Geçen hafta, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) Ak Parti hakkındaki kapatma davasının Anayasa Mahkemesi tarafından ele alınması üzerine yayınladığı bildiri kıyametler kopardı.
Konsey Parlamenter Meclisi Başkanı bir demecinde, bu yönde bir talep olduğunu açıklayıp, bunun da AKP’li üyelerden geldiğini ima edince, birbirimize girdik.
Medya’daki yorumlar ve manşetler, bu girişimi vatana ihanetle eş değerde tuttu. Bazı Sivil Toplum Örgütleri ayaklandılar ve AKP’li Milletvekillerinin Türkiye’yi gammazladıklarını öne sürüp protesto ettiler. Tabii en şiddetli tepki, muhalefetten geldi. Özellikle de CHP’liler ayaklandılar. AKP’yi yerden yere vurdular. Dünkü yazımda, yaşananların AKP’lilerin beceriksizliklerinden veya deneyimsizliklerinden kaynaklandığını ileri sürmüştüm. Bugünkü yazımda olaya farklı bir açıdan değineceğim. Biraz gerilere gideceğim ve bazı tanıklıklarımı hatırlatacağım.
Geçen hafta AKP’yi taşlayan gurupların tümü (yani Medya, Sivil Toplum Örgütleri ve Muhalefet partileri)- eğer AKPM’yi harekete geçirmek bir suç ise- bu suçu geçmişte işlemiş veya bu suçlar işlenirken seyirci, hatta teşvik edici olmuşlardır.
Ak Partinin, belki de iktidar olduğundan dolayı çok daha fazla göze çarpan bir özelliği var.O da, parti yönetimindeki aksaklıkların bir türlü önünün alınamaması.
Dünyanın her yerinde, siyasi partilerin bir karar alma süreçleri vardır. İlgili komisyonlar ilk hazırlıkları yaparlar, ardından bir üst komisyonda incelenir. Teşkilatla danışılır ve bütün bu süreçlerden geçtikten sonra, nihayet en üst düzeyde, yani liderlik düzeyinde rötuşları yapılır. Bu şekilde, atılacak adımlar hukuki, siyasi ve gerekiyorsa sosyal ve kültürel eleklerden geçirilmiş olur. Gerektiğinde muhalefetle danışılır.
Mekanizmaları iyi işleyen partiler, parlamentoya bir yasa tasarısı götürdüklerinde yalpalamazlar. Gerektiğinde muhalefetle uzlaşma adına ödün verir, geri adım atar, ancak zikzaklar çizmez.
AKP’nin böyle bir hastalığı var.
1 Mayıs dünyada Bahar ve İşçi Bayramı olarak bilinir. İnsanlar, ellerinde bayraklar ve çiçeklerle yürüyüşler yapar, kırlarda pikniklerde kutlarlar. Bizde ise, çok farklı bir kutlama yaşanır.
Yeni değil, çok uzun yıllar öncesinden bugüne kadar, 1 Mayıs dendiğinde hepimizin tüyleri diken diken olur. 1980’li yıllara kadar, 1 Mayıs, Komünist Bayramı olarak algılanırdı. Sendikalar sokağa çıkınca da dayak yerlerdi. 1980’li yıllardan sonra, etrafta Komünizm filan kalmadı, ancak bu defa her 1 Mayıs’ta TAKSİM KAVGASI yaşanır oldu. Sendikalar, Taksim’de kutlama isterler, Valilik ısrarla reddeder. Nedeni de komiktir. Efendim, İstanbul’un trafiği kitlenirmiş !
Sanki İstanbul’un trafiği, normal günlerde İsviçre saati gibi işlermiş de, Taksim’de yürüyüş olunca kent mahvolurmuş gibi bir manzara.
Her yıl bu inatlaşma nedeniyle kan gövdeyi götürür.
Geçenlerde, Türkiye’yi çok yakından tanıyan bir Avrupalı dostumla birlikte, gelişmeleri tartışıyorduk. Kendisinden izin almadığım için adını veremeyeceğim. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki, Avrupa siyasetinin en tanınmış ve önde gelen isimlerinden biridir.
“Türkiye’de yaşananlar, soğuk savaş dönemindeki ünlü bir stratejinin izlerini taşıyor” diye söze başladı. Bu sözleri duyduğum anda, ne demek istediğini ve ne kadar da haklı olduğunu anladım.
Benim kuşağım çok iyi bilir: NATO’nun, nükleer dehşet dengesine dayalı bir stratejisi vardı. MAD (Mutually Assured Destruction- Karşılıklı Garantili İmha) denirdi.
Mantığı da şöyleydi:
Emin olun artık bıktım.
Bilmem sizler de aynı şekilde mi düşünüyorsunuz? 301 ‘inci maddenin değiştirilmesiyle ilgili tartışmalar öylesine uzadı, öylesine gereksiz biçimde içi boşaltıldı ki, artık önemi de kalmadı.
Kısaca size hatırlatmak isterim.
Yaklaşık 2-3 yıldır 301’in bu ülkeye verdiği zararlardan söz ediyoruz.
Senaryo şimdiden hazırlanmaya başladı.
Üstelik, Türkiye’nin din devletine dönüşmesine yardımcı olmak veya şeriat gelsin de, tam üyelikten vazgeçsinler gibi, çarpık bir düşünceyle harekete geçilmiyor. Biz beğenelim veya beğenmeyelim, kabul edelim veya etmeyelim, AKP’nin gizli bir gündemi olduğuna inanılmıyor. Seçimlerde yüzde 47 oy almış bir siyasi partinin bu kadar kolay kapatılmasının demokrasiyle bağdaşmadığına inanılıyor.
Avrupa kamuoyundaki genel izlenim, AKP’ye karşı bir yargı darbesi hazırlandığı şeklinde.
AKP’nin kapatılma davası, Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerini temelinden etkileyecek.
Avrupa Komisyonu Başkanı Barroso ve Komisyon’un Genişlemeden sorumlu Komiseri Rehn’in geçen haftaki gezileri, Türkiye-AB ilişkilerindeki en önemli fay hatlarını ortaya çıkardı.
Ziyaret sırasında ve sonrasında Barroso ve Rehn‘in değerlendirmelerini de dinledikten sonra, şu sonuca vardım: Türkiye’nin Avrupa macerası tam anlamıyla bir yol ayrımına gelmiştir. Kapatma davasının sonucu, bu ilişkilerin ya noktalanıp tamamen durmasına ya da yepyeni bir sürece girmesine yol açacaktır.
Dikkat ettim, hem Barroso, hem de Rehn, bu ziyaretleri sırasında işi idare etmeye, herkese şeker dağıtmaya çalışmadılar. Belki daha dengeli bir yaklaşım sergiledilerse dahi, tüm açıklamalarıyla Türkiye’deki ulusalcı çevrelerle aralarına mesafe koydular.Ulusalcıların kalbini kazanmaya çalışmadılar. Yaptıkları açıklamalarla, AKP’nin kapatılmasının kabul edilemeyeceğini çok net biçimde anlattılar. Söylenebilecek herşeyi söylediler. Yapılabilecek tüm açıklamaları yaptılar. Bundan sonra, Anayasa Mahkemesi kararını verene kadar bekleyecekler.
Barroso ister gazetecilerle, ister işadamları veya politikacılarla olsun, her konuşmasında şu benzetmeyi yaptı:
Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Barroso’nun dün Ankara’daki performansı son derece parlaktı. Gelmeden önce çok iyi hazırlandığı belliydi. Birkaç cepheye ayrılmış olan Türk siyasetinde rol alanların her birine ayrı mesaj verdi. Kelimeleri çok netti. Anlaşılmayacak derecede diplomatik cümleler kullanmadı. Aksine, AB konusunda ortaya atılan eleştirileri yanıtladı.Güncel konular hakkındaki görüşlerini hiç gevelemeden açıkladı.
Barroso çok iyi hazırlanmış. Konuşması da üst düzey ve dengeliydi. Kimseye özel olarak çiçek atmadı. Çeşitli konuşmalarında benim dikkatimi çeken en önemli satır başları şunlardı:
- AB’ye kestirmeden gidilemez. Önemli adımlar attınız, ancak reform süreci daha da hızlandırılmalıdır.
- Katılım sürecinde farklı sesler duyunca şaşırmayın. Bu tartışmalar sonuna kadar yaşanacaktır. Ancak unutmayın ki, Türkiye’nin adaylığı oy birliği ile alınmıştır ve bu oy birliği sürmektedir.
- Müzakere sürecinin en büyük düşmanı ön yargılar ve atılan adımlardaki ihmallerdir. Daha bir çok zor günler yaşanacaktır. Ümitsizliğe kapılmamak gerekir.
-