HİÇ AĞLAYAN BAŞBAKAN GÖRMEMİŞTİM…
Çok özlemişiz değil mi?
Uygarca yaklaşımları, hislerini saklamamayı çok özlemişiz.
Bu hafta sonu yayınlanan iki resim kamuoyunu çok etkiledi.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Perşembe akşamki 32.GÜN programında konuğum oldu.
Sizleri bilemem, ancak beni bir süredir “Suriye ile savaşa mı gidiyoruz?” sorusu kuşkulandırıyordu. Nasıl olmasın ki; Başbakan “Suriye’de yaşananlara seyirci kalamayacağını” söylediği sırada, Suriye sınırında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tatbikatları başladı.
Davutoğlu ile söyleşiden edindiğim izlenim, bir savaş çıkması, askeri bir müdahalede bulunulması şeklinde değil. Ancak Esad’ın da artık orada kalamayacağı şeklinde. Türkiye’nin kaygısı, Suriye’de çıkacak olan bir iç sürtüşmenin yaygınlaşması ve büyük bir göç dalgasıyla karşı karşıya kalınması. Anladığım kadarıyla askeri önlemler de daha çok bu olası göç olayını engelleyebilmeye yönelik.
Davutoğlu’nun sözleri arasında en ilginci, “Sıfır sorun” konusunu tartışmaya başlayınca belirdi. “Nerede kaldı sizin sıfır sorununuz?” diye, biraz da iğneleyici bir soruya çok farklı bir yanıt verdi.
“CİCİ” ÇOCUKTUK, KİMSE YÜZÜMÜZE BAKMAZDI...
Türkiye'nin dış ilişkilerini yakından izleyenler şimdi anlatacaklarımı çok iyi bilirler. Hele emekli büyükelçilerimiz bu politikalara birebir tanıklık etmişlerdir. Yani sizlere hikaye anlatmayacağım . Sadece bir hatırlatma yapmakla yetineceğim.
Türkiye, özellikle soğuk savaş döneminde, 1950'lerden itibaren batının en “Cici çocuklarından” biriydi. NATO'nun sadık müttefiki olarak üstüne düşen her şeyi yerine getiren, soru sormayan bir ülkeydi.
Ankara'nın hangi yönde oy kullanacağı, nasıl bir politika izleyeceği bilinirdi. Uluslararası bir toplantıda Amerikan delegasyonu nereye oy veriyorsa, Türk delegasyonu da aynı oyu kullanırdı.
Ak Parti iktidarının en güçlü yanı bazı kararları hiçbir kompleks duymadan almasıdır. Bunun en son örneklerinden biri de azınlık vakıflarının devlet tarafından haksız şekilde el konulmuş mallarının geri verilmesi yolundaki kararıdır. Bu örnekleri çoğaltmak da çok kolaydır.
Şimdi bakıyorum, Başbakan Alman vakıflarına son derece önemli ve ağır suçlamalarda bulunuyor. Bunların çeşitli yollardan PKK’ya yardım ettiklerini söylüyor. İşin içine CHP belediyelerine de yardım edildiği iddiası da girince, tabii ki olayın boyutları büyüdü. Vakıflarla, Türkiye’ye yatırım kredisi veren Alman kurumları birbirine karıştı.
Türkiye’de faaliyet gösteren dört önemli Alman vakfı var:
Konrad Adenauer-Friedrich Ebert- Friedrich Naumann- Heinrich Böll
Konu 1997’den bu yana ilköğretimin 4. sınıfından itibaren seçmeli yabancı dil olarak verilen ikinci yabancı diller arasına “Çince, Fransızca, İngilizce, İspanyolca, İtalyanca, Japonca ve Rusça’dan” sonra Arapça’nın da alınması. Şimdi Milli Eğitim Bakanlığı’nda bir hazırlık başlatılmış. Buna göre önümüzdeki yıllarda Arapça’nın aşamalı şekilde 4. sınıftan 8. sınıfa kadar seçmeli dil olarak okutulması planlanıyor.
Yabancı bir dil okutulmasıyla laik sistemin tehlikeye girmesi arasında belki bir ilişki kurmakta zorlanabilirsiniz. Ancak sözü edilen dil Arapça olunca nedense işin rengi değişiyor. Fransızca, Almanca veya İngilizce olsa kimse böyle bir tartışmaya girmezdi. Normal görülürdü.
Arapça’nın yaygınlaşmasından neden ürküyoruz ?
Oysa her yabancı dil öğrenen kişiye çok şey katar. O kişi bir ikinci kimlik kazanır. Geçmişin içimize soktuğu “Batı değerleri daha yararlıdır…Doğu değerleri geridir” anlayışı özellikle söz konusu dil Arapça olunca daha da canlanıyor.
Fransızca, Almanca veya İngilizce öğrenmek batılı değerlere bağlılık, Arapça ise gericilik, daha da önemlisi İslamcılığı arttırıcı bir unsur olarak görülürdü. Hedefimiz batı, batının teknolojisi ve zenginliği idi. Arap olan şeyler bizi ilgilendirmezdi.
Türkiye, dünya dengeleri düşünüldüğünde artık bambaşka bir sürece girmiş durumda. Bu süreçte de yabancı dil bir zorunluktur. Para kazanabilmek ve başka ülkelerin deneyimlerinden yararlanmak için kaçınılmazdır. Bu dönemde özellikle Arapçayı küçümsemekten vaz geçmeli, öğrenen herkesin kendini Siyasi İslam’a kaptıracağı gibi bir kuşkuyu da üstümüzden atmamız gerekiyor.
Bütün bunlar bir yana, benim yabancı dil konusunda iki önemli notum var:
1- Arapçanın yanı sıra, hatta Arapça kadar önem verilmesi gereken diğer “yükselen dillere” dikkat edilmesi gerekiyor. Bunların başında da Çince geliyor. Unutmayalım ki geleceğin yükselen ülkesi Çin’dir. Ardından da hemen yanı başımızdaki komşunun Rusçası geliyor.
2007 yılındaki Çankaya savaşlarını hatırlayın.
Gül’ün Köşk’e çıkmasıyla birlikte, eşinin türbanlı olmasından dolayı, Türkiye’nin bir ikinci İran olacağı ileri sürülmüştü. Bugün bir değerlendirme yaptığımızda acaba aynı şeyleri söyleyebilir miyiz?
Ne Türkiye İran oldu ne de Köşk dincilerin merkezine dönüştü.
Birçoğumuz boşuna korkmuşuz. Hala boşu boşuna korkanlarımız var.
Bugün son derece önemli ve yepyeni bir dönem başlıyor.
Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanıyor.
Bu olayı ben iki nedenle önemsiyorum.
İlki, bu Meclis’in yeni bir Anayasa yapacak olması. Diğeri de BDPlilerin görevlerinin başına dönmeleri.
Dün geceki Kanal D Ana Haber ve gece de 32.Gün'de izleyemedinizse, bu gece saat 23:00’te CNN TÜRK'te yeniden yayınlanacak. Ayrıca www.mehmetalibirand.com.tr adresinden de izleyebilirsiniz. Tavsiye ederim. Zira PKK teröründen tutun; Andıç davası, Asker- Sivil ilişkilerine kadar aklınıza gelebilecek her soru vardı. Tabii hepsine yanıt alamadım. Başlıca nedeni de davaların hala devam etmesi. Başbuğ davaları etkilemek istemiyor.
Çekim öncesinde ve sonrasında uzun uzun konuştuk.
Davalarla ilgili olarak son derece rahat.
İddianame dikkatli şekilde okunduğunda hem "İnternet Andıcı" hem de Balyoz davalarında sıkıntılı bir duruma düşmesinin söz konusu olmayacağı ileri sürülüyor .