26 Ocak 2007
İNSANLIĞIN en acı dramları, en acıklı hikáyeleri, şiddetin yaktığı yüreklerin çığlığı ile tarihin hafızasına kazınmıştır. Asırlar boyunca insanlık, indirilen kitaplar ve gönderilen peygamberler vasıtasıyla sevgi ve barışı hákim kılmak isteyen ilahi bir uyarının muhatabı olmasına rağmen, kan içmeye doymayan iştahıyla şiddet, günümüzü de kasıp kavurmaya devam ediyor.
Ocaklar sönüyor, yürekler yanıyor, çocuklar yetim bırakılıyor; fakat şiddetin kara vicdanı hüküm kesmekten, kanlı infazlarına bir yenisini eklemekten vazgeçmiyor! Çünkü o öldürdükçe, masum canları aldıkça yaşayan, güç bulan bir yaratıktır. Onun hayat sahasını daraltmadan, yok etmeden toplumların huzur bulması mümkün değildir.
* * *
Acaba hangi din, hangi inanç, hangi ülkü, hangi ideoloji şiddeti mazur gösterebilir? Hangi ortam insanı "eşref-i mahlukat" (şerefli mahluk) sıfatından koparıp, "esfel-i safilin" (aşağıların aşağısı) çukuruna atabilir? Hangi çare, hangi çözüm insanlığın bu kanayan yarasına merhem olabilir? Özellikle şiddetin ilkokul sıralarına kadar indiği bir toplum bu cinnetten nasıl kurtulabilir?
Devlet adamları, bilim adamları, yazarlar, çizerler, analar, babalar, kendi sorumluluklarını hatırlayarak bu suallerin cevabını bulmak, tedbirlerini de ona göre almak durumundadırlar. Bir ahşap binanın içindeyiz, yanımızdaki ahşap bina yanıyor. Alevler bizim evimize de sıçramadan bunu yapmalıyız!
Bir yurt insanını daha şiddetin karanlığında kaybettik. On binlerce insan, ırk-din ayrımı yapmadan bu cenazeye sahip çıkıp şiddeti lanetledi. Türk insanı, bu cenazenin arkasından yürüyen onbinleriyle bütün önyargıları yıkarak dosta düşmana çok anlamlı bir tablo armağan etmiştir. Herkes bu değerli tabloyu duvarına asıp vicdan muhasebesi yapmalıdır! Herkes bu tablodan ders çıkarmalıdır. Özellikle de acılı eşin şu çığlığından:
"Yaşı kaç olursa olsun, 17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim."
Sonra, dudaklarından dökülen o sevgi sözcükleri:
"Oraya (cennete) yalnız ve yalnız sevgi girer. Kimseyi kıskanmayan sevgi, kimsenin malında gözü olmayan sevgi, kimseyi öldürmeyen sevgi, kimseyi aşağılamayan sevgi, kardeşini kendinden üstün tutan sevgi, kendi hakkından vazgeçen sevgi, kin tutmayan sevgi, kardeşinin hakkını arayan sevgi..."
Rakel Dink, bu çığlığıyla bütün insanlığa ders veriyor. O’nun Ermeni, ya da Hıristiyan kimliği, bu gerçeğin algılanmasına ve sorgulanmasına engel teşkil etmiyor. O’nun mensubu olduğu din de, tetiği çekenin mensup olduğu din de aynı şeyleri söylüyor. "Bir bebekten katil yaratma"ya meydan veren toplum kendini sorgulamadıkça, bütün bu olup bitenlerden kendine ders çıkarmadıkça, bebeklerden katil üreten düzenin çarkları daha nice masum bebeklerin geleceğine pusu kurmaya devam edecektir!
Dinimiz bize güzel ahlakı, hoşgörüyü, doğruluğu emrediyor. İslam, "barış" ve "esenlik" demektir. Dinimiz, barış ve esenlik dinidir. "Her kim bir insanı öldürürse, bütün insanlığı öldürmüş sayılır" sözü, bu dinin mukaddes kitabı Kur’an’a aittir. İslam’ın emirleri, insandaki şiddet eğilimini terbiye etmek ve sınırlamak için vardır. Şiddeti "cihad" kılıfıyla örtmeye çalışanlar büyük bir yanılgının, büyük bir inkárın maznunu durumundadırlar.
Kendilerine "durumdan vazife çıkaran", bunu inançları, ideolojileri adına yaptıklarına inananlar, "cihad" kavramının içeriğinden de habersizdirler. Ne yazık ki Batı dünyası da cihadı terörle özdeşleştiren çarpıtmalarıyla ortalığı iyice karıştırmaktadır. Cihadın kelime anlamı, çalışmak, uğraşmak, çabalamak, gayret sarf etmektir. Bu kelimeler sadece harp meydanında düşmanla savaş yapmak anlamına gelmez. Bir savaşın, müminin kendi nefsiyle yaptığı mücadele yanında ancak "küçük cihad" mertebesinde olacağını yine bize Peygamberimiz söylemiyor mu?
* * *
Nefis terbiyesi... İnanan insanın en büyük cihadı budur! Nefsimizi kinden, husumetten, kıskançlıktan, kötülüklerden arındırmadıkça Yüce Yaratan’ın istediği kul olamayız! İnsanlara zulmetmek, masum insanların canını almak, Allah’ın "Bütün insanlığı öldürmüş sayılırsınız" ikazına isyandan başka ne olabilir?
Şiddetin tohumlarını serpen eller de şüphesiz bu isyanın içindedirler. Şiddeti teşvik eden filmler, ahlaksızlığı teşvik eden programlar, katillerin suçlarını hafifleten kanunlar, insanların problemlerini çözmek yerine iradelerine kömür ve pirinçle ipotek koyan şark kurnazlıkları yürürlükte olduğu müddetçe korkarız daha çok masumun kanı akar, daha çok çığlıklar yükselir yanık yüreklerden!
Bugün, ülkemizin yetiştirdiği değerlerden eski Dışişleri Bakanımız İsmail Cem’i de Hakk’a uğurluyoruz. Allah rahmet eylesin. Ailesinin ve yakınlarının başı sağolsun.
SORALIM ÖĞRENELİM
Besmelede geçen "rahman" ve "rahim" kelimeleri rahmet kökünden geldiğine göre her ikisi arasında ne fark vardır? Muttalip GÜLER
Rahman ve rahim kelimesi, "esirgeyen ve koruyan" anlamına gelmektedir. Aralarındaki fark ise rahman, dünyada tecelli eden bir sıfattır ki inanan inanmayan, canlı cansız bütün yaratıkları kapsar. Rahim ise ahirette mümin insanları mükáfatlandıracak bir anlam taşımaktadır. Rahman sıfatı, rahim sıfatına göre daha genel bir mana ifade eder.
Bağışlanan organı taşıyan insanın işlediği günah, o organı bağışlayana da yazılır mı?
Ali DESTEGÜL/KARS
Sorumlu olan organlar değil, organları taşıyan şuurlu varlıktır, yani insandır. Tabancayla bir insanın hayatına kastediliyor. Suçlu tabanca mıdır, tabancayı kullanan insan mıdır? Hiç tabancanın suçlu olduğu görülmüş müdür? İşte, bağışlanan organlar da kimin tarafından kullanılıyorsa sorumlu olan onu kullanandır. Dolayısıyla bu tür düşüncelere itibar etmek doğru değildir. Organ bağışlamak, bir hayatı kurtarmaktır. Dinimizde çok büyük sevabı vardır.
Hacer-ül Esved gökten mi indi? Namazı ona yönelerek mi kılıyoruz?
Cengiz SERDAROĞLU/İSTANBUL
Hacer-ül Esved, gökten inmiş bir taş değildir. Onun Kábe duvarına konulmasındaki amaç, Kábe etrafındaki tavaf (dönüşler) için başlangıç noktası olmasıdır. Namaz, Kábe’nin herhangi bir noktasına yönelerek kılınır. Karmatiler, Miladi 930 tarihinde Mekke’yi talan ettiklerinde Hacer-ül Esved’i ülkeleri Umman’a ganimet olarak götürmüşler ve onu ancak 21 yıl sonra geri vermişlerdi. Hacer-ül Esved’in olmadığı bu süre boyunca Müslümanlar Kábe’yi kıble edinmeye devam etmişlerdir. Gerek Mekke’de yaşayanların, gerekse dünyanın başka bölgelerinde yaşayanların kıblesi Kábe’dir.
Üzerinde kul hakkı olan birisi helallik alınca Allah tarafından da bağışlanır mı?
Memduh ÜRKMEZ
Herhangi bir yaratığa haksızlık yapan kişi, aslında çifte suç işlemiştir. Sadece doğrudan mağdur olana değil, Allah’a karşı da hata işlemiştir. Çünkü suç olan davranış, ilahi buyrukları da çiğnemektir. Bu sebepten, bir varlığa karşı suç işlediğimizde sadece ondan helallik almakla yetinmemeli, tövbe edip Allah’tan da af dilemeliyiz.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2007
BUGÜNKÜ yazımızı, iki okuyucu mektubuna ayırıyoruz. Birisinde, bir okuyucumuz bize haklı bir tarizde bulunuyor. Kendisi Protestan mezhebine mensup Hıristiyan vatandaşlarımızdan. Adı Banu Çelik. "İslam’da Ruhbanlık Yoktur" başlıklı yazımızdan incindiğini söylüyor ve şu sitemde bulunuyor: "Sizin Hıristiyanlık diye genelleme yaparak İslamiyet ile kıyaslama yaptığınız konu Katoliklik. Katolik mezhebinde papaz mertebesi, çocukları vaftiz, günah çıkartma gibi uygulamalar elbette vardır. Ama bu tür uygulamalar İncil’in de açıklamalarının ışığında Hıristiyanların hayatlarının her döneminde bir papaza ihtiyaç duyacakları anlamına gelmez."
Hemen şunu ifade etmeliyiz ki, bizim inanç felsefemizde başkalarının dinlerini, dini duygularını ve inanışlarını kötülemek, aşağılamak, hafife almak gibi bir niyete ve davranışa yer yoktur. "Başka bir inancı kötüleyerek kendi inancımızı övme" gibi bir kastımız ise hiçbir zaman olmamıştır.
* * *
Biz, sözü edilen yazımızda Hıristiyanlığın genel uygulamalarına atıfta bulunmuş, meseleyi mezhepler bazında ele almamıştık. Okuyucumuz siteminde haklıdır. Protestanlığın, diğer Hıristiyan mezheplerinden farklı yönleri vardır. Bunlardan en önemlisi ise Allah’a ulaşmak için hiçbir kilise görevlisinin aracılığına ihtiyaç olmamasıdır. "İncil’de ruhban sınıfı olmadığı" tezine gelince; biz zaten İncil metnine dayanarak böyle bir ifadede bulunmamıştık. Uygulamaları kastetmiştik. Hıristiyanlığın aslında da ruhbanlığın olmadığını Hadid Suresi 27. ayette Kur’an şöyle ifade ediyor:
"Sonra bunların peşinden art arda Peygamberlerimizi gönderdik. Onların arkasından da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. Ona İncil’i verdik ve kendisine uyanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk. Ruhbanlığa gelince, biz onu onlara yazmamıştık. Onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar."
Bundan da anlaşılıyor ki İncil’de ruhbanlık emrolunmamış; fakat birtakım din adamları kendilerine bu sıfatı icat etmişlerdir. Ruhbanlığın farklı anlamları da var. Bunları daha geniş bir şekilde ilerideki yazılarımızda anlatmaya çalışacağız.
Diğer bir soru da kaderle ilgiliydi. Kırıkkale’den mektup yazan Hatice Dinç adlı okuyucumuz "kader" konusunda ayrıntılı sualler sormuş. Bu bölümde de o soruların cevabını özetle vermeye çalışacağız:
İnsan düşüncesini en çok meşgul eden konulardan birisi "kader" konusudur. Aslında Peygamberimiz bu konu üzerinde münakaşa yapılmasını doğru bulmamıştır. Fakat zamanla bu din felsefesinde yer edinmiş, "Kaderiye", "Cebriye" gibi mezheplerin de ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Kader, ezelden ebede tüm oluşları ve olacakları, zaman ve yerini, niteliklerini ve özelliklerini Allah’ın bilmesi ve takdir etmesi demektir. Kader, Allah’ın ilim sıfatı içerisinde mütalaa edilmiştir. Buna göre, Yaratıcı’nın meydana gelecekleri, bireyin seçimlerini ezelden beri biliyor olması, bireyin iradesini kullanmasına engel teşkil etmez.
Allah, insana akıl, irade ve güç vermiştir. Bunların sayesinde iyi olanı seçme, kötü olandan sakınma yetisine sahiptir. İnsanın seçme ve sakınma gücüne cüzi irade (sınırlı irade) denir. Bu irade ve isteğimizi hangi tarafa yönlendirirsek, hangi tarafı tercih edersek Allah da onu irade ve isteğimize uygun şekilde yaratır. "Allah böyle takdir etmiş, ben ne yapabilirim" denilerek bir mazeret uydurulamaz.
* * *
İnsan bir robot değil, ifade ettiğimiz gibi akıl ve irade sahibi bir varlıktır. Hareketlerinde serbest bırakılmıştır. Burada, Allah’ın mutlak kudreti ile bireyin sorumluluğunu birbirinden ayırt etmemiz gerekir. Allah, şüphesiz cüzi iradeye müdahale edip onu ortadan kaldırabilir. Ancak o takdirde insanın sorumluluğu kalmaz. Halbuki insan yaptıklarının hesabını verecektir.
Kur’an’da her şeyin Allah’ın elinde olduğu ifade edilen ayetler ile insan özgürlüğünden söz eden ayetler ilk bakışta çelişkili gibi görünse de; insana irade özgürlüğü veren ayetler insanın neleri yapabileceğini göstermekte, insandan iradeyi kaldırıp Allah’a veren ayetler ise insanın gücünün sınırını tayin etmektedir.
Bu konuyu ileride daha detaylı bir şekilde anlatacağız.
SORALIM ÖĞRENELİM
Saddam, kelime-i şahadeti tam getirmeden ipini çektiler. Bu durum onun imanıyla gitmesine halel getirmiş midir?
Zübeyir GELİŞKEN/ZONGULDAK
İmanda esas olan Allah’ı kalp ile tasdik etmektir. İmanın yeri kalptir. Dil ile söylemek ise Müslüman olduğunun insanlar tarafından bilinmesi ve insanların onun inanmış olduğuna şahadet etmeleri için gereklidir. Bu sebepten, iman "dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir" denilmiştir. Kalbinde tasdik bulunan kimse Allah katında mümindir.O halde imanın asıl rüknü kalp ile onaylamaktır. Kalplerinde şüphe ve tereddüt bulunan kimseler şahadet kelimesini söylese bile Allah katında mümin sayılmazlar. Bizler, zahire (görünüşe) göre hükmederiz. Kalpte olanları Allah bilir.
Cehennem sonsuza kadar mı sürecek, insanlar orada ebedi mi kalacaklar?
Ali GÖZÜM/DÜZCE
Bu hususta iki görüş vardır. Birinci görüşe göre cehennem ehli olan káfirler, münafıklar ateşte ebedi kalacaklar, günahkár insanlar ise bir süre azap gördükten sonra cennete gönderileceklerdir. Yani, onlar için cehennem bir temizlenme yeridir. Diğer bir görüşe göre, -ki Muhiddin-i Arabi bu görüştedir- cehennem ehli ateşle bir nevi ünsiyet edecek, artık ateş onlara bir azap olmaktan çıkacaktır. Yani, ateş onların tabiatına uygun gelecektir. Bunların delili de Kur’an’daki "Rabbin dilediği hariç" ayetindeki istisnaya dayanmaktadır. Burada şunu söylemek gerekir; ateş baki kaldıkça cehennem ehli de baki kalacaktır. Fakat ateş baki kalacak mı, yoksa bitecek mi, burada çelişkili görüşler var. Doğrusunu Allah bilir. Mümin olan azaptan korkar, ilahi rahmete kavuşmayı umar.
Yatsı namazının vakti imsaka kadar demiştiniz. İmsak dediğiniz zaman sabah namazının vakti geliyor. Bunu açar mısınız?
Hasan GÜLEÇ/İSTANBUL
Yatsı namazının vakti, sabah namazının vakti girinceye kadardır. Tabii sabah namazı vakti girdiğinde artık yatsı namazı eda edilemez. İmsak girmeden önce namazınızı kılmalısınız.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2007
IRAK’ta beklenen oldu. ABD’nin müdahalesiyle başlayan süreç, Saddam’ın tartışmalı infazıyla birlikte daha da şiddetlenerek ülkeyi Sünni-Şii çatışmasının alevleri içinde bıraktı. O güzelim Bağdat şehri şimdi tam bir virane. Her tarafından dumanlar ve ateşler yükseliyor. Sokaklar, kardeş çatışmasının yerlere düşürdüğü kanlı ve yanık cesetlerden geçilmiyor. Ülkeye demokrasiyi hákim kılmak istediklerini söyleyenler, bölünmenin ve iç savaşın kapılarını ardına kadar aralamış oldular. Girdikleri kapıdan kendileri bile çıkamıyorlar. İkinci bir Vietnam bataklığı içinde çırpınıp duruyorlar.
Bunun, Ortadoğu coğrafyasını yeniden şekillendirme planının bir parçası olduğu, artık herkes tarafından ifade edilmeye başlandı. Ortaya çıkarılan birtakım gizli raporlardan da anlaşılıyor ki, tek merkezli güç, bölgede yakın müttefikinin rahatlatılması ve istikrarı adına pek çok ayrıntı üzerinde çalışmış. Yazılanlar doğru ise Atlantik’ten Pasifik’e uzanan geniş coğrafyada kanlı iç savaşlara, etnik çatışmalara, mezhep ve iktidar çatışmalarına yol açacak büyük planın hedefleri içinde İslam dünyası başlı başına bir başlık oluşturuyor.
* * *
Yine, ortaya çıkarılan Batı ve Ortadoğu kaynaklı bazı raporlara bakılırsa; İslam dünyası için tam bir kaos senaryosu öngörülüyor. Önce Sünni-Şii bölünmesi yaratılacak. Halen Irak ve Lübnan’da sahneye konulan oyunlar bunu yeterince açıklıyor. Yine ayrı bir raporda, Lübnan’ın tam anlamıyla parçalanıp beş ayrı bölgeye ayrılması içerisinde Mısır, Suriye, Irak ve Arap Yarımadası da bulunuyor. Lübnan gibi, Suriye ve Irak’ın etnik ve dini bölgelere ayrılması öngörülüyor.
Ardından, Arap-Arap olmayan, laik-fundamentalist ayrışmaları körüklenecek. Yani İslam kendi içinde ne kadar ayrışma noktası bulunabilirse o kadar ayrıştırılıp son tahlilde aynılaştırılmış bir inanç mihverinde "ılımlı İslam" modeli kabul ettirilmeye çalışılacak. Bu modelin laboratuvarı ise Türkiye olacak. Bu da, İslamcı bir iktidarın işbaşına getirilmesi ve desteklenmesiyle kotarılacak. Sanırım, projenin bu ayağı harfiyen uygulanmaktadır.
İncil, Tevrat ve Kur’an’ın karışımından oluşan 77 surelik "Gerçek Furkan" adlı "kutsal kitap"larının bile hazırlandığı artık bir sır değil. Aynı proje çerçevesinde, Müslüman ülkelerden bir din adamı topluluğunun yakında bir ülkenin başkentine götürülüp yeni İslam modeli için seferber edileceği de öne sürülen iddialar arasında. Artık cuma hutbelerinin bile bu merkezler tarafından izleneceği, din derslerinin okullardan kaldırılmasının isteneceği, El-Ezher gibi İslam üniversitelerinin eğitim müfredatlarının yabancı akademisyenlerin öncülüğünde yeniden belirleneceği yazılıp çiziliyor.
Sıkı durun; bu raporlarda halifelik makamının yeniden ihyasına dair ayrıntılara dahi yer verilmiş. Bir yanında Fener Rum ve Ermeni Patriği, diğer yanında Hahambaşı olan, ortasında Müslüman bir din adamının bulunduğu "dinlerarası halifelik makamı"ndan söz edenler var! Bütün bu ayrıntılar yan yana, alt alta konulduğunda İslam dünyasını bekleyen tehlikenin boyutunun ne kadar büyük olduğu gözler önüne seriliyor.
Buna karşın, yine bu coğrafyada bütün bu olup bitenlere karşı sağduyunun oluşturduğu ortak bir savunma refleksi meydana getirme çabaları da yok değil. Şunu herkes kabul etmelidir ki, mezhep ya da etnik bazlı kutuplaşmalar Ortadoğu’nun felaketi demektir. Böyle bir çatışmanın kavurucu ve yok edici sonuçları olacaktır. Yapılması gereken şey, bu felaketi durdurmaktır. Önce Irak’taki çatışma ve kaosu ortadan kaldırmanın yollarını aramak gerekir. İslam adına ister Sünni, ister Şii olsun, masum insanları katletme hakkı kimseye verilmemiştir.
Aralarında içtihat farklılıkları olsa bile her iki grup İslam dairesi içindedir ve kıble ehlidir. İslam topluluğunun mensuplarıdır. Bombalar, bu grupların mezheplerine bakmadan sırf Müslüman oldukları için başlarına düşüyor. Sünni, Şii... Her ikisi de kardeştir. Birinin diğerinin canına veya malına kastetmeye kalkışması haramdır. Başta İslam Kalkınma Teşkilatı olmak üzere, Müslümanların önde gelen siyasetçileri ve alimleri bu konuda kendilerine düşeni yapmalıdırlar.
* * *
Ne yazık ki, bir yanda kan akarken, öte yanda anlaşılmaz bir suskunluk ve hareketsizlik gözlenmektedir. Bunun sonu nereye varır, kestirmek zordur. Ortadoğu’da mezhepçilik ya da milliyetçilik temelinde bloklaşmak, tehlikelerin en büyüğüdür. Bunda ne Türkiye’nin, ne İslam ülkelerinin, ne de dünya barışının menfaati vardır. Ortadoğu’da yapılması gereken şey, İslam Kalkınma Teşkilatı şemsiyesi altında, İslam’ın birliği, bütünlüğü için aradaki ihtilafları ortadan kaldıracak kapsamlı çalışmalar yapılmasına, söz konusu projeleri çökertecek ortak bir fikir ve eylem planı hazırlanmasına ve tüm dünyayı içine alan bir barış projesinin hayata geçirilmesine emek ve zaman harcamaktır.
Muhammed İkbal, Müslümanlara "Denize dalıp dalgalarla mücadele etmelerini, bir pars kalbi ile bir şahinin tecessüsüne sahip olmalarını" tavsiye ediyor ve şu sorularla hepimizi yakamızdan silkeliyor:
"Irmağında fırtınalar kopmuyor niçin?/Niçin gerçekten Müslüman değilsin, niçin?/Boşuna takdir-i İlahiden şikáyet ederken,/Sen niçin Allah’ın takdiri olmuyorsun niçin?"
İslam dünyası, önüne kurulmuş bulunan bu tuzaklara basmama basiretini artık göstermelidir.
SORALIM ÖĞRENELİM
Bazı tarikat mensupları, yüzlerine ve vücutlarının çeşitli yerlerine şiş vuruyorlar. Bunu da keramet olarak nitelendiriyorlar. Bu konuda ne dersiniz?
Muzaffer MERCAN/ERZURUM
Öncelikle şunu ifade edelim ki, İslamiyet, kerametlere, olağanüstü şeylere o kadar büyük bir önem vermemiştir. İslam’ın esaslarına göre insandan zuhur eden olağanüstü hallerin dinle ilgisi yoktur. Bir adam havada uçsa, su üzerinde yürüse, ateş yalasa, karnına şiş soksa, ateş üzerinde yürüse, göğsüne kılıç saplasa, bu onun dindarlığını veya Allah’a ulaşmış bir zat olduğunu göstermez. Nitekim, manyetizm, hipnotizma işlerinde maharetli olan Hint fakirleri vs. birçok insan aynı gösterileri yapabilmektedir. Bunlara dini bir paye vermek doğru değildir.
Bazı insanları davranışlarından dolayı küfürle itham etmek doğru mudur?
Lale GÜNDOĞAN/KOCAELİ
Davranışların ne olduğunu açıklamamışsınız. Bu konuda şunu söyleyebilirim: Müslümanlıkta en zor bir şey varsa o da bir insanı dinsizlik veya káfirlikle itham etmektir. Düşünce tarzını beğenmediğimiz, meşrebimize uygun görmediğimiz kimseleri kıymetten düşürmek bize pek kolay gelmektedir. Bir insandan yüzde 99’u küfre, yüzde 1’i imana delalet eden bir söz veya hal sadır olursa onun imanına hükmetmeliyiz. Bu tür önyargılarda bulunmak insana günah yüklemekten başka bir işe yaramaz. Bu tür karalamalardan sakınmak lazım.
Bazı hocalar kabir ziyaretinin gereksiz olduğunu söylüyorlar. Bu doğru mu?
Sibel ÖZGÜR
Bu konuyu daha önce de cevaplandırmıştık. Hz. Peygamber, kabir ziyaretini ilk zamanlar yasaklamış, tevhid inancı yerleştikten sonra da izin vermiştir. Ölümü hatırlamak amacıyla mezarları ziyaret etmekte bir sakınca yoktur. Ancak, ölülerin ruhundan medet ummak gibi hatalara düşülmemelidir.
Bir eve bir kurban yeter mi?
Ali MERDAN
Evet, bir ev halkından bir kurban kesmek yeterlidir. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in uygulaması da böyle olmuştur. "Bir eve bir kurban káfidir" demişlerdir.
Bir arkadaşım gayrimüslimdi, öldü. Onun cenaze törenine katılabilir miyim?
Necdet BUMİN
Bu bir insanlık görevidir, katılabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2007
BİR okuyucum "Ruhbanlık" konusunun genişçe bir izahını yapmamızı istiyor. Bu konu Müslümanlık-Hıristiyanlık mukayesesinin de omurgasını teşkil eden bir soru. Tartışmalarda zaman zaman öne çıkan bir husus olduğu için, okuyucumuzun isteğine uyarak bugünkü yazımızı bu konuya ayırıyoruz. Hıristiyanlıkla Müslümanlığı birbirinden ayıran önemli hususlardan birisi de ruhbanlık müessesesinin birisinde var, diğerinde yok olmasıdır. Hıristiyan topluluklarında, o dinin ruhanilerine bağlı olarak yürütülen teokratik (ruhani sulta) yönetim, İslam toplumunda yer bulmamıştır. İslam dininin insanı Allah’a yakın tutan, aradaki mesafeyi ve aracılık zincirlerini ortadan kaldıran özgürlükçü yapısı buna izin vermemiştir.
İslam, insanı Yüce Yaratıcı ile yüz yüze getirir ve bunu hiç kimsenin müdahalesi ve tasarrufu olmadan gerçekleştirir. İslam, rahiplere, papazlara ve kiliseye sahip değildir. İtaat yalnız Allah’adır. Dua ve ibadet yalnız O’nun önünde yapılır. İnsan aracılığı ile günah çıkarma yoktur. İnsanla Allah arasında vasıta görevi yapacak ikonlara lüzum yoktur. İslam bir taraftan Allah ile insan arasında aracısız ilişki kurarken, diğer taraftan insanla kainat arasında sağlam bir bağ oluşturur.
Bir Hıristiyan çocuğu anasından doğduğunda vaftiz edilir. Bunu da ancak papaz yapacaktır. Yaşarken ise, ibadet edebilmek ve işlediği günahların affedilmesini sağlamak için papazın tavassutuna muhtaçtır. Evlenebilmesi için nikáhını papazın kıyması gerekir. Ölülerinin ruhlarına bir hediye göndermek için de yine papazın duasına ihtiyacı vardır. Vefat ettiği zaman onu papaz defnedecektir. Gecikmesi durumunda cenaze ortada kalacaktır. Doğumdan ölüme kadar bütün hayatın içinde papazlar, rahipler vardır. Yani, bütün dini işlemlerin yerine getirilmesinde Hıristiyanların mutlak bir papaza ihtiyaçları olacaktır.
Allah, insana "şah damarından daha yakınım" diyerek aracıları ortadan kaldırmıştır. Allah’la kul arasında bir mesafe yok ki, aracı olsun. Bizde çocuk dünyaya geldiğinde, babası veya aile büyüklerinden birisi, ádet olduğu veçhile kulağına bir ezan okuyarak adını koyar. Bunun için imama ihtiyaç yoktur. Çocuk dini bilgilerini öğrenmek için bir hocaya muhtaçtır ama ibadet edebilmek için başkasının aracılığına gerek yoktur. İslamiyet, günlük ibadetlerin temiz olan her yerde yapılabileceğini belirtmiş, bu iş için herhangi bir mekán şartını koymamıştır. Peygamberimizin ifadesiyle "Bütün yeryüzü bir mabet ve ahlaki her davranış ise bir ibadettir." Cemaatle namaz kılınması durumunda ise içlerinden birisi imam olur. Camilere imam atanması dini gereklilik değil, adetlerden doğmuş bir uygulamadır. Müslümanlıkta günahların affı için de bir aracıya ihtiyaç yoktur. Hiç kimse bir diğerini cennete ya da cehenneme gönderme yetkisine sahip değildir. Çünkü Allah-ü Taala günahları ancak kendisinin affedeceğini bildirmiştir. Gerekli olan sadece kalp temizliği ve samimiyetle Allah’a yakarışta bulunmaktır.
İslamiyette Allah ile kul arasına kimse giremez demiştik. Bir erkek ile bir kadın evlenmeye karar verirlerse nikáhlarını kıydırmak için ne camiye, ne imama gitmelerine gerek vardır. Bu işlem eşlerin irade bayanları ile iki şahit huzurunda tamamlanır. Nikáh törenlerinde mahalle imamlarının bulunması şart değil, adettendir. Bununla birlikte imam veya bir başka hoca efendi nikáhı kutlamak, hayırlı olmasını dilemek için bir dua okur, fakat imam bulunmasa da nikáh kıyılmış olur. Müslümanlar, ölülerinin ruhlarına hediye göndermek isterlerse Kuran okur, ya da fakirlere sadaka vererek ölünün ruhuna bağışlar. Bu sevabın onlara ulaşması için imama ve hocaya ihtiyaç yoktur. Biri öldüğü zaman onu yıkayarak cenaze namazını kılıp defnetmek, öteki Müslümanlar için farz-ı kifayedir, yapmazlar ise günahkár olurlar. İmam bulunmasa da diğerleri bu dini vazifeyi yerine getirmeye mecburdurlar.
Özetle, imam ve müezzinler birer görev ve hizmet adımıdırlar. Onların diğer toplum bireylerinden ayrıcalıkları yoktur. Din adamlarına gösterilen saygı Hıristiyanlıkta olduğu gibi onların ruhbanlık niteliklerinden değil, bilgilerinden dolayıdır. Nitekim Kuran’da "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" buyurularak ilim sahiplerine bir ayrıcalık tanınmıştır. Yoksa, hiçbir din alimi Allah’ın vekili değildir. Din adına affetme ya da ceza verme yetkisine sahip değildir.
SORALIM ÖĞRENELİM
Rüyamda sık sk Peygamberimizi ve İslam büyüklerini görüyorum. Rüyalar konusunda beni aydınlatır mısınız?
Haydar Evrim
Rüyaların mahiyeti kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, rüya bir gerçektir. Kuran-ı Kerim’de bazı rüyalardan örnekler verilmiştir. Hz. İbrahim’in rüyası, Hz. Yusuf’un rüyası gibi, Hz. Peygamber "Güzel rüya Allah’tandır, kötü rüya ise şeytandandır. Kötü rüya gören kimseye söylemesin, Allah’a sığınsın ve hayra yorumlasın" buyurmuştur. Ayrıca Kuran’da "karışık hayaller sonucunda görülen rüyalar"dan da söz edilmektedir. Gördüğünüz rüyalar salih rüyalardır. Bunlar, iyi işler yapmanız için size birer işarettir.
Hz. Peygamber’in anne ve babasının Müslüman olmadan öldüklerini birisi anlattı. Siz ne diyorsunuz?
Mert Yükseliş
Hz.Peygamber’in babası, tarihçilerin çoğunluğuna göre Hz. Peygamber henüz doğmamışken vefat etmiştir. Kimilerine göre de babası vefat ettiğinde iki aylıktı veya iki yaşındaydı. Annesi Amine vefat ettiğinde ise 4 veya 6 yaşında idi. Bunların yaşadığı dönem cahiliye devri, fetret devri idi. Hz. Peygamber ise 40 yaşında iken peygamberlikle görevlendirildi. Dine çağrı süresi ile onların vefatı arasında en az 30 yıldan fazla bir zaman geçmiştir. Ancak Peygamberimizin anne ve babasının puta tapmadıkları, Hanif dininden oldukları rivayet edilir. Hz. Peygamber’in anne ve babasının dirildiklerini, iman ettiklerini ifade eden hadisin doğru olmadığını, bunun bir zorlama olduğunu ifade etmek gerekir. Hz. Peygamber’in anne ve babasının küfür üzere öldüğünü söylemek de Peygamberimize karşı bir terk-i edeptir. Şunu da ifade edelim ki, Peygamberlerin anne, baba ve evlatlarının mümin olmaları da gerekli değildir. Nitekim, Hz. İbrahim’in babası Azer putperestti. Hz. Nuh’un oğlu Kenan da babasına iman etmemişti. Bu husus Kuran’da açıkça ifade edilmiştir. Allah müminden kafiri, kafirden de mümini yaratır. İslam’da cezaların şahsiliği esastır. Kimse kimsenin yaptığından sorumlu değildir.
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2006
PAZAR günü Kurban Bayramı. Bu, aynı zamanda, yeni bir yılın başlangıcı. Bu yıl, Kurban Bayramı ile yeni yılı birlikte idrak edeceğiz. Kaç yılda meydana gelebilecek bir buluşma! Biri aşkımızın ve şükrümüzün kurbanı, diğeri ömrümüzün kurbanı. Geride kalan her yıl bizi bir adım daha sona yaklaştırıyor.
Ömrün yoluna bir sarı yaprak daha düşüyor. Ömür kredimizden bir yılı daha kullanmış oluyoruz. Dini günler ve bayramlar ise yaşadığımız dünyevi hayatı mana ikliminde renklendiren çiçekler. Onlar bizim yol ve yön fenerlerimiz. Ömrümüzü o mana ikliminin yeşerttiği vahalarda yürüyerek bereketlendirebiliriz. O nedenle, her iki buluşmayı bu idrak çerçevesinde yapmanın tadına varmalıyız.
* * *
Tabii, bu iki günün çakışması nedeniyle okuyucularımdan bu yönde sorular alıyorum. Bir kısmı Kurban Bayramı ile yılbaşını bir arada kutlamanın tereddütlerini dile getiren sorular: "Bu iki anı birlikte kutlamak bizi günaha sokar mı?" Hemen söylemek gerekir ki, her şeyi kabında ve ölçüsünde, masumiyetine halel getirmeden yaparsak neden sakıncası olsun? Dinimiz bu manada yapılan kutlamalara sınır getirmiş, ancak yasak koymamıştır.
Ayrıca, hemen her Kurban Bayramı’nda kurbanın dini hükmü, bedelinin infak edilmesinin kurban yerine geçip geçmeyeceği, kesim esnasında meydana gelen hoş olmayan görüntüler gibi hususlar tartışılmaktadır. Kimi kurbana "vacip", kimi "sünnet" derken, halkın zihni bir de bu ikilemle bulandırılmaktadır. Kurbanın meşruiyetini hadislerde görüp, Kur’an’da bulamadıklarını söyleyenler de var. Halbuki Kur’an’ın içerisinde bu olayın çözümlendiğini görmek mümkündür.
Tabiatıyla kurban, Hac Suresi’nde yer aldığından bazı bilginler o ayetlerin hacdaki kurban (hedy) ile ilgili olduğunu söylemişlerdir. Oysa ki Hac Suresi 33. Ayet’e kadar hac kurbanıyla ilgili hususları hükme bağladıktan sonra, "Biz her ümmete kurban kesmeyi meşru kıldık ki kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine Allah’ın adını alsınlar" ayetiyle artık genel manada kurbanla ilgili hükümlere geçmektedir. Hemen ardından 36. Ayet’te, "Biz o büyükbaş hayvanları da Allah’ın nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda nice yararlar vardır" denilmesi, bu ayetin hac dışında Kurban Bayramı’nda kesilen kurbanla ilgili olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, Kur’anda da bunun temeli vardır.
Aslında kurban, farklı şekillerde olsa bile Adem’le birlikte başlamıştır. İbrahimi dinlerdeki kurban olayına baktığımızda; kurbanın diğer kutsal kitaplarda da yer aldığını görürüz. Örneğin, Levilerde güvercinin ve domuzun dışında her hayvanın kurban olabileceği açıklanmaktadır. Hıristiyanlıkta da I. Petros ve Marcos kitaplarında da kurbanla ilgili bilgilere rastlamaktayız.
Kurban bedelinin infak edilmesinin kurban yerine geçip geçmeyeceğine gelince; Kur’an’da sadece oruç tutamayacak olanların oruç yerine fidye vermeleri öngörülmüştür. Yani bir ibadete bedel olarak infak sadece burada söz konusudur. Fıkıh kitaplarında kurbanın bayram günlerinde kesilmemesi halinde bedelinin tasadduk edilebileceği yazılıdır. Bu açıdan bakıldığında, bedeli ancak aslı imkánsız olduğunda yerine getirilecek bir durumdur. Dolayısıyla bedelini tasadduk etmek, dinen kurban kesmiş olmak yerine geçmemektedir.
Kesilecek kurbanların, hem kurban sahiplerinin yemesi, hem de sıkıntı içindeki yoksullara gıda ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla dağıtılması 34. Ayet’te şöyle ifade edilir: "Onlar (kesim için) sıraya dizildiklerinde üzerlerine Allah’ın adını anınız, cansız halde yere serildiklerinde ise onlardan hem kendiniz yiyiniz, hem de ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyen yoksulları doyurunuz. İşte onları şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik." Şu halde sırf bir emrin şekli olarak yerine getirilmesiyle yetinip, kurban etlerinin heder edilmesi veya dağıtılmayıp sadece kesen tarafından tüketilmesi Kur’an’ın ruhuna uygun bir uygulama değildir.
* * *
Kurban kesimindeki düzensizliklere ve kötü görüntülere son vermek amacıyla, başkanlığım döneminde bir Bakanlar Kurulu kararı ve ona dayalı olarak bir yönetmelik yürürlüğe sokulmuş, böylece buna bir disiplin getirilmiştir. Mekke’de hacılarımızın ise 1984 yılından bu yana İslam Bankası aracılığıyla kurbanları kestirilmekte, kurbanlar yerinde değerlendirilerek yoksul ülkelere gönderilmektedir.
Bayramlar ülkemizde barış ve sevginin güçlendirilmesi, toplumsal dayanışma ve huzurun pekiştirilmesi açısından müstesna zaman dilimleridir. Aziz milletimizin ve İslam áleminin mübarek Kurban Bayramı’nı ve yeni yılını en içten dileklerimle kutluyorum.
SORALIM ÖĞRENELİM
Emlak komisyonculuğundan kazandığım paranın haram olduğunu söylüyorlar. Bu doğru mu?
Nadir TOPRAK
Bir mülkün satışında aracı olan kimsenin alıcı veya satıcıdan, yahut her ikisinden aralarında mutabık kaldıkları ücreti alması caizdir. Aralarında bir ücret belirlememişlerse örfe göre belirlenen ücreti alır.
Her yıl Kurban Bayramı’nı Kuşadası’nda geçiriyorum. Kimileri seferi olduğum için kurban kesmemem gerektiğini söylüyorlar. Doğru mu?
İrfan MAHMUTOĞLU/VAN
Her bayram Kuşadası’na gitmeniz, kurban kesmemek için bir gerekçe sayılamaz. Bulunduğunuz yerde kesebileceğiniz gibi, vekálet vermek suretiyle de kurbanınızı kestirebilirsiniz.
Affedilmeyen günah var mıdır? Kur’an’da geçen "nasuh tövbesi" hakkında bilgi verir misiniz? Ölen kişi için dua etmek fayda sağlar mı?
Elif T.
Yüce Allah kendisine şirki, yani kendisine ortak koşmayı bağışlamaz. Bunun dışında bütün günahları bağışlayacağını Kur’an-ı Kerim’de haber vermiştir. Nasuh tövbesi, içten ve samimi bir pişmanlıkla yapılacak tövbedir. Nasuh tövbesinde şunlar bir arada bulunmalıdır: Geçmiş günahlara pişmanlık, farzları yerine getirme, haksız kazançları geri verme, hak sahipleriyle helalleşme, bir daha günahlara dönmemeye kesin karar verme. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de "Ey iman edenler! Allah’a nasuh bir tövbeyle tövbe edin" buyurulmuştur. Dirilerin duası ölülere fayda sağlar. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, "Rabbim! Beni, anne ve babamı ve müminleri kıyamet günü bağışla" şeklinde dua etmek tavsiye edilmiştir. Bir hadiste de "Dua, ölünün azabını kaldırır veya hafifletir" buyurulmaktadır. İslam bilginleri bu görüşü benimsemişlerdir.
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2006
GEÇEN hafta yazdığımız yazı üzerine İslam’ın şiire ve şaire bakışıyla ilgili sorular aldım. Bu haftaki yazımızın konusu da bu olacak. Şiir, dilin doğuşuyla beraber yazıdan önce ortaya çıkmış bir edebiyat türüdür. Kendine ait dili, müzikalitesi, estetik bir etkileme gücü vardır. Eflatun, şiiri tanımlarken "büyülü söz" ifadesini kullanmıştır. Bizde de şiir için "sihr-i helal", yani "helal büyü" tabiri kullanılır. Büyü dinimizde haramdır, ama şiirin büyüsü başkadır. Şiirin öyle bir cazibesi vardır ki, insanın aklını başından alır, başka bir áleme götürür.
Montaigne diyor ki: "Nasıl ki mıknatıs bir iğneyi kendine çekmekle kalmaz; onu da mıknatıslayıp başka iğneleri çekme gücü verir. Tiyatrolarda daha açıkça görülür ki şairi öfkeye, yasa, kine kaptıran, dilediği yerde kendinden geçiren o kutsal ilham gücü şairin aracılığıyla oyuncuya, oyuncudan da bütün bir halka geçer. Birbirine asılan mıknatıslı iğneler dizisi gibi."
* * *
Şiir kelimesi dilimize Arapça’dan geçmiştir. "Şuur" kelimesiyle aynı köktendir. Manası, "fehm-i idrak", yani, "anlama, bilme" demektir. Ölçülü, biçimli ifadeler bütünüdür. Şu halde şiirin, bilgi elde etme vasıtalarından biri olması gerekir. Yani şiir, sezgi vasıtasıyla elde edilen bilgi çeşididir.
Bergson sezgiyi şöyle tarif eder: "Sezgi, bizi bir varlığın, dışımızdaki bir objenin içine sürükleyen zihni sempatidir. Böylece, içimizdeki şuurla dışımızdaki eşya aynılaşmış olur. Sezgi, şuurla eşya arasındaki farkı ortadan kaldırır. Ancak, şuurla eşyanın birleşmesinde eşyanın hususiyetleri ortadan kalkmaz. Benliğimiz bir an için eşyanın karakterine sığınarak onu olduğu gibi tanır. Bu bir nevi mistisizme ulaşmaktır." Nitekim, Necip Fazıl da "Şiir Allah’ı arama sanatıdır" demiştir.
"Şiirde bilgi olmaz, fikir olmaz, mana aranmaz, sadece bir duygudan ibarettir" anlayışı, şiir kelimesinin manasını bilmemek demektir. Bizde genel olarak düşünce geleneğimiz zayıf olduğundan, şiirlerimizde düşünce unsuru azdır. Ancak, dünyadaki büyük şairlerin şiirlerinde düşünce var, felsefe var. Şiirde daima iki unsur önemlidir: His ve fikir. Şiir, düşüncenin duygulaştırılması, duygunun da düşünceleştirilmesi şeklinde kıvama erer.
Kur’an-ı Kerim’in şairlere nasıl baktığına gelince; Şuara Suresi’nde, "Şairlere gelince, onlara da yoldan sapmışlar uyarlar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyi söylediklerini görmez misin? Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah’ı çokça ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler neye, nasıl dönüşeceklerini yakında görecekler (224, 225, 226,227)" denilmektedir.
Müşrikler, Kur’an’ın gayb áleminden verdiği haberleri şeytanların ilhamı, nazmını da şiir olarak telakki ediyor, dolayısıyla Hz. Peygamber’e "káhin" ve "şair" diyorlardı. İşte bu ayetler, onların bu tür asılsız iddialarını reddetmek için inmiştir. Ayette görüldüğü gibi şiir ve şairler, mutlak olarak yerilmemiştir.
Aksine, şiirin iyisine ve güzeline insanları teşvik vardır. Kur’an her vadide dolaşan, iyi-kötü, eğri-doğru her konuya girerek toplumu etkilemeye çalışan ve sözleriyle fiilleri birbirini tutmayan şairleri makbul saymamış, onların peşinden sapkınların gittiğini vurgulamıştır. İman eden, yararlı işler gören, yüce Allah’ı çok anan, zulüm ve haksızlıklar karşısında şiirleriyle mücadele veren, hakkı savunan şairleri ise istisna tutmuştur.
Hazreti Peygamber’in ashabı içerisinde O’nun beğenisini kazanmış, takdirine mazhar olmuş birçok şairler vardı. Bunların başında Hasan Bin Sabit gelmekteydi. Şiirleriyle müşrikleri hicvederdi. Onun hakkında Hz. Peygamber, "Sen şiir irşad ederken bil ki Cebrail de seninle beraberdir" buyurmuştur.
* * *
Şiirin sosyal ve kültürel hayatımızda büyük bir önemi vardır. Şiirde elbette mecaz, kinaye, teşbih olacaktır. Ancak şiir sadece "sanat için sanat" değil, topluma yön verecek, tarihi şuur aşılayacak, haksızlığa karşı direnme gücü oluşturacak mesajları da ihtiva etmelidir. Arif Nihat Asya’nın dediği gibi: "Beytiz, satırız, kinayeyiz, teşbihiz:/Yollarda bu gün şiir, yarın tarihiz/Takip ederiz adım adım kafileyi/Şaşmaz kaderin elinde bir tespihiz."
Şairin bir özgürlük alanı vardır. O alan, insanın içinin, sezgilerinin, deneyimlerinin, hayallerinin ve duygularının alanıdır. Hiçbir şekilde müdahale kabul etmez. Şairler ve ozanlar da içlerinden, duygularından ve hayal güçlerinden fışkıranı yazar, söylerler. İslam, insan aklına ve düşüncesine özgürlük alanı açtığı gibi, şairin dünyasına da sonsuz bir ufuk açmıştır. Yeter ki Kur’an’ın yerdiği türden bir şiir olmasın.
Sonsuzluluğun eseri olan káinat bir şiirse, onu okuyan, yorumlayan zekáların arasından şairi çıkarıp atmak mümkün müdür?
SORALIM ÖĞRENELİM
Abese Suresi’nde muhatap zamiriyle kim kastedilmiştir? Hz. Peygamber mi, Hz. Ebubekir mi?
Necmi KÜÇÜKYAĞCI
Hz. Peygamber, İslam hakkında kendisinden bilgi almaya gelen kibirli bazı müşriklerin ileri gelenleriyle görüşürken, sahabeden gözleri ámá Abdullah b. Ümmi Mektum gelerek, "Ey Allah’ın Resulü bana öğüt ver" demişti. Hz. Peygamber çok meşgul olduğu için yüzünü ekşitip öteye dönmüş, yanındakileri dinlemeye devam etmişti. Bu olay üzerine Abese Suresi inmiştir: "Kendine o ámá geldi diye O yüzünü ekşitti ve öteye (müşriklere) döndü. Ey Muhammed! Ne bilirsin, belki de o arınacak, yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek. Kendini muhtaç hissetmeyene gelince; sen ona (müşriklere) yöneliyorsun. Onun arınmasından sana ne? Allah’a karşı derin bir saygıyla koşarak sana geleni ise bırakıp ona aldırmıyorsun. Hayır, böyle yapma! Çünkü bu Kur’an bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır." Bu ayetlerden Hz. Peygamber olduğu anlaşılmaktadır.
Yasin Suresi’nin Türkçe mealini nereden bulabilirim?
Sevda S./ALMANYA
Güvenilir Kur’an meallerinden birisini alıp okuyabilirsiniz.
Kuşlara yem vermek sadaka yerine geçer mi?
Yusuf ŞİMŞEK/ALANYA
Evet, yaptığınız davranış hem güzeldir, hem de sadaka yerine geçer. Peygamberimiz bir hadiste buyuruyor ki: "Bir insan ağaç diker, onun gölgesinden ve meyvesinden insanlar ve hayvanlar istifade eder ise o sahibi için bir sadakadır."
Kadınların cuma namazı kılamayacaklarına dair genel bir inanış var. Dinimizde kadınların cuma namazı ile cenaze namazı kılmalarına bir engel var mıdır?
Ali PİŞKİN
Bu konuyu defalarca açıklamıştık. Kadınların cuma ve cenaze namazlarını kılmalarında dinimizce bir engel yoktur. Hatta bunları zaman zaman da teşvik etmekteyiz.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2006
"SAZIM düzen tutmaz olsun/Telim Allah demeyinceCan canana gitmez olsun/Yolum Allah demeyinceRüzgárlarım esmez olsun/Düşmanlarım susmaz olsunKılıcım da kesmez olsun/Kolum Allah demeyince" Bu güzel ve deruni deyişin saz ve söz ustası, önceki gün bir daha çalmamak, söylememek üzere sustu. Her fani gibi o da geldiği, var olduğu kaynağa geri döndü. Hakk’a yürüdü. Sazıyla sözüyle hep "Hak" dedi, zulme ve haksızlığa isyan etti. O, bir Yunus’tu, Karacaoğlan’dı, Aşık Veysel’di. Sanki, gelmiş geçmiş áşıkların, hak erlerinin senteziydi. Onların her birinden bir iz taşıyordu aşk ve gönül áleminde.
* * *
Erzurumlu Aşık Reyhani’den söz ediyoruz.
Yoksulluğun çoraklaştırdığı bir yaşamdan geliyordu. Dede ırgat, baba ırgat, oğul ırgat. Bir yanda gönül yarası, bir yanda yoksulluğun kor ateşi onu yaktı, pişirdi, olgunlaştırdı ve genç yaşta bir gönül ve tefekkür adamı olarak kendi kültürünün unutulmazları arasına kattı. İmanına şahadet eden deyişlerini de yanında götürerek Hakk’ın dergáhına ulaştı.
Hayatın çekilmezliğine umut aşılayan şu sözlerle meydan okumuştu:
"Bilene bellidir gizli muamma/Görene bu sırlar gizlidir sanma
Şimdilik bu hükmün çakalın amma/Bir gün bir kükremiş aslan gelecek."
Kahramanlar bir milletin tarihini, ozanlar da o milletin hasletini nakışlarlar. Áşık Reyhani işte bu nakkaşlardan birisiydi. "Gidirem, Nazlı Yare Bir Çiçek, Gazeteci" gibi şiirleri zihinlerde yer etmiştir.
"Ben de bir áşığım Reyhani adım/Sorun çiçeklere az mı ağladım
Benim tabiattan bir tek muradım/Götüreyim nazlı yára bir çiçek."
Şiiri bir şaheserdir.
Kültür ve medya dünyası ona hak ettiği yeri ne yazık ki vermedi. Ölümü, sevenlerinin yüreğini yaktı, ama ölüm haberi ülkemizin yaygın basınında ve medyada gerektiği şekilde yer almadı. Çünkü elinden tutanı yoktu. Şişirilmiş balonlara itibar eden "kahpe felek" ona sırtını dönmüştü.
İnsanlar ne kadar suskun ve kayıtsız olurlarsa olsunlar vicdanlar hep gerçeği ve doğruyu aramıştır. Kendi insanının ve kurumlarının yıllarca göz ardı edip görmezden geldiği bu değerli ozanımıza okyanuslar ötesinden yabancılar ilgi göstermiş ve sahip çıkmak istemişlerdir. Áşık Reyhani birçok ülkeye konser ve konferanslara katılmak üzere çağrılmış, Michigan Üniversitesi’nde katıldığı bir konferanstan sonra da kendisine fahri öğretmenlik unvanı verilmiştir. Kültür ve medya dünyamızın böyle bir değere sahip çıkmamış olmasını "utanç verici bir durum" olarak değerlendirmek durumundayız.
Türkiyemiz ne yazık ki böyledir. Bu vatanın hakiki evlatları tevazu içinde yaşar, yine tevazu içinde her türlü şarlatanlıkların dışında reklamsız, gösterişsiz çalışır ve aynı şekilde hayata veda ederlerken, Batı dünyası kendi değerlerini anıtlaştırmak ve dünyaya tanıtmak bir yana, evrensel bir anlayış ve sorumluluk içerisinde başka milletlerin değerlerini de ilgi ve takdir alanlarının içine katmışlardır. Ama biz Reyhani gibi değerleri rahatlıkla bir köşeye bırakabiliyoruz. Yönetenler de başlarını günlük siyasetten alamadıkları için bu değerlerin kıymetini idrak edemiyorlar.
Reyhani ile en son Brüksel’de karşılaşmıştım. Kendisiyle uzun bir sohbetimiz oldu. Yeni yazdığı "Yaliram" şiirini okudu. Bu şiirinde oradaki Türk vatandaşlarının çektikleri sıkıntıları alaylı bir üslupla dile getiriyordu. Kıskanılmaktan, gözden düşürülmek istenmesinden yakınmıştı. Ona şunları söyledim:
* * *
"Müspet yoldan bir şey ortaya koyamayanlar menfi yönden şunu bunu karalamakla amaçlarına ulaşabileceklerini zannederler. Vaktiyle Shakespeare, Victor Hugo, bizde de Abdülhak Hamit vb. şair ve sanatkárlara yapılan haksızlıklar günümüzde benzerlerine yapılıyor. Haksızlığı yapanlar gidiyor, unutuluyor; ancak haksızlığa uğrayan bu değerler aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen hálá isimleri ve eserleriyle insanlığa ışık tutmaya devam ediyorlar. Seni kimse tahtıntan indiremez."
Faruk Nafiz, azabın ve ıstırabın, gerçek sanatın büyük gıdası olduğuna inanırdı. "Şair" isimli şiirinde şöyle diyordu:
"Onlar ki bugün gökte birer kasra çekildi,/Devrinde fakat hangisi mes’ud olabildi?
Varsın seni ömrünce ateş çemberi sarsın,/Şair! Sen üzüldükçe ve öldükçe yaşarsın."
Kendi ifadesiyle öldü ve kurtuldu bu dünyanın gamlı hayatından.
"Bir Abdullah vardı öldü dediler/Ne ey oldu kardaş öldün kurtuldun
Kefenin komşular aldı dediler/Ne ey oldu kardaş öldün kurtuldun."
Ruhun şad olsun büyük ozan! Nur içinde yat!
SORALIM ÖĞRENELİM
Kur’an mealini birkaç kez okudum, Azrail diye bir meleğe rastlamadım. Ne dersiniz?
Nemci TATAROĞLU/ALMANYA
Kur’an-ı Kerim’de Azrail adı geçmez. Can almakla görevlendirilen "ölüm meleği"nden söz edilir. Secde Suresi 11. ayette: "De ki, üzerinize vekil edilen ölüm meleği canınızı alır, sonra Rabbinize döndürülürsünüz." Ölüm meleğinin adının Azrail olduğu bazı rivayetlerde yer almıştır.
Kur’an’da geçen emin belde neresidir?
Nazli KÜÇÜK/İSTANBUL
Kur’an’da "veledü’l emin" (güvenli şehir) üç yerde geçer. Bundan Mekke şehri ve etrafındaki Harem bölgesi kastedilir. Bilindiği gibi Mekke’nin bir ismi de "Mescid-ül Haram"dır. Yani, dokunulmazlığı olan, bazı şeylerin yapılmasının yasak olduğu mescit anlamına gelir. Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile birlikte Kábe’yi inşa edince "Rabbim burasını emin (güvenilir) bir şehir kıl; halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır" (Bakara, 126) diye dua etmiştir. Yine Kur’an’da "Biz Kábe’yi insanlar için toplanma ve emniyet yeri kıldık", "Görmüyorlar mı, çevrelerinde insanlar öldürülüp esir alınırken biz Mekke’yi güvenli ve dokunulmaz bir bölge yaptık" buyurulmuştur (Ankebut, 67). Tüm bunlar değerlendirildiğinde, "emin belde"nin Mekke şehri olduğu anlaşılır.
Kur’an’ı ölülerinize okuyunuz diye bir açık ayet yok. Buna ne diyorsunuz? Ayrıca Amentü’nün açıklamasını yaparsanız sevinirim.
S.O./BURSA
Kur’an ölüler için değil, diriler için indirilmiş bir kitaptır. Onun için "ölülere okuyunuz" diye bir ayet yoktur. Ancak, Kur’an okuyup sevabını ölülere bağışlamakta bir beis yoktur. Amentü’ye gelince; o bir dua değil, İslam dininin iman esaslarını ana çizgileriyle ifade eden bir metindir. Anlamı: "Allaha, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna iman ettim. Öldükten sonra dirilmek haktır. Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim." Bu tür bilgileri ilmihal kitaplarında bulabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2006
HAYATIN getirdiği zorluklar, maddi sıkıntılar, ahlaki değerlerdeki çöküntü, özellikle büyük şehirlerimizde yaşanan güvenlik ve trafik sorunları insanları bıkkınlığa, belirsizliğe ve ümitsizliğe sürüklüyor. Evin içi ile dışı adeta aynılaşmış. Dışarının keşmekeşinden sıyrılıp yuvanıza sığındığınızda başka bir eylemle karşılaşıyorsunuz. Yollarda, kaldırımlarda, safahat álemlerinde yaşanan ne kadar olumsuzluk varsa, bakıyorsunuz oturma odanıza kadar taşınmış.
Çoluk çocuğunuzla yüzünüz kızarmadan bakabileceğiniz bir TV ekranı neredeyse yok gibi. Kapkaççıların, tinercilerin, okul önlerini mekán tutmuş uyuşturucu satıcılarının kol gezdiği, porno kasetlerinin uluorta satıldığı, sefih hayatların reyting malzemesi olarak önümüze serildiği bir kaosun karanlık diplerine baş aşağı bir iniş halindeyiz.
* * *
Kötüler iyileri öylesine güçlü bir kuvvetle bastırıyor ki, arada bir yaşanan güzellikleri bile fark edemiyoruz. Parklarda ya da kaldırımlarda yürüyebilmek bir hüner, bir cesaret işi. Köşe başında sinsice adımlarınızın sesini dinleyen bir kapkaççının yumruk ya da bıçak darbesiyle yere yığılıp yığılmamanız şans meselesi. Trafik, bir sabır sınavının pisti halinde bütün reflekslerinizi testten geçiriyor. Seks manyakları, hayvanca iştahlarına koşacakları avlar peşinde.
Ahlaksızlık, çocuk pornolarına kadar düşmüş. 17 aylık yavrunun dramını hatırlamaya yürekler dayanmıyor. Gazete haberlerinden öğreniyoruz ki, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı yaşı giderek aşağılara, ilköğretim çağına kadar inmiş. Hele şu televizyonlardaki rezaletler; mahremin pazarlandığı hikáyeler ve uçukluklar! Bunlara daha ne kadar tahammül gösterebiliriz?
Toplumsal bir yaranın akıttığı irinler arasında sakin ve temiz bir yol bulup ilerlemek neredeyse maharet işi. Her adımınızın önünde sizi cezbeden tuzaklar var. Kendinizi o tuzaklardan birine kaptırdığınızda dünyanız kararıyor; ümitleriniz, idealleriniz ve beklentileriniz bu anaforun içinde kaybolup gidiyor. Yolumuz o kadar puslu ki, şairin önümüze diktiği o meşhur ikazı bile göremiyoruz: "Durun kalabalıklar durun, bu cadde çıkmaz sokak!"
İnsanları bu girdaptan kurtarmanın yegáne çaresi, toplumu maddi ve manevi alanda birlikte yüceltmenin yollarını arayıp bulmaktan geçer. Ahlak, bir toplumun iskeletidir. Bir toplum o iskelet üzerinde ete kemiğe bürünürse sağlıklı bir bünyeye sahip olabilir. Temiz ahlaktan temiz nesepler, temiz kişilikler türer. Onun içindir ki, insanın nefsini, neslini, aklını ve malını korumayı hedefleyen dinlerin temel esaslarından birisi ahlaktır. Ahlak, aynı zamanda hukukun da kaynağıdır.
İnsan, helalin sınırları içinde kalarak hayatın her alanında doyuma ulaşabilir. Bu sınır aşıldığında ise az önce ifade ettiğimiz gibi uyuşturucu, kumar, fuhuş vb. toplumu felakete sürükleyen habis urlar bünyeyi kanserli hale getirir. Bu tespitler üzerinde iyice düşünüldüğünde, İslam’ın ahlak prensiplerinin ve beraberinde getirdiği emir ve yasakların ne kadar isabetli ve toplum yararına olduğu rahatlıkla anlaşılır. Yüce Allah, ahlaksızlığın en fenası olan zina ve fuhşu sadece yasaklamakla kalmamış, ona yaklaşmayı ve teşvik edici sebeplere yönelmeyi dahi men etmiştir.
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki:
"Açık olsun, gizli olsun fuhşiyata yaklaşmayınız." (Enam, 151)
"Zinaya yaklaşmayın, hiç şüphesiz o, çok çirkin bir şey ve ne kötü yoldur." (İsra, 32)
Peygamberimizin şu mucizevi hadislerine de dikkat ve ibretle kulak asalım:
"Bir cemiyette fuhuş yayılır ve bu çirkin fiili işleyenler çekinmeden bunu anlatır hale gelirse, o toplumda taun ve önceki ümmetlerde görülmeyen hastalıklar ortaya çıkar."
"Bir millette zina, fuhuş, cinsi sapıklık ve hayasızlık yayılırsa o millette ölüme götüren yollar artar ve yaygınlaşır."
* * *
İşte, milyonlarca insanın canını alan AIDS hastalığı böyle bir gidişatın tezahürü olarak ortaya çıkmıştır.
Günümüzde, ahlaklı olma zorunluluğu; artık bir erdemlilik olma yanında, bilimsel bir disiplin olarak da algılanmaktadır. Yıkılmaya yüz tutan toplum ahlakını onarmak, bilimsel bir zorunluluktur. Hür toplumlarda bu görev; başta yönetenler olmak üzere, basılı ve görsel basına, eğitim kurumlarına, ülkenin aydınlarına, özellikle ana ve babalara düşmektedir.
Ahlakı yıkarak, geleceğin sokaklarında ıstıraptan kıvrananların yığını olmak istemiyorsak, vakit geçirmeden bu gerçeği kavramak ve tedbirlerini de gecikmeden almak zorundayız.
İnsan; hem çağının, hem de kendi kuşaklarının geleceğini korumak zorundadır.
Annem umre ziyareti yapmak ve dönüşte başını örtmek istiyor. Babam ise başını örtmesine izin vermiyor. Babamın böyle bir müdahaleye hakkı var mıdır?
E.AVCI
Bu bir bireysel inanç ve özgürlük meselesidir. Kocanın böyle bir müdahalede bulunmaya hakkı yoktur. Eşler, hayatı müşterek yaşadıklarına göre bu hususlarda anlaşmaları, ailenin huzuru açısından daha isabetli olur.
Papa, Sultanahmet Camii’nde huzur duruşunda bulundu. Bu da Papa, camide ibadet etmiş gibi yorumlandı. Dinimizde huzur duruşu diye bir ibadet şekli var mı?
Nemci HAKSEVER/ADIYAMAN
Dinimizde huzur duruşu diye bir ibadet şekli yoktur. Ancak Papa’nın Müslümanların kıblesi olan Kábe’ye doğru duruşu ve içinden dua etmesi toplumda hoşa giden bir davranış olmuştur. Bunu bir saygı duruşu gibi de değerlendirmek mümkündür.
Trende, vapurda, uçakta namazımızı nasıl kılabiliriz?
Hakan İNCEOĞLU/İSTANBUL
Hareket halinde olan bu tür vasıtalarda kıble şartı aranmaksızın oturduğumuz koltukta ima ile (baş işareti) namazımızı kılabiliriz. Çünkü vasıtalarda ayakta durmak, rüku ve secdede bulunmak zorluğu vardır. İslam bu hususta kolaylık getirmiştir.
Eşim namaz kılmıyor, oruç tutmuyor, bu yüzden onu boşamak istiyorum. Ne dersiniz?
A.E/İZMİR
Eşinizi ibadet konusunda uyarabilirsiniz, ama zorlayamazsınız. Bu da boşanma nedeni olamaz. Onu güzellikle ikna etmelisiniz. Dinimizde herkes yaptığından sorumludur.
İmam rükuda iken namaza yetişirsek o rekátı kılmış sayılır mıyız?
P.A
Ebu Hureyre’den rivayet edilen bir hadiste, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "İmam rükuda belini doğrultmadan cemaate yetişip uyan, o rekáta yetişmiş sayılır. Belini doğrulttuktan sonra yetişirse o rekátı tamamlamak zorundadır.
Yazının Devamını Oku