleşememiştir.
* * *
Ecevit de Atatürk gibi din adına insanların sömürülmesine, dinin politikaya karıştırılmasına ve istismarına karşı çıkmıştır. Her vesileyle görüştüğümüzde İslam dinine samimi bir inançla gönülden bağlı olduğunu ifade eder, bağnazlara, hurafecilere, din simsarları ve aktörlerine karşı olduğunu vurgulardı. O’nunla daha birçok sohbetlerimiz olmuştur. Onları da yazmakta olduğum anılarımda yeri geldikçe dile getirmeye çalışacağım.
* * *
Hakk’a yürüdüğü bu anda O’nun inançlı, erdemli ve dürüst kişiliğinde Türkiye’nin çok büyük bir kayıp yaşadığını belirtiyor, kendisine Yüce Allah’tan rahmet diliyorum.
SORALIM ÖĞRENELİM
Öğle ile ikindi arasında başım açık kalırsa abdestim bozulur mu? Varis çorabımı diktikten sonra üzerine mesh yapabilir miyim? Dönüşte başımı kapatmazsam hac ibadetime bir zararı olur mu?
Mine/SAMSUN
Sorularınızdan, sizin bir ilmihal kitabı dahi okumadığınız anlaşılıyor. Okumuş olsaydınız, abdesti bozan şeyler arasında baş açıklığının olmadığını görürdünüz. Varis çorabını çıkarmama zorunluluğunuz söz konusu ise çorabınızı diktikten sonra mesh verebilirsiniz. Hac meselesine gelince; size hac farz olmuşsa onu yerine getirmekle yükümlüsünüz. Başımı açarım endişesiyle hacca gitmemeniz doğru olmaz.
Sureleri Türkçe anlamından okuyorum. Yaptığım doğru mu?
İnci ALP
Yaptığınız doğrudur. Kuran, okunup anlaşılmak için indirilmiştir.
İçki ile ilgili ayetler nelerdir?
A. Mithat ORHAN
İçki, İslam’ın ilk yıllarında sosyal bir felaket halini almıştı. Bu nedenle İslam dini bunu yasaklamak istemiş, fakat bu yasaklamada alıştıra alıştıra uygulamaya geçilmiştir. Bununla ilgili Kur’anda 4 ayet bulunmaktadır. Bunlardan birinci ayette: "Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden de içki ve güzel rızık elde edersiniz." (16/67) denilmektedir. İkinci ayette: "Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar; De ki o ikisinde de büyük günah vardır. İnsanların bazı faydaları varsa da günahları faydalarından büyüktür." (2/219) denilmektedir. Üçüncü ayette ise: "Ey insanlar! Sarhoş iken namaza yaklaşmayın." (4/43) Ve nihayet dördüncü ayette: "Ey insanlar! Şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları şeytan işidir. Pisliktir. Bundan sakınınız. Ta ki kurtuluşa eresiniz." Bu emirle içki kesinlikle yasaklanmıştır.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2006
DİNİN aslında bulunmayan, birtakım yollarla sincice dine ilave edilen ve dini inançmış gibi telakki olunan söz ve fiillerin tümü hurafe ve batıl inanç kapsamı içine girmektedir. Zihinlerde oluşan her yanlış ve inanış, insanları çarpık mantık ve ilişkiler ağı içine sokar. Bu ilişkiler sadece ferdin zihnini bulandırmakla kalmaz, topluma zarar veren bir yapıya dönüşür.
Batıl inanç ve hurafelerin ortak karakteri, aşırı tutuculuktur. Bu hastalığa müptela olmuş toplumlar, her türlü değişim ve gelişme karşısında tavır alırlar. En tutucu insanlar ve toplumlar, batıl inanışlara ve hurafelere en çok bağlı olanlardır.
Dinler tarihi incelendiği zaman görülecektir ki; her devirde bidat, hurafe ve batıl inanışlar, toplumların ortak problemi olmuş, daima gündemdeki yerini ve önemini korumuştur. Bu, dün olduğu gibi bugün de böyledir. İslam diniyle bağdaşmayan, akla ve mantığa uymayan, farkına varmadan insanları yüce dinin özünden uzaklaştıran bidat ve hurafeleri bazı farklılıklarla hemen her kesimde ve coğrafyada görmek mümkündür.
* * *
Dinimizin temel inanç, ibadet ve ahlak esaslarıyla bağdaştırılması asla mümkün olmayan, halkımızı yanlışlıklara sevk eden öyle hurafeler ve saçmalıklar var ki, birçok insan bunu din adına samimi bir şekilde savunmakta ve hatta bu davranışını hakiki dindarlık, bunlara karşı çıkmayı ise dinden uzaklaşma, itikatsızlık ve inançsızlık olarak kabul etmektedir. Halbuki dinin kabul etmediği anlayış, inanış ve uygulamalarla dindarlık olmaz. Tam tersine hurafe ve batıl inanışlar, farkına varmadan kişileri inandıkları, söyledikleri dinin gerçeklerinden ve özünden uzaklaştırır.
Gerçek dindarlık ancak dinimizin ana kaynaklarında bulunan inanç, ibadet ve ahlak esaslarını kabul etmek ve hayatımızı bu prensipler çerçevesinde düzenlemekle mümkündür. Sağlıklı ve gerçek bir dini hayat, hurafe ve batıl inanışlardan uzak olan bir hayattır. Kur’an, tevhit inancının dışındaki bütün inanç sistemlerinin batıl olduğunu belirtmekte, bu sebeple insanlara hakla batılı ayırt etmeleri uyarısında bulunmaktadır.
Batıl inanış ve hurafeler, Peygamberimizin vefatını müteakip geçen zaman içinde gerek eski Arap inanç ve geleneklerinin yeniden şu veya bu vesilelerle su yüzüne çıkması, gerekse fethedilen ülkelerin kültür ortamlarıyla temasa geçilmesi, İsrailiyat denilen ehli kitap kaynaklı rivayetlerin bünyeye sızmaları sonucu ortaya çıkmıştır.
Aslında İslam, ilk günden itibaren batıl inanış ve hurafeleri ortadan kaldırmak için gelmiştir. O günkü Arap toplumu içindeki tepkileri de o nedenle üzerine çekmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bu hususta birçok ayetler mevcuttur. Ashab ve din alimleri batıl inançlarla asırlar boyu yılmadan mücadele etmiş ve İslam’ın saf ve berrak akidesini günümüze kadar taşımışlardır. Bu mücadele günümüzde de devam etmektedir. Ama insanları saplantılarından vazgeçirmek pek de kolay değildir. Batıl inançların kökü bir türlü kurutulamamıştır.
Toplumların ortak kültürel ve sosyal derdi olan bu sakat inanışların gelişmesine, kök salmasına zemin hazırlayan birçok sebep vardır. Cehalet, gelenek-görenek, menfi propaganda, çıkar hesapları, kişisel zaaflar, insanların saf ve temiz inançlarını istismar gibi sebepler, hurafe ve batıl inanışların ortaya çıkmasına ve yayılmasına neden olan faktörlerden bazılarıdır.
* * *
Batıl inanış ve hurafeleri yayanların zararları sadece kendi şahısları veya muhatapları ile de sınırlı değildir. Bunlar, din dışı uygulamalarını din kılıfı altında sergiledikleri için insanların saf inançlarını bozmakta ve böylece hem yüce dinimize, hem de halkımıza pek büyük zararlar vermektedirler. Öyle ise İslam’ın ulviyetini ve kutsiyetini gölgeleyen, onun dinamizmini ve hamleci ruhunu olumsuz yönde etkileyen bu asılsız inanç ve uygulamalara karşı mücadele etmek, yüce dinimizi bu saçma inançlardan arındırmaya çalışmak her olgun müminin vazifesi olmalıdır. Bunun için yılmadan, usanmadan mücadele etmek gerekir.
Bidat ve batıl inançlardan korunabilmenin en güvenilir yolu Kur’an ve sünnete sığınmaktır. İlk emri "Oku" ile başlayan yüce kitabımız Kur’an’ı bir kere bile okuyup anlamayan insanların bu batıl kıskacın pençesinden kurtulmaları pek kolay değildir.
Kur’an’ın ifadesiyle batıl inanış köpük gibidir; Hak karşısında yok olmaya mahkûmdur.
SORALIM ÖĞRENELİM
Erkeklerin altın yüzük takmaları haram mıdır?
Veli TOK/ZONGULDAK
Kur’an’da, erkeklerin altın yüzük kullanmalarını yasaklayan bir ayet yoktur. Ancak Hz. Peygamber, erkeklerin altın yüzük takmalarını israf, debdebe ve gösterişi çağrıştırdığı için yasaklamıştır. Sadece altın nişan yüzüğü bir akdin belirtisi olduğundan buna izin verilmiştir.
Birisi "ahdım olsun" dediği halde ahdını yerine getirmedi. Bunun hükmü nedir?
Osman TİRİTOĞLU/BALIKESİR
Meşru bir işte söz verip de yerine getirmemek ahlaki bir davranış değildir. Hz. Peygamber, sözünde durmayanları nifak alameti olarak saymıştır. Kur’an-ı Kerim de "Gerek Allah’a ve gerekse insanlara verdiğiniz sözü yerine getiriniz, ahde vefa gösteriniz" buyurmuş ve ahdinde duranları müjdelemiştir. Ahde vefanın dinimizde çok önemli bir yeri vardır.
Bir vaiz, bayramda elinize kolonya sürmeyin, dedi. Bunun dini açıdan ne mahzuru var?
Fevzi TAN/ERZURUM
Kolonya her ne kadar alkol ihtiva etse de temizlik maksadıyla kullanıldığından ele sürülmesinde hiçbir sakınca yoktur. Aslında alkol ihtiva eden maddelerin içilmesi yasaktır.
Kur’an ayetleri olaylar üzerine mi inmiştir?
Adem KAYA/BİLECİK
Kur’an’ın bütün ayetleri olaylara dayalı olarak inmemiştir. Ancak bazı ayetlerin belli olaylar üzerine indirildiği bilinmektedir. Mesela Hz. Peygamberimize birçok konuda sorular sorulmuş, olaylara bir çözüm getirmesi istenmiş, bunun üzerine vahiy gönderilmiştir. "Yetimler sorarlar, de ki...", "Senden fetva isterler, de ki..." gibi. Bazen de bir olay meydana gelmiş, soru da sorulmamış, ancak onun üzerine ayet inmiştir. İçkiyle ilgili ayetler gibi.
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2006
BATIL (boş) inanç mı, inançsızlık mı daha tehlikelidir? Bu soru okuyucularımıza tuhaf gelebilir. Tabii ki her ikisi de doğruyu ifade etmez. Ancak, yanlış inançla inançsızlığı karşılaştırdığımız zaman, yanlış inancın inançsızlığa göre daha zararlı olduğu gerçeği ortaya çıkar. Francis Bacon’un bu konuda ilginç bir tespiti vardır:
"Tanrı konusunda hiçbir düşüncesi olmamak, Tanrı’ya yakışmayacak düşünceleri olmaktan yeğdir. Bunlardan birincisi inançsızlık, ötekisi ise saygısızlıktır. Boş inanç, hiç kuşkusuz Tanrı’ya karşı işlenmiş bir ayıptır. Bununla ilgili olarak Plutarkhos ne güzel söyler: ’Bence insanların Plutarkhos diye birini tanımıyoruz demeleri, bir Plutarkhos vardı, çocuklarını doğar doğmaz yerdi demelerinden çok daha iyidir. Hani Satürn’ün çocuklarını yediğini söyler ya ozanlar.’"
* * *
Kuran-ı Kerim’de inkarcılıktan ziyade putpeterestlik eleştirilmiştir. Mekke müşrikleri, Allah’ın varlığına inanıyorlardı. Nitekim, Kuran-ı Kerim’de onlara "Yerleri gökleri kim yarattı?" diye sorulduğunda "Elbette Allah" diye cevap verirlerdi. "Yerlerden ve göklerden rızık vererek sizi nimetlendiren kimdir?" diye sorulduğunda da "Allah" cevabını veriyorlardı. Ancak, putlara tapınmaktan da geri kalmıyorlardı. Çünkü onlara göre putlar Allah’la kendileri arasında birer aracı idiler. Onları Allah’a ortak koşuyorlardı. Bununla da kalmayıp, meleklerin Allah’ın kızları olduğu iftirasında bulunuyorlardı.
* * *
Hz. Peygamber, 23 yıl tevhit inancını yerleştirmek için müşriklerle mücadele etmiştir. Müşrikler, Hz. Peygamber’e "Gel seni başımıza reis yapalım. İstediğin güzel kadınlarla evlendirelim, altın ve gümüşe boğalım; yeter ki bizim ilahlarımıza dokunma" dediler. Çünkü putlar, Mekke aristokrasisinin çıkar ilişkilerinin sembolleri idi. Putlara karşı gelmek, bu çıkar ilişkisini yok eden bir teşebbüsü, bir şuuru insanlığın gönlüne koymak anlamına geliyordu. Mekke aristokratları, bu putların Allah yanında hiçbir değer ifade etmediğini ve hiçbir güçlerinin olmadığını biliyorlardı. Ama o putları cehalet içinde kıvranan toplulukları kandırmanın bir aracı olarak kullanıyorlardı. Nitekim Kuran, "Putlar sizin ve atalarınızın taktığı içi boş isimlerdir" diyerek onların batıl bir yolda olduklarına işaret etmiştir.
* * *
Geçen yazımızda Haricilerin İslam tarihindeki olumsuz rollerinden söz etmiştik. Hariciler, getirdikleri yanlış yorumlarla gözlerini kırpmadan birçok Müslümanın kanını heder etmişlerdi. Hz. Ali, Haricilerle savaşı emretmiş, ancak askerleri "Ey müminlerin emiri, onlar da Müslüman değil mi?" diye sorunca şu cevabı vermiştir: "Evet, onlar da Müslüman. Ama onlar elbiseyi ters giyen insanlar gibi dini tersine çevirdiler. Elbiseyi ters giyen insanların toplumdaki durumları nasıl yadırganır ve gülünç olursa, onlar da Kurani kavramları kendi dar görüşlerine göre yorumlayarak toplumda aykırı görüşleriyle birçok çarpıklıklara, kaos ve kargaşaya sebep olmuşlardır." Yine Hz. Ali, onların "Hüküm ancak Allah’ındır" ayetini izah biçimini "Söz doğru, ancak batılda kullanılmıştır" diyerek onların sapkınlıklarını ortaya koymuştur. Yakın bir zaman önce de ülkemizde kendilerine Hizbullah adını veren terör örgütünün -ki aslında onlar Hizb’ul vahşettir- din adına Allah rızası için nasıl insanları vahşice öldürdüklerine hep birlikte tanık olduk. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Yine Bacon’ın ifadesiyle; "Tanrı’ya gösterilen saygısızlık ne denli büyükse, insanların uğrayacağı tehlike de o denli büyük olur."
* * *
Tanrıtanımazlığa gelince; Tanrıtanımaz, yine de bir fıtri (doğal) inanç taşıması, yasalara, törelere bağlı olması nedeniyle topluma pek zarar vermez. Boş inanç kadar taraftar da bulamaz, zararı onun kadar tahrip edici değildir. Boş inanç insan benliğinde taassup ve zorbalık meydana getirir. İnsanlar üzerinde baskı kurar; kendisine taraftar olmayanları da tasfiye eder.
Yazımızı yine Bacon’ın sözleriyle bitirelim:
Tıpkı bugün yaşadıklarımız gibi.
Güzeli çirkinden ayıran tek ölçümüz var; o da Kuran. Çünkü her şeyin doğrusu ondadır. Kuran diyor ki: "O’nun önünden ve arkasından batıl (boş) inanç gelmez."
SORALIM ÖĞRENELİM
Amentüde yer alan "Kadere inandım. Yani hayır ve şer Allah’tandır" hükmünü iman esaslarından çıkarıp, imanın şartını 5’e indirenler var. Siz ne dersiniz?
Uğur KIZILKAYA/HORASAN
İman esasları Kuran-ı Kerim’in muhtelif ayetlerinde değişik şekillerde sıralanmıştır. Bakara Suresi 177. ayette "Yüzlerinizi doğu ve batı yönlerine çevirmeniz iyilik değildir. Gerçek iyilik Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanmaktır" buyurulmaktadır. Nisa Suresi 136. ayette de "Ey iman edenler, Allah’a, Peygamberine ve Peygamberlere indirdiği kitaba, daha önce indirdiği kitaba iman edin, buna karşılık kim Allah’ın meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini, ahiret gününü inkar edip tanımazlıkta bulunursa koyu bir sapma ile doğru yoldan sapmıştır" denilmektedir. Görüldüğü gibi bu ayetlerde imanın esasları 5 ilkede toplanmış ve sıralanmıştır. Tekrarlayacak olursak; bunlar Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve öldükten sonra dirilmeye imandır. Amentü metninde kader, yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğu inancı bu ayetlerde geçmemektedir. Kadere, yani hayır ve şerrin Allah’tan geldiği bazı hadis kaynaklarında iman esaslarına ilave edilmiştir. Esasen, iman Allah’a inanmaktır. Nitekim, Hz. Peygamber "İman, Allah’tan başka ilah olmadığına iman etmektir" buyurmuştur. Bu iman mücerret dil ile olmaz, kalp ile de tasdik etmek gerekir. Gönülden Allah’a inanmış olan, O’nun Kuran’da beyan ettiği her şeye inanır. Kader meselesi de, Allah’ın tekvin, irade sıfatları içerisinde yer almaktadır.
Bir gazetede, bir din adamının "Bayramda mahremi olmayan kadınla tokalaşan erkeğin nikahı düşer" şeklindeki sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dursun ŞEN/ERZURUM
Dinimizde, yabancı kadınla tokalaşmayı yasaklayan açık bir hüküm yoktur. Dolayısıyla, yabancı bir kadınla tokalaşmak nikahı düşürmez. Çünkü nikah iki kişinin irade beyanıyla meydana gelen bir evlilik sözleşmesidir. Evliliğin nasıl sona ereceği, kaynaklarımızda belirtilmiştir.
Erkeklerin altın yüzük takmaları haram mıdır?
Veli TOK/ZONGULDAK
Kuran’da, erkeklerin altın yüzük kullanmalarını yasaklayan bir ayet yoktur. Ancak, Hz. Peygamber, erkeklerin altın yüzük takmalarını israf, debdebe ve gösterişi çağrıştırdığı için yasaklamıştır. Sadece altın nişan yüzüğü bir aktin belirtisi olduğundan buna izin verilmiştir.
Birisi "ahdım olsun" dediği halde ahdını yerine getirmedi. Bunun hükmü nedir?
Osman TİRİTOĞLU/BALIKESİR
Meşru bir işte söz verip de yerine getirmemek ahlaki bir davranış değildir. Hz. Peygamber, sözünde durmayanları nifak alameti olarak saymıştır. Kuran-ı Kerim de "Gerek Allah’a ve gerekse insanlara verdiğiniz sözü yerine getiriniz, ahde vefa gösteriniz" buyurmuş ve ahdinde duranları müjdelemiştir. Ahde vefanın dinimizde çok önemli bir yeri vardır.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2006
İRTİCA konusu çerçevesinde bir hayli fazla kavram ve terminoloji tartışmaları mevcuttur. Bunun nedeni, irticayla yakından ilişkisi bulunan başka kavramların da mevcudiyetidir. Muhafazakárlık kavramı bunlardan biridir. Öncelikle ifade etmek gerekir ki, "muhafazakárlık" irtica değildir. Muhafazakárlık, sahip olunan değerleri muhafaza etmektir. Geleceği, o değerler üzerine çağın değerlerini katarak kurmaktır.
Tarihsiz ve geleneksiz bir milletin varlığından söz edilemez. Tarihini kaybeden millet, hafızasını ve şuurunu kaybeder. Geleneklerinden kopan bir millet ise tarihi birikimlerini, melekelerini kaybetmiş, hayat karşısında şaşkın ve beceriksiz, kendisini reflekslere ve içgüdülere terk etmiş bir topluluk olur. Her toplumda, kimliğini ve benliğini unutma ve kaybetme tehlikesini önlemeye yönelik bir muhafazakárlık akımı vardır. Bir bakıma muhafazakárlık, "kendini koruma" içgüdüsünün bir sosyal şuur ve hareket haline dönüşmesidir.
* * *
Muhafazakárlık, yeniliklere karşı koyma hareketi değildir. Sadece, yeniliklerin geçmişe ait değerler hazinesini tahrip etmesine karşı olmaktır. Kısacası muhafazakárlık; tarihi, tarihten kazanılan tecrübe ve kültür zenginliklerini, toplumsal değerleri korumayı amaçlar. Yeniyi ve yenilikleri reddetmez. Şayet yeni ve yenilikleri reddederse bu eylem muhafazakárlıktan çıkarak irticaya dönüşür. Muhammed İkbal, "Hayat, sırtında tarihin yükünü taşıyarak ilerler; toplumsal değişim ne ölçüde olursa olsun, muhafazakárlık kuvvetleri asla gözden kaybolmaz. Hayat sadece ve sadece değişimden ibaret değildir. O süreklilik ve koruma unsurlarını da içinde taşır" demektedir.
Altını çizerek ifade edelim ki; muhafazakárlığı tutuculuk olarak değil, korumacılık olarak tanımlamak gerekir. Bu haliyle o hem köksüz değişimin, hem katı tutuculuğun, hem de irticanın karşısında bir yerde durmaktadır. Ayrıca, şunu da ifade etmek gerekir ki, bir şey eskidir diye geriliği çağrıştırmaz. Her yeni olan şey de itibarlı ve kayda değer kabul edilemez. O bakımdan, muhafazakárlığı irticayla irtibatlandırmak son derece yanlıştır.
İnkılap ise bir durumdan başka bir duruma geçişi, evrim ve dönüşümü ifade eder. Her toplumda, irtica anlamındaki reaksiyonu kışkırtan bir aksiyon bulunması gerekir. Bu bağlamda, inkılap hareketleri de bir aksiyondur ve irticayı doğurabilen bir etkendir. Bazen muhafazası şart gelenekleri yok etmeye varan inkılap hareketleri, en ileri toplumlarda bile geçmişe hasret ve irtica temayüllerini kuvvetlendirebilir. Ölçüsüz bir muhafazakárlık olan irtica, bazen aynı nispette ölçüsüz inkılap hareketlerinin cevabı niteliğini taşıyabilmektedir.
Her canlı varlığın hem kendisi kalmak, hem de değişmek gibi iki zorunluluk arasında dengesini bulabilmesi için, değişme sürecinin, unsurlarını tarihte ve gelenekte bulan milli şahsiyet sınırlarını aşmaması gerekir. Bu tecavüz, irticayı kışkırtır ve bazen inkılap hamlesinin uzun bir tarih boyunca gecikmesine neden olabilir.
İrticaya bu fırsatı vermeyen inkılap, muhafazakárlıkla uzlaşır ve İngiltere gibi ileri ülkelerde görüldüğü tarzda, geçmişin ve geleceğin temsilcileri arasında ahenkli bir işbirliği ve medeni bir mücadele hali beraber oluşur. Nitekim, Cumhuriyet’in ilanıyla başlayan, bizzat Atatürk tarafından yürütülen yenilik hareketleri, bu önemli hususiyeti hiçbir zaman göz ardı etmediği için milletin büyük bir çoğunluğu tarafından destek görmüştür.
Bu kavramları kullanırken, aralarındaki farka dikkat edilmelidir. Hakiki muhafazakár inkılap düşmanı olmadığı gibi, hakiki inkılapçı da tarih ve gelenek düşmanı değildir. Günümüzde, toplumda zaman zaman yaşanan gerilimlerin sebebi, aslında zenginliğimiz olan düşünce farklılıklarının bazı kişilerce yobazlık ölçülerine vardırmalarından kaynaklanmaktadır.
İrticanın dinle, özellikle İslam diniyle ilişkisinin olmadığının müşahhas bir şekilde ortaya konulması için, İslam’ın gelişme ve yenilikler karşısındaki tavrına bakmak lazımdır. İslam, doğuştan itibaren insanı, toplumu ve bütün insanlığı tekamül ettirmenin yollarını ortaya koymuştur. İslamiyet, her şeyden önce akla, tefekküre, ilim ve irfana büyük önem vermiş, cehaleti en sert ifadelerle yermiştir. Kuran-ı Kerim’de 100’den fazla yerde ilimden bahsedilmektedir. İslam’ın ilk emri "oku" ile başlar. Şu halde İslam’ın terakki ve yeniliklere, ilim ve medeniyete engel olduğunu, Müslümanların dinlerine bağlı kaldıkları müddetçe ilerlemiş milletler seviyesine çıkamayacaklarını söylemek gerçekleri yansıtmamaktadır.
* * *
Türkiye’deki irticanın temelinde, din alanındaki eksik bilgiler ve yanlış telakkiler yatmaktadır. Din alanındaki yanlış telakkiler, kentleşmenin, sanayileşmenin ve hızlı sosyo kültürel değişmenin bunalttığı arayış içerisindeki bazı insanları, başta cemaat ve tarikat grupları olmak üzere, dini görünümlü oluşumlara doğru itmektedir.
Buna karşın, ülke gündeminden istifade etmek isteyen bazı istismarcıların dine yönelik bilimsel temellerden yoksun, hissi saldırıları da bu tür oluşumların yaygınlaşmasına sebebiyet verdiği ortadadır. Dinden hoşlanmayan, dinle ilgili her türlü tezahürü çağdışılık ve irtica olarak anlayan bu kimseler ise dindar insanların içe kapanmasına ve daha katı bir tutum sergilemelerine vesile olmaktadır.
Sonuç olarak, iticayla mücadele etmenin tek yolu, öncelikle aydınlanma ile mümkündür. İrtica, karanlık ve rutubetli ortamlarda hayat bulan bir yosundur. Karanlığı aydınlıkla örterek, rutubeti gerçek bilgi ve inançla kurutarak bu tehlikeden kurtulabiliriz.
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2006
GEÇEN haftaki yazımızda irtica üzerine genel bir değerlendirmede bulunmuştuk. Bugünkü yazımızda da irtica konusuna devam edeceğiz. İrtica kelimesi Arapça "ricat" kökünden türetilmiştir. Geri dönmek anlamına gelen bu kelime, Türkçe’de yeniliklere değer vermeyip her yönüyle eskiyi özlemek veya eski düzeni getirmeye çalışmak tarifiyle yer bulmuştur. İrtica kavramı, dini sahada farklı biçimlerde algılanmaktadır. Bir yönüyle "irtidat" (dinden sapmak), tekrar cehalet ve şirk hayatına dönmektir.
İslam’ı henüz gönüllerine tam olarak sindirememiş olan bazı Arap kabileleri, Hz. Peygamber’in vefatından sonra cahiliye dönemindeki örf, ádet ve batıl inançlarına geri dönmeye teşebbüs etmiş, zekát vermeyi ve savaşlarda görev almayı reddetmişlerdir. Bu direnç, İslam’ın birinci halifesi Hz. Ebubekir tarafından "mücadele edilmesi gereken irticai bir hareket" olarak görülmüş ve büyük bir kararlılıkla bunların üzerine gidilmiştir.
* * *
Gerçek anlamda irtica, dinin özünden uzaklaşmak ve dini, temel ilkelerine aykırı olarak algılamak ve yorumlamaktır. Bir başka ifadeyle, kendini dindar sanan kimselerin bilerek veya bilmeyerek dinin ruhundan kopup sadece şekline bağlanmayı esas almalarıdır. Haricilerin hareketi bu konuda çok iyi bir örnek teşkil etmektedir.
Olaylara dar açıdan bakan bu grup, dini bir bütün olarak algılamaktan uzak olarak, İslami hükümlerin asıl maksatlarını bir tarafa bırakıp sadece lafzına sıkı sıkıya bağlı kalmanın esas olduğu fikrini ileri sürmüşler, bu düşünceye itibar etmeyen insanları dışlayarak, düşman addetmişlerdir. Hatta, bu taassupkárane yanlış algılamalar sonucu, kendileri dışındaki Müslümanları káfir sayıp kadın ve çocuk demeden insanları öldürmüşlerdir. Hz. Ali bunlar için "Elbiselerini tersten giymiş güruh" tabirini kullanmıştır.
Bu grubun mensupları, Hz. Ali’yi de tekfir ederek camide şehit etmişlerdir. Haricilerin elinden ancak Müslüman olmadığını ispat edenler kurtulabilmekteydi. Kuran-ı Kerim’deki birtakım ayetleri, tek başına ele alıp sloganlaştırarak, dini hayatı dar kalıplar içine sokan bu anlayış ve davranış, İslam’ın ilk dönemlerinde görülen fikri ve fiili en önemli irticai tezahür olarak kabul edilmiştir.
Ayrıca, Sıffin Savaşı’nda Muaviye’nin siyasi neticeler elde etmek için, askerlerin mızraklarının uçlarına Kuran-ı Kerim sayfalarını takmaları ve akabinde gelişen Hakem olayı da bünyesinde irtica izleri taşıyan hadiseler cümlesindendir. Çünkü bu hadisede din siyasi emellere alet edilmiştir. Hz. Ali askerlerine, mızrakların ucuna Kuran varakalarının takılmasının bir hile ve aldatmacadan ibaret olduğunu, bunlara itibar edilmemesi gerektiğini açıklamışsa da askerlerini ikna edememiştir.
Biraz da yakın tarihimize gelecek olursak; Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemlerine doğru irticai tezahürlerle karşı karşıya geldiğimizi görürüz. 16. yüzyılın sonlarında imparatorluğun bozulan düzenini yeniden ıslah etmek ve devleti ayakta tutmak için birtakım yenileşme hareketleri başlatılmışsa da buna karşı direnç gösterilmekte gecikilmemiştir. Genç Osman olayı, Patrona Halil İsyanı, Kabakçı Mustafa İsyanı, Alemdar Mustafa Paşa olayı, 31 Mart Hadisesi, irticai hareketler olarak tarihteki yerlerini almıştır.
Din, irticayı şiddetle reddeder. İrtica din demek olmadığı gibi, din de irtica değildir. Dinin irticayla irtibatlandırılması, onun yanlış anlaşılmasından dolayıdır. Tarihimizde vuku bulan irticai eylemleri incelediğimizde, irtica hadiselerinin daima dini duygulara dayandırıldığını görmekteyiz. Hakikatte bu hadiselerin doğrudan dinle ilgisi bulunmamakta, çıkarlar öne çıkmaktadır. Ülkemizde matbaanın kuruluşuna karşı alınan tavrın arka planında ise elyazması kitaplardan para kazanan hattatların reaksiyonu vardır.
* * *
Atatürk, irtica konusunda şunları söylemektedir: "Efendiler, hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur ki, her iyi, her güzel, her nafi şey karşısında onu imha edecek bir kuvvet belirir. Bizim lisanımızda buna irtica denir."
"Her ilerici ve müspet gelişmeye karşı çıkan kuvvete irtica denir."
"Unutulmamalıdır ki, milletin hákimiyetini bir şahısta yahut mahdut şahısların elinde bulundurmakla menfaat bekleyen cahil ve gafil insanlar vardır. Bu gibilere mürteci ve hareketlerine de irtica derler. Katiyetle ve bilaperva söylerim ki, hákimiyet-i milliyemizin her zerresini şu veya bu suretle takyit etmek isteyenler en koyu mürtecilerdir."
Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere irtica:
1. Milli egemenlik ilkesine karşı çıkarak saltanat ve hilafetin geriye gelmesini istemek,
2. Çağdaşlaşmaya ve her türlü ilerici ve müspet gelişmelere karşı çıkmak,
3. Dini, siyaset ve ticarete alet ederek din istismarcılığı yapmaktır.
Yazının Devamını Oku