Bilim adamlarına göre yaşlanma doğuştan itibaren başlar, çünkü yaşlanma hücrelerin eskimesidir. Farklı hücreler değişik zamanlarda eskir ve ölür. Peki, bebekler neden yaşlı görünmez? Nedeni ise bebeklikte, çocuklukta ve gençlikte büyüme devam ettiği için eskiyen hücrelerin büyük çoğunluğu yenilenir. Yetişkinliğe ulaşıldıktan sonra ise hücre eskimesi ve ölmesi hızlanırken yenilenmesi yavaşlar. O halde yaşlanma kaçınılmaz doğal bir olaydır.
Sağlığa ve beslenmeye dikkat ederek ve yaşama sevincini sürdürüp “içimizdeki çocuğun” yaşlanmasına izin vermeyerek göründüğümüz ve hissettiğimiz yaşı sürekli genç tutabiliriz.
Demek oluyor ki yaşlanma durdurulamaz, ama ihtiyarlık geciktirilebilir. Beklenen yaşam süresini ve kalitesini yeterli, dengeli ve sağlıklı beslenme ile artırmak mümkündür. Ağaç yaşken eğilir. Her dönemdeki beslenme şekli, bireyin sonraki dönemde genel durumunu etkiler. Bebeklikte beslenmenin çocukluk çağına, çocukluk çağında beslenmenin gençlerin durumunu etkilemesi gibi; yaşlılar, her dönemdeki beslenme ve yaşam biçiminin etkilerini taşırlar. Bu yüzden bireyin içinde bulunduğu yaş grubunun özelliklerine göre beslenmesi, sonraki dönemlere hazırlık yönünden önemlidir.
Yaşamdan beklenti çok önemlidir. Bir toplulukta “kaç kişi uzun yaşamak ister?” denilince büyük bir çoğunluk el kaldırır. “Kaç kişi sağlıklı bir yaşam ister?” denildiğinde belki daha fazla sayıda el havaya kalkar. Olayı şu şekilde çarpıtırsak; “98 yaşına kadar yaşayacaksınız, ama hayatınızın son 32 senesi yatalak olarak geçecek”. Ya da “çok sağlıklı olacaksınız, kimseye muhtaç olmayacaksınız. Ancak 34 yaşında öleceksiniz.” Sonuçta her 2 durum da sizi “uzun ama sağlıklı bir yaşam” beklentisi ile karşı karşıya getirecek. En iyi senaryo da bu olsa gerek. Romatizma, katarakt, şeker ve kalp hastalığı, kanser, bellek kaybı gibi sorunların olmadığını, yaşamınızın sonuna kadar kimsenin yardımına gereksinim duymadığınızı düşünün. Böylece sağlıklı bir yaşlanmaya herhalde çoğumuz hayır demeyiz. Günümüzde yaşlılıkla ilgili araştırmaların tümü bu amaca yöneliktir.
Teknolojik gelişmeler, sağlık hizmetlerinin iyileşmesi ve yaşlılarla ilgili araştırmalara ayrılan kaynaklar, özellikle gelişmiş ülkelerdeki yaşam süresini önemli ölçüde uzatmıştır. Bugün gelişmemiş ülkelerde ortalama yaşam süresi 48 yıl iken, gelişmekte olan ülkelerde biraz daha uzun (Türkiye’de 68 yıl), gelişmiş ülkelerde ise yaklaşık 78 yıldır. Uzun yaşayan insanlarla yapılan röportajlarda “bunun sırrı nedir?” sorusuna genellikle az ve öz beslenme, temiz çevre, stressiz yaşam, bol hareket gibi yanıtlar verdiklerini duyarız.
Ne ekersek onu biçeriz. O nedenle sağlıklı ve uzun yaşam ilkeleri hayat tarzı haline getirilmelidir. Bunun temelinde eğitim yer almaktadır. Kişi beslenmesine dikkat eder, kilo fazlalığı olsun olmasın egzersiz yaparsa ve bunu da yaşam şekli haline getirirse yaşlanmak kabus haline gelmeyecektir.
Belirli aralıklarla:
İnsan, var olduğu günden bu yana yaşlanmayı geciktirme çabası içindedir. Ancak şimdiye kadar genç kalmayı sağlayıcı sihirli bir besin ya da başka bir faktör bulunamamıştır. Yapılan araştırmalarda, yaşlılığı geciktirme açısından umut verici olarak düşük enerjili, buna karşılık C, E, B6, B12 vitaminleri, beta-karoten, folik asit, kalsiyum gibi besin öğelerini bolca içeren bir diyet ortaya çıkmaktadır. Bu besin öğelerinin birçoğu bağışıklık sisteminin güçlü tutulmasında rol oynamaktadır. Genellikle yaş ilerledikçe vücudun bağışıklık sistemi zayıflamakta, dolayısıyla hem bakteri ve virüslerden kaynaklanan hastalıklar, hem de kanser, kalp, romatizma gibi hastalıklar yaşlılıkta daha çok ortaya çıkmaktadır. Sözü geçen besin öğelerinin bir kısmı ise aynı zamanda antioksidan olarak görev görürler. Beta-karoten, C ve E vitaminleri, yaşlanmayı hızlandıran ve birçok hastalığa neden olan serbest radikallerle savaşırlar.
Araştırmacılar, bu besin öğelerinin alımının yaşlandıktan sonra değil de orta yaşlıyken artırılmasının yaşlanma sürecini geciktireceğini belirtmektedir. Tabii ki iyi beslenmenin bebeklikten yaşlılığa kadar tüm yaşam boyu uygulanması gerekmektedir. Ancak, ne yazık ki hemen her toplumda en kötü beslenen gruplar arasında yaşlılar vardır.
Bunun nedenleri şunlar olabilir:
Yaşlılıktaki en önemli sorunlardan biri de kilo almadır. Yaşla birlikte hareketin ve kas kütlesinin azalması ve metabolizmanın yavaşlaması vücudun enerji harcamasını azaltır. Eğer gençliğimizdeki miktarda yemeye devam edersek ve egzersiz yapma alışkanlığımız da yoksa şişmanlama kaçınılmaz olur. Şişmanlık da, kalp, şeker, tansiyon, hatta kanser gibi birçok hastalığın riskini artırmaktadır. Yaşlandıkça kilo almaktan yakınanların dikkat etmeleri gereken bir nokta, zayıflama diyeti yaparken kas kütlesini kaybetmemeye çalışmaktır. Kontrolsüz ve egzersiz yapılmadan uygulanan zayıflama diyetlerinde genellikle kas dokusu da kaybedilmektedir. Oysa diyetle birlikte egzersiz de yapılırsa yalnızca yağ yakılmakta, kas kütlesi korunmaktadır. Kas daha çok enerji harcadığından zayıflama daha kolay olmaktadır.
Yaşlandıkça enerji ihtiyacında, etkinlik derecesine göre azalma olmakla birlikte, genel olarak besin öğeleri ihtiyacı azalmaz, tersine artabilir. Bunun nedenlerinden biri yaşlandıkça besin öğelerinin vücuttaki kullanımlarının azalmasıdır. Aldığınız vitamin ve mineralleri azaltmadan enerjiyi düşürmek için daha çok meyve, sebze, kepekli tahıllar, yağsız etler ve süt ürünleri yemek gerekir. Eğer, kişi az yemekte zorlanıyorsa hareketini artırmasında yarar vardır. Egzersiz aynı zamanda besin öğelerinin de daha iyi kullanılmasını sağlar. Örneğin, düzenli egzersiz yapıldığı zaman alınan kalsiyum kemiklere daha etkin olarak yerleşir. Bugünkü veriler ışığında, yaşlıların vitamin ve minerallere ihtiyaç miktarları yetişkinlerinki kadardır. Önemli olan, yaşlılıkta tüm vitaminlerin besinlerle yeterince alınmasıdır. Özellikle B grubu vitaminleri ve C vitaminin ek olarak verilmesinin yaşlılara iyi geldiğine yönelik araştırmalar mevcuttur. Son yıllarda, E vitamininin yaşlılığı geciktirici etkisi olabileceği üzerinde durulmaktadır. Bu vitaminin, hücre zarındaki yağların bozulmasını önlemede rolü olduğu, bu yolla hücre sağlamlığının korunduğu ileri sürülmektedir.
Sebze ve meyvelerde bulunan birçok antioksidan, yaşlanmanın panzehiri olarak görülmektedir. Vitaminler, mineraller ve enzimler sayesinde yaşam kalitesi gelişmekte ve ortalama yaşam süresi uzamaktadır. Sağlığın yanı sıra güzellik iksiri görevi de gören meyve ve sebze suları, içerdikleri vitaminlerle saç, tırnak, cilt şikayetlerini de ortadan kaldırmaktadır.
İyi beslenmenin, vücudun olduğu kadar beynin de yaşlanmasını geciktirdiği ispatlanmıştır. Örneğin, sürekli kahvaltı yapan yaşlıların yapmayanlara oranla belleklerinin daha güçlü olduğu belirlenmiştir. Diyetlerine B vitaminleri eklenen yaşlıların bellekte tutma ve öğrenme yeteneklerinde gelişme görülmüştür. Tersine, kanlarındaki B6 ve B12 vitaminleri ve folik asit düzeyi düşük bulunan yaşlılar zihinsel testlerde başarılı olamamaktadır. C, E vitaminleri ve beta-karoten gibi antioksidan vitaminler de beyin hücreleri üzerindeki oksidatif stresi azaltıp beyne giden kan damarlarını açık tuttuklarından, bu vitaminleri bol alan yaşlıların bellekte tutma, algılama ve mantık yürütme yeteneklerinin daha iyi olduğu belirlenmiştir. Daha çok yaşlılıkta ortaya çıkan ve beyne yeterli kan gitmediği için aşırı unutkanlığa neden olan Alzheimer hastalığı ile savaşmada E vitamini ve diğer antioksidanların önemli rolü bulunmuştur. Ayrıca, balıkta bol bulunan DHA adlı yağ asidinin de beyin işlevlerinde etkisi vardır. Demek ki, yaşlanmayı önleyici tek bir mucize besin olmadığı halde genel olarak iyi bir beslenme alışkanlığı edinilmesi en azından geç ve sağlıklı yaşlanmaya katkıda bulunabilir.
Bilim adamlarına göre yaşlanma doğuştan itibaren başlar, çünkü yaşlanma hücrelerin eskimesidir. Farklı hücreler değişik zamanlarda eskir ve ölür. Peki, bebekler neden yaşlı görünmez? Nedeni ise bebeklikte, çocuklukta ve gençlikte büyüme devam ettiği için eskiyen hücrelerin büyük çoğunluğu yenilenir. Yetişkinliğe ulaşıldıktan sonra ise hücre eskimesi ve ölmesi hızlanırken yenilenmesi yavaşlar. O halde yaşlanma kaçınılmaz doğal bir olaydır.
Sağlığa ve beslenmeye dikkat ederek ve yaşama sevincini sürdürüp “içimizdeki çocuğun” yaşlanmasına izin vermeyerek göründüğümüz ve hissettiğimiz yaşı sürekli genç tutabiliriz.
Demek oluyor ki yaşlanma durdurulamaz, ama ihtiyarlık geciktirilebilir. Beklenen yaşam süresini ve kalitesini yeterli, dengeli ve sağlıklı beslenme ile artırmak mümkündür. Ağaç yaşken eğilir. Her dönemdeki beslenme şekli, bireyin sonraki dönemde genel durumunu etkiler. Bebeklikte beslenmenin çocukluk çağına, çocukluk çağında beslenmenin gençlerin durumunu etkilemesi gibi; yaşlılar, her dönemdeki beslenme ve yaşam biçiminin etkilerini taşırlar. Bu yüzden bireyin içinde bulunduğu yaş grubunun özelliklerine göre beslenmesi, sonraki dönemlere hazırlık yönünden önemlidir.
Yaşamdan beklenti çok önemlidir. Bir toplulukta “kaç kişi uzun yaşamak ister?” denilince büyük bir çoğunluk el kaldırır. “Kaç kişi sağlıklı bir yaşam ister?” denildiğinde belki daha fazla sayıda el havaya kalkar. Olayı şu şekilde çarpıtırsak; “98 yaşına kadar yaşayacaksınız, ama hayatınızın son 32 senesi yatalak olarak geçecek”. Ya da “çok sağlıklı olacaksınız, kimseye muhtaç olmayacaksınız. Ancak 34 yaşında öleceksiniz.” Sonuçta her 2 durum da sizi “uzun ama sağlıklı bir yaşam” beklentisi ile karşı karşıya getirecek. En iyi senaryo da bu olsa gerek. Romatizma, katarakt, şeker ve kalp hastalığı, kanser, bellek kaybı gibi sorunların olmadığını, yaşamınızın sonuna kadar kimsenin yardımına gereksinim duymadığınızı düşünün. Böylece sağlıklı bir yaşlanmaya herhalde çoğumuz hayır demeyiz. Günümüzde yaşlılıkla ilgili araştırmaların tümü bu amaca yöneliktir.
Modern çağın en önemli sağlık sorunlarından biri olan obezite ile mücadelede harcanan paraların haddi hesabı yok. Zayıflama alanı o kadar geniş bir yelpazede iş olanağı sağlamaktadır ki; doktorundan diyetisyenine, spor hocasından yaşam koçuna, spor salonlarından estetik merkezlerine, light ürünlerden zayıflama ilaçlarına kadar inanılmaz bir pazar söz konusudur. Kimisi çıkıp tek tip diyetler, bitkisel tabletler, %100 doğal ürünler, sağlık kürleri önermekte; kimisi de bazı iğneler ile kişileri zayıflattığını iddia etmektedir. İnsanlar kime, neye inanacağını şaşırmış durumdadır.
Aşırı besin alımı, hareketsiz yaşam tarzı, genetik, hormonal nedenler, psikolojik sorunlar, sigarayı bırakma, alkol kullanımı gibi faktörlere bağlı olarak gelişen şişmanlık, tek başına olduğu gibi komplikasyonları ile de yaşam süresini kısaltan ve yaşam kalitesini düşüren ciddi bir hastalıktır. Şişmanlığın tedavisinde multidisipliner bir yaklaşım gerekmektedir. Doktor, diyetisyen, spor akademisi uzmanı ve psikolog ile ekip halinde tedavi edilmesi durumunda çok daha sağlıklı sonuçlar alınmaktadır.
Gerek kilo alma gerekse kilo verme konusunda tarafıma başvuran danışanlarıma, Türkiye’nin en güvenilir kurumların başında yer alan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni örnek gösteririm. Hayatı boyunca pek çok deneme sonrası bir türlü kilo alamayan veya uzun soluklu kilo veremeyen dünya kadar Mehmetçik ne hikmetse ideal vücut ağırlığında terhis olmaktadır. Bu durumun altında yatan en önemli etmen; askerlik süresince düzenli uyku, düzenli spor ve düzenli beslenme saatlerinin varlığıdır. Bayan olsun erkek olsun, askere gitsin veya gitmesin, kilo problemi olan kişilerin yaşam tarzlarını bir inceleyin; bu 3 etmenden en az 1 veya 2 tanesinde düzensizlik olduğu gözünüze çarpacaktır. Birazcık disiplin ile zayıflık ya da şişmanlık sorununu çözmek mümkündür.
Tabii öncelikli olarak kişinin bugün de yesem, yarın başlarım psikolojisinden kurtulması gerekir. Daha kaç pazartesi geçecek? Bir şekilde kişinin yeterli, dengeli ve her şeyden önemlisi sağlıklı beslenme alışkanlığını yaşam biçimi haline getirmesi gerekmektedir. Başkalarına eşlik etmek yerine, kişinin kendine ve çevresindekilere “hayır” diyebildiğini görmesi, öz güveninin yükselmesine yardımcı olacaktır.
Diyet mutlaka kişiye özel olarak hazırlanmalıdır. Çünkü herkesin metabolizması birbirinden farklıdır, tıpkı parmak izi gibi. Zayıflama konusunda en iyi sonucun alınabilmesi için; doktor kontrolünde yapılacak klinik muayenenin ardından mevcut kan tahlil sonuçları yorumlanmalı, diyetisyen tarafından vücut bileşim analizi yapılmalı ve ardından beslenme programı düzenlenmelidir. Egzersiz ve yaşam tarzı değişikliğinin yerleştirilmesi konusunda spor aktivite uzmanı ve psikolog desteği alınmalıdır. Kişi, hedefe ulaşılmasının ardından kilo koruma programına alınmalıdır. 3 ay süresinde diyet, egzersiz ve yaşam tarzı değişikliği tedavisi uygulanmadan hiç kimseye ilaç tedavisi ve/veya cerrahi tedavi uygulanmamalıdır.
Modern çağın en önemli sağlık sorunlarından biri olan obezite ile mücadelede harcanan paraların haddi hesabı yok. Zayıflama alanı o kadar geniş bir yelpazede iş olanağı sağlamaktadır ki; doktorundan diyetisyenine, spor hocasından yaşam koçuna, spor salonlarından estetik merkezlerine, light ürünlerden zayıflama ilaçlarına kadar inanılmaz bir pazar söz konusudur. Kimisi çıkıp tek tip diyetler, bitkisel tabletler, %100 doğal ürünler, sağlık kürleri önermekte; kimisi de bazı iğneler ile kişileri zayıflattığını iddia etmektedir. İnsanlar kime, neye inanacağını şaşırmış durumdadır.
Aşırı besin alımı, hareketsiz yaşam tarzı, genetik, hormonal nedenler, psikolojik sorunlar, sigarayı bırakma, alkol kullanımı gibi faktörlere bağlı olarak gelişen şişmanlık, tek başına olduğu gibi komplikasyonları ile de yaşam süresini kısaltan ve yaşam kalitesini düşüren ciddi bir hastalıktır. Şişmanlığın tedavisinde multidisipliner bir yaklaşım gerekmektedir. Doktor, diyetisyen, spor akademisi uzmanı ve psikolog ile ekip halinde tedavi edilmesi durumunda çok daha sağlıklı sonuçlar alınmaktadır.
Gerek kilo alma gerekse kilo verme konusunda tarafıma başvuran danışanlarıma, Türkiye’nin en güvenilir kurumların başında yer alan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni örnek gösteririm. Hayatı boyunca pek çok deneme sonrası bir türlü kilo alamayan veya uzun soluklu kilo veremeyen dünya kadar Mehmetçik ne hikmetse ideal vücut ağırlığında terhis olmaktadır. Bu durumun altında yatan en önemli etmen; askerlik süresince düzenli uyku, düzenli spor ve düzenli beslenme saatlerinin varlığıdır. Bayan olsun erkek olsun, askere gitsin veya gitmesin, kilo problemi olan kişilerin yaşam tarzlarını bir inceleyin; bu 3 etmenden en az 1 veya 2 tanesinde düzensizlik olduğu gözünüze çarpacaktır. Birazcık disiplin ile zayıflık ya da şişmanlık sorununu çözmek mümkündür.
Tabii öncelikli olarak kişinin bugün de yesem, yarın başlarım psikolojisinden kurtulması gerekir. Daha kaç pazartesi geçecek? Bir şekilde kişinin yeterli, dengeli ve her şeyden önemlisi sağlıklı beslenme alışkanlığını yaşam biçimi haline getirmesi gerekmektedir. Başkalarına eşlik etmek yerine, kişinin kendine ve çevresindekilere “hayır” diyebildiğini görmesi, öz güveninin yükselmesine yardımcı olacaktır.
Sağlık harcamalarındaki artışta en önemli etmenlerden biri yanlış beslenme alışkanlıklarıdır. Hatalı beslenmeye bağlı şişmanlık, koroner kalp hastalıkları, kanser, diyabet, osteoporoz gibi sağlık sorunlarının tedavi maliyeti çok yüksektir. Sağlıklı beslenme alışkanlığı ve egzersiz, sağlığın korunması ve geliştirilmesi için çok önemlidir. Son yıllarda bazı besinler, hastalıkların önlenmesi ve tedavisindeki etkinlikleri açısından fonksiyonel besin adı altında değerlendirilmeye başlanmıştır.
Fonksiyonel besinler doğal olarak içerdikleri fizyolojik aktif bileşenleri ile sağlıklı beslenmeye katkıda bulunmanın yanında, iyi hal ve sağlığı geliştirici, hastalık riskini azaltıcı potansiyel etkileri ile vücuttaki bir veya daha fazla hedef fonksiyonda yararlı etkiler oluşturduğu bilimsel olarak kanıtlanan besin bileşenleri olarak tanımlanır. Güçlü bir bağışıklık sistemi ve sağlıklı bir beden için fonksiyonel besinlerin tüketime ağırlık verilmelidir. Fonksiyonel besin adı altında ilk sırayı anne sütü almaktadır.
Tekli doymamış yağ asitleri içeriği açısından kalp hastalıklarına ve kansere karşı koruyucu etkilerinden dolayı zeytinyağı, punicalagin içeriği ile damar sertliğini önlemesi ve prostat kanserine karşı koruyucu etkilerinden dolayı nar, kateşin gibi antioksidan etkili maddeler içerdiğinden kalp hastalıkları ve kanserden koruyucu etkilerinden dolayı yeşil çay, likopen içeriği ile kanserden koruyucu etkilerinden dolayı domates, organosülfür içeriği sayesinde kolesterol ve tansiyonu düşürücü, kanserden koruyucu etkilerinden dolayı sarımsak, içerdiği probiyotik ve prebiyotikler sayesinden sindirim ve bağışıklık sistemini güçlendirici etkilerden dolayı yoğurt ile kefir fonksiyonel besinlere birer örnek teşkil etmektedir. Ancak fonksiyonel besinlerin besin olarak kalması, kesinlikle hap veya kapsül şekline dönüştürülmemesi gerekmektedir.
Yumurta tüm besinler içerisinde en kaliteli proteine sahiptir. Yumurtada insan vücudunda sentezlenemeyen ve kesinlikle besinler ile dışarıdan alınması gerekli olan “elzem amino asitler” yeterli ve dengeli miktarlarda bulunmaktadır. Sindirilebilirliği yüksek, tamamına yakını vücut tarafından kullanılmakta ve vücut proteinlerine dönüşebilmektedir. Yumurta proteininin biyolojik değeri yani proteinden elde edilen faydası %93,7 iken bu değer sütte %84,5, balıkta %76,0, sığır etinde %74,3’tür.
Yumurta, içermiş olduğu doymamış yağ asitleri sayesinde de çok besleyici bir besindir. Lesitin içermesi sebebiyle kolesterolü artırıcı etki de göstermez. Yüksek kolesterol, hipertansiyon, karaciğer yağlanması gibi sağlık problemleri varsa; farklı günlerde olmak koşulu ile haftada 2 - 3 kere tüketilebilir. Kişi seviyorsa ve sağlık problemi yoksa her gün omlet, menemen veya haşlanmış olarak bir adet yumurta yiyebilir.
Ülkemizin 3 tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen yılda kişi başına tüketilen balık miktarı ortalama 3 kg kadar düşük değerlere sahiptir. Bunun yaklaşık %65’i taze, geri kalanı kurutulmuş, tuzlanmış ve konserve edilmiş olarak kullanılmaktadır. Hele ki diğer deniz mahsullerinin tüketimi yok denecek kadar azdır. Halbuki protein, omega 3 yağ asidi, niasin ve B2 vitamini, demir, krom, selenyum ve iyot minerali içerdiği için haftada 2 - 3 kere balık veya su ürünleri tüketilmelidir. Bahsi geçen besin öğelerini taze balıklar ile benzer oranlarda içerdiğinden konserve balıklar da oldukça yararlıdır.
Su, insan yaşamı için oksijenden sonra gelen en önemli öğedir. İnsan yemek yemeden haftalarca canlılığını sürdürebilirken susuz ancak birkaç gün yaşayabilir. Yaklaşık olarak kanın %92’si, kemiklerin %22’si, beynin ve kasların %75’i sudur. Yetişkin insan vücudunun ortalama %60’ı sudur. Suyun, besinlerin sindiriminden vücuttaki metabolik atıkların uzaklaştırılmasına kadar pek çok aşamada önemli görevleri vardır. Hücrelerin yaşamsal faaliyetleri, vücut fonksiyonlarının yerine getirilmesi vücudun su dengesinin korunması ile mümkündür. Vücutta biriken toksinleri atmak, vücudun ısı dengesini sağlamak için idrarla 1.500 ml, deri yoluyla 500 ml, dışkı ve solunum ile 300’er ml (toplamda 2.600 ml) civarında su kaybedilmektedir. İnsan, vücudundaki karbonhidratlarının veya yağlarının tamamını, proteinlerinin yarısını, suyunun %10’unu yitirirse yaşamı tehlikeye girer. Vücuttaki su oranının yeterli düzeyde tutulması yaşamsal önem taşıdığından, her gün kaybedilen miktarlarda su alınması zorunludur.
Dünya Sağlık Örgütü gün içerisinde bayanların 2,7 litre, erkeklerin ise 3,7 litre sıvı almasını uygun görmektedir. Alkol hariç her türlü sıvı (su, çay, kahve, bitki ve meyve çayları, ayran, maden suyu, sebze ve meyve suları, asitli içecekler, çorba, hatta besinlerin içerisinde bulunan sıvılar dahil) bu kapsamda değerlendirilir. Son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalarda kafeinin, tek seferde 250 - 300 mg ve üzeri alınmadığı sürece idrar çıkışını artırıcı etkiler göstermediği saptanmıştır. Bu da 5 - 8 fincan çay veya 3 - 5 fincan kahveye eşittir. Yani eski bilgilerin aksine çay, kahve, asitli içecekler vb kısa süre içerisinde aşırı miktarda içilmediği takdirde sıvı ihtiyacını karşılamaya yardımcı olmaktadır. Tabi ki en saf, doğal ve katkısız olan sıvı su olduğu için özellikle su tüketimine önem verilmeli, en azından günlük sıvı gereksinmesinin yarısının su olarak karşılanması önerilmektedir.
Ancak sıvı gereksinmesi konusunda Dünya Sağlık Örgütü’ne katılmadığım bir konu var: Nasıl ki evimizde bulunan kaktüs ile bahçemizde yetişen söğüt ağacına aynı miktarlarda su vermiyorsak; bireyler arasında da sıvı gereksinimlerinin birbirinden farklılıklar göstermesi gayet normaldir. Yaş, cinsiyet, boy uzunluğu, vücut ağırlığı, fiziksel aktivite düzeyi, beslenme alışkanlıkları, meslek, fizyolojik süreçler, bulunulan ortam sıcaklığı, mevsimler vb durumlara bağlı olarak insanların sıvı ihtiyaçlarının değişkenlik göstermesi çok doğaldır. Bu nedenle “normal iklim şartlarında günlük 35 ml/kg su içilmesi önerilmektedir” veya “her gün vücut ağırlığının %4’ü kadar sıvı alınmalıdır” gibi oransal bir ifade kullanılmasında yarar vardır.
Yapılan egzersize bağlı olarak su içimi artırılmalıdır. Kas krampları %95 ihtimalle vücut su kaybından (dehidratasyondan) kaynaklıdır. Vücutta egzersiz sırasında kaybedilen suyun yerine konulması ve tekrar vücut su dengesinin sağlanması için yeterli su tüketimi şarttır. Su tüketimi egzersiz sonrasında olabileceği gibi, vücudu su kaybına hazırlamak adına egzersiz öncesinde, hatta egzersiz esnasında 15’er dakikalık aralıklarla yudum yudum su içilmesi şeklinde olabilir. Özellikle yaz mevsiminde, sıcak bir ortamda yaşanıyorsa, sauna ve buhar odasına girilmişse, kusma ve ishal durumlarında vb sıvı alımına daha bir önem vermek gerekir. Formula 1 pilotlarının yarış başına ortalama 2 lt sıvı kaybettiği hesaba alınırsa, döner ustasının veya cam fabrikasında çalışan bir işçinin ne denli sıvı kaybedeceğini siz düşünün. Tüm bunların neticesinde su içmek eziyet olmamalı, aksine keyif vermeli.
Öte yandan doğada yararlı olan her şeyin fazlası da zararlıdır. Az içilen suyun zararı kadar gereğinden çok fazla su içilmesi vücutta toksik etki yaratarak su zehirlenmesine neden olabilmektedir. Ancak bu durum “su içme yarışması” gibi sağlığa ve mantığa aykırı durumlarda ortaya çıkabilecek bir tablodur. Zaten vücut belli bir miktardan sonra bulantı, bulanık görme gibi belirtilerle tepki verir ve daha fazla içilmesine engel olur. Kişi yine de ödül kazanmak gibi çıkarlar uğruna kısa sürede çok aşırı miktarlarda su tüketmeye devam ederse gerçekten ölebilir. Tarihte böylesi örneklerle maalesef karşılaşılmıştır.
Medyada sürekli olarak “aman yemek öncesinde, esnasında veya sonrasında su içmeyin” ya da “sakın soğuk su içmeyin” gibi açıklamalar yapılmaktadır. İnsanlar neye, kime inanacağını şaşırmakta; fazla içilen suyun böbreği yoracağına inanmakta ve su içmekten uzaklaşmaktadır. Halbuki en son endişe böbreği yormak olmalıdır. Yapılan araştırmalar zaten Türk insanının yeterince su içmediğini göstermektedir. Bir de böylesi kanıta dayalı olmayan söylemler ile insanların kafasını daha da karıştırmamak gerekir.
[fotogaleri=1312]
Nedendir bilinmez, insanların soğuk su içmelerine engel olmak maksadıyla “yağlı bir tavayı soğuk suyla mı yıkarsınız?” gibi örneklerle açıklama yapanlara “ben bulaşık yıkarken deterjan da kullanıyorum, onu da içmeli miyim?” demek geliyor içimden. Yemekte içilen suyun sindirimi durduracağı gibi açıklamalar yapanların, medyanın gündemine damga vurmak dışında nasıl bir çıkarları olduğunu kestirmek mümkün değil. Gastrik sıvının büyük bir çoğunluğunun su olması, besinlerin sindirimini kolaylaştırması ve midede hacim oluşturarak tokluk hissi sağlaması gibi nedenlerle, biz diyetisyenler “medyatik olamama kaygısı” yaşamadan yemekte su içilmesini özellikle öneriyoruz. Oda sıcaklığındaki, hatta ılık suyun mideyi terk etme hızı soğuk suya kıyasla daha yavaştır. Bu nedenle bir gömlek daha üstün olduğu söylenebilir. Ancak bu demek değildir ki, soğuk su içen kişi sürekli aç gezer ve obeziteye çok daha yatkındır. Siz yeterli miktarda su için de, saatini ve ısısını boş verin.
Günlük sıvı tüketiminin yeterli olup olmadığını idrar rengini gözlemleyerek saptamak mümkündür. Renk su gibi berrak ise yeterli; sarıya yakınsa yetersiz demektir. Sabah ilk idrarın rengi biraz sarı olabilir. Ancak vitamin takviyesi veya ilaç almaksızın gün içerisinde de benzer şekilde sarı renkle karşılaşıyorsanız, bilin ki yeterince su içmiyorsunuz. Altın sarısı idrar sizi zengin etmez! Hele ki dudaklarınız kuruyorsa vücudunuz SOS yani acil durum sinyali vermiş demektir. “Save Our Souls” (ruhlarımızı kurtarın) şeklinde folklorik anlamlar yüklenen kısaltması ile tehlikeli durumlarda gerekli yerlere ulaşıp yardım çağrısında bulunmayı anlatan bu durum karşısında hemen su içmek gerekir. Ancak önemli olan, dudaklarımız kurumadan su içebilmeyi alışkanlık haline getirebilmektir.
Kimisi ise su içme alışkanlığı kazanmak adına turşu gibi tuz içeriği yüksek besinler tüketmektedir. Böylesi bir tablo ciddi ödemlere yol açabilir. Çünkü 1 gram tuz vücutta yaklaşık 200 ml su tutulmasına sebebiyet verir. Öte yandan metro istasyonları, alışveriş merkezleri vb yerlerde bulunan su otomatları sayısının meşrubat, çikolata gibi abur cubur ürünlerin satıldığı otomatların sayısını aşmadığı sürece toplum olarak basküller ile barışık olabileceğimizi pek düşünmüyorum.
SU İÇMEK İÇİN 10 PRATİK ÖNERİ (TIKLAYIN)
Su, insan yaşamı için oksijenden sonra gelen en önemli öğedir. İnsan yemek yemeden haftalarca canlılığını sürdürebilirken susuz ancak birkaç gün yaşayabilir. Yaklaşık olarak kanın %92’si, kemiklerin %22’si, beynin ve kasların %75’i sudur. Yetişkin insan vücudunun ortalama %60’ı sudur. Suyun, besinlerin sindiriminden vücuttaki metabolik atıkların uzaklaştırılmasına kadar pek çok aşamada önemli görevleri vardır. Hücrelerin yaşamsal faaliyetleri, vücut fonksiyonlarının yerine getirilmesi vücudun su dengesinin korunması ile mümkündür. Vücutta biriken toksinleri atmak, vücudun ısı dengesini sağlamak için idrarla 1.500 ml, deri yoluyla 500 ml, dışkı ve solunum ile 300’er ml (toplamda 2.600 ml) civarında su kaybedilmektedir. İnsan, vücudundaki karbonhidratlarının veya yağlarının tamamını, proteinlerinin yarısını, suyunun %10’unu yitirirse yaşamı tehlikeye girer. Vücuttaki su oranının yeterli düzeyde tutulması yaşamsal önem taşıdığından, her gün kaybedilen miktarlarda su alınması zorunludur.
Dünya Sağlık Örgütü gün içerisinde bayanların 2,7 litre, erkeklerin ise 3,7 litre sıvı almasını uygun görmektedir. Alkol hariç her türlü sıvı (su, çay, kahve, bitki ve meyve çayları, ayran, maden suyu, sebze ve meyve suları, asitli içecekler, çorba, hatta besinlerin içerisinde bulunan sıvılar dahil) bu kapsamda değerlendirilir. Son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalarda kafeinin, tek seferde 250 - 300 mg ve üzeri alınmadığı sürece idrar çıkışını artırıcı etkiler göstermediği saptanmıştır. Bu da 5 - 8 fincan çay veya 3 - 5 fincan kahveye eşittir. Yani eski bilgilerin aksine çay, kahve, asitli içecekler vb kısa süre içerisinde aşırı miktarda içilmediği takdirde sıvı ihtiyacını karşılamaya yardımcı olmaktadır. Tabi ki en saf, doğal ve katkısız olan sıvı su olduğu için özellikle su tüketimine önem verilmeli, en azından günlük sıvı gereksinmesinin yarısının su olarak karşılanması önerilmektedir.
Ancak sıvı gereksinmesi konusunda Dünya Sağlık Örgütü’ne katılmadığım bir konu var: Nasıl ki evimizde bulunan kaktüs ile bahçemizde yetişen söğüt ağacına aynı miktarlarda su vermiyorsak; bireyler arasında da sıvı gereksinimlerinin birbirinden farklılıklar göstermesi gayet normaldir. Yaş, cinsiyet, boy uzunluğu, vücut ağırlığı, fiziksel aktivite düzeyi, beslenme alışkanlıkları, meslek, fizyolojik süreçler, bulunulan ortam sıcaklığı, mevsimler vb durumlara bağlı olarak insanların sıvı ihtiyaçlarının değişkenlik göstermesi çok doğaldır. Bu nedenle “normal iklim şartlarında günlük 35 ml/kg su içilmesi önerilmektedir” veya “her gün vücut ağırlığının %4’ü kadar sıvı alınmalıdır” gibi oransal bir ifade kullanılmasında yarar vardır.
Yapılan egzersize bağlı olarak su içimi artırılmalıdır. Kas krampları %95 ihtimalle vücut su kaybından (dehidratasyondan) kaynaklıdır. Vücutta egzersiz sırasında kaybedilen suyun yerine konulması ve tekrar vücut su dengesinin sağlanması için yeterli su tüketimi şarttır. Su tüketimi egzersiz sonrasında olabileceği gibi, vücudu su kaybına hazırlamak adına egzersiz öncesinde, hatta egzersiz esnasında 15’er dakikalık aralıklarla yudum yudum su içilmesi şeklinde olabilir. Özellikle yaz mevsiminde, sıcak bir ortamda yaşanıyorsa, sauna ve buhar odasına girilmişse, kusma ve ishal durumlarında vb sıvı alımına daha bir önem vermek gerekir. Formula 1 pilotlarının yarış başına ortalama 2 lt sıvı kaybettiği hesaba alınırsa, döner ustasının veya cam fabrikasında çalışan bir işçinin ne denli sıvı kaybedeceğini siz düşünün. Tüm bunların neticesinde su içmek eziyet olmamalı, aksine keyif vermeli.
Öte yandan doğada yararlı olan her şeyin fazlası da zararlıdır. Az içilen suyun zararı kadar gereğinden çok fazla su içilmesi vücutta toksik etki yaratarak su zehirlenmesine neden olabilmektedir. Ancak bu durum “su içme yarışması” gibi sağlığa ve mantığa aykırı durumlarda ortaya çıkabilecek bir tablodur. Zaten vücut belli bir miktardan sonra bulantı, bulanık görme gibi belirtilerle tepki verir ve daha fazla içilmesine engel olur. Kişi yine de ödül kazanmak gibi çıkarlar uğruna kısa sürede çok aşırı miktarlarda su tüketmeye devam ederse gerçekten ölebilir. Tarihte böylesi örneklerle maalesef karşılaşılmıştır.
Dondurmanın diğer tatlılara göre enerjisi düşük ve besleyici değeri yüksektir. İçeriğindeki sütün bütün besleyiciliği dondurmada mevcuttur; protein ve kalsiyum başta olmak üzere fosfor, çinko, potasyum, magnezyum gibi mineraller ile A, B2, B12 ve E vitaminlerini içerir.
Hayatta hiçbir besin tek başına şişmanlatmaz, harcanan enerjiden fazlasını tüketmek kişiye kilo aldırır. Şerbetli tatlılara kıyasla dondurma gibi sütlü veya meyveli tatlıları tercih etmekte yarar vardır. Diğer tatlılarla kıyaslandığında besin örüntüsü daha kalitelidir ve enerjisi daha düşüktür. Tüketim sıklığına ve miktarına dikkat etmek koşulu ile rahatlıkla yenebilir.
Dondurma çocukların da severek tükettiği bir besindir. Özellikle süt, yoğurt, peynir vb besinlerin tüketiminde problem yaşayan çocuklar için hoş bir alternatif olabilir. Aslında sadece yaz aylarında değil, tüm mevsimlerde rahatlıkla tüketilebilecek bir besindir. Sanılanın aksine kişiyi hasta etmez, yani soğuk algınlığı ve gribe yakalanmaya ya da boğaz ağrısına sebep olmaz. Soğuk sıvı ya da yiyecek tüketimi ile üst solunum yolu infeksiyonu arasında kanıtlanmış bilimsel bir ilişki mevcut değildir. Öyle ki dondurma, bademcik ameliyatı sonrası çocuğa verilen ilk besindir.
Dondurma seçerken hijyenik koşullarda üretildiğinden ve saklandığından emin olmalısınız. Bu nedenle güvenilir markaların ürünlerini tercih edin. Aksi takdirde besin zehirlenmesi riskiyle karşı kaşıya kalınabilir. Süt, mikroorganizmaların üremesi için çok iyi bir ortamdır. Bu nedenle çok kolay bozulur ve sağlığa aykırı bir duruma gelebilir. Mikroorganizmalar süte, sağıldığı hayvandan, sağılırken çevreden, sağıldıktan sonra saklama ve kullanma esnasında karışabilir; uygun nem ve sıcaklıkta logaritmik olarak çoğalırlar. Dolayısıyla sağlıksız bir koşulda üretilmiş dondurma besin zehirlenmesine yol açabilir. Ayrıca gıda katkı maddelerinin güvenilir dozlarda ve koşullarda eklendiğinden emin olunmalıdır.
Açıkta satılan dondurmalar sağlıksız koşullarda üretilmiş olabilir ve bakteri üreterek sağlığı tehdit edebilir. Halbuki pastörize sütle yapılan dondurmalarda salmonella bulaşma ihtimali ortadan kalkar. O nedenle hijyenik koşullarda el değmeden üretilen ambalajlı dondurmaları tercih etmek hem gıda güvenliği hem de kalite standartları açısından çok daha ekonomik ve sağlıklı olacaktır.
Dondurmanın diğer tatlılara göre enerjisi düşük ve besleyici değeri yüksektir. İçeriğindeki sütün bütün besleyiciliği dondurmada mevcuttur; protein ve kalsiyum başta olmak üzere fosfor, çinko, potasyum, magnezyum gibi mineraller ile A, B2, B12 ve E vitaminlerini içerir.
Hayatta hiçbir besin tek başına şişmanlatmaz, harcanan enerjiden fazlasını tüketmek kişiye kilo aldırır. Şerbetli tatlılara kıyasla dondurma gibi sütlü veya meyveli tatlıları tercih etmekte yarar vardır. Diğer tatlılarla kıyaslandığında besin örüntüsü daha kalitelidir ve enerjisi daha düşüktür. Tüketim sıklığına ve miktarına dikkat etmek koşulu ile rahatlıkla yenebilir.
Dondurma çocukların da severek tükettiği bir besindir. Özellikle süt, yoğurt, peynir vb besinlerin tüketiminde problem yaşayan çocuklar için hoş bir alternatif olabilir. Aslında sadece yaz aylarında değil, tüm mevsimlerde rahatlıkla tüketilebilecek bir besindir. Sanılanın aksine kişiyi hasta etmez, yani soğuk algınlığı ve gribe yakalanmaya ya da boğaz ağrısına sebep olmaz. Soğuk sıvı ya da yiyecek tüketimi ile üst solunum yolu infeksiyonu arasında kanıtlanmış bilimsel bir ilişki mevcut değildir. Öyle ki dondurma, bademcik ameliyatı sonrası çocuğa verilen ilk besindir.
Dondurma seçerken hijyenik koşullarda üretildiğinden ve saklandığından emin olmalısınız. Bu nedenle güvenilir markaların ürünlerini tercih edin. Aksi takdirde besin zehirlenmesi riskiyle karşı kaşıya kalınabilir. Süt, mikroorganizmaların üremesi için çok iyi bir ortamdır. Bu nedenle çok kolay bozulur ve sağlığa aykırı bir duruma gelebilir. Mikroorganizmalar süte, sağıldığı hayvandan, sağılırken çevreden, sağıldıktan sonra saklama ve kullanma esnasında karışabilir; uygun nem ve sıcaklıkta logaritmik olarak çoğalırlar. Dolayısıyla sağlıksız bir koşulda üretilmiş dondurma besin zehirlenmesine yol açabilir. Ayrıca gıda katkı maddelerinin güvenilir dozlarda ve koşullarda eklendiğinden emin olunmalıdır.
Açıkta satılan dondurmalar sağlıksız koşullarda üretilmiş olabilir ve bakteri üreterek sağlığı tehdit edebilir. Halbuki pastörize sütle yapılan dondurmalarda salmonella bulaşma ihtimali ortadan kalkar. O nedenle hijyenik koşullarda el değmeden üretilen ambalajlı dondurmaları tercih etmek hem gıda güvenliği hem de kalite standartları açısından çok daha ekonomik ve sağlıklı olacaktır.
Beslenme, pek çok insan tarafından karın doyurmak, açlığı bastırmak, canın istediği besinleri tüketmek şeklinde tanımlanmaktadır. Halbuki vücudun ihtiyaç duyduğu enerji ve 50’ye yakın türde besin öğesinin, yeterli ve dengeli bir şekilde besinler yolu ile alınması gerekmektedir.
Besinlerin içerdiği protein, vitamin ve mineral gibi besin öğeleri beslenmede büyük önem taşır. Diğer yandan beslenme sadece fizyolojik bir olay gibi algılanmamalı, bunun sosyolojik ve psikolojik bir boyutunun da olduğu unutulmamalıdır. İnsanoğlu, mutlu olduğu kadar mutsuz olduğunda da bir şeyler yeme eğilimindedir.
Dondurma rengarenk seçenekleri ve birbirinden lezzetli tatları ile insanı adeta büyüler, serinlik ve ferahlık hissi verir, hepsinden ziyade tazelik, canlılık ve enerji kazandırır. Özellikle de çocuklar için…
Londra Psikiyatri Enstitüsü’nde 2005 yılında yapılan araştırmada dondurmanın haz merkezini uyararak keyif ve mutluluk ile bağlantısı şu şekilde açıklanmış. “Soğuk, ağızda hissedildiğinde serinletici ve susuzluğu giderme mekanizmasına etkisiyle kişinin keyifli bir deneyim yaşamasını sağlamaktadır. Çalışmalar, beyindeki haz merkezinin ( Orbitofrontal Corteks) dondurma yenildiği zaman aktif olduğunu göstermektedir. Kişinin kendini iyi hissedip mutlu olması daha sağlıklı ve psikolojik fonksiyonlarda pozitif anlamda iyileşme sağlamasına sebep olmaktadır. Ayrıca çalışmalar küçük aralıklı mutlulukların bizi, büyük ve daha nadiren olanlardan daha çok mutlu ettiğini göstermektedir. İşte bu nedenle 7'den 77'ye herkesi dondurma gördüğünde bile mutluluk kaplıyor.
Çocukların tatlı rüyası olarak kabul edilen dondurma, diğer besinlerle ve fiziksel aktivite ile dengelenmek koşuluyla günlük beslenmede rahatlıkla tüketilebilir ancak bir porsiyonu 100-110 kkal’i geçmemeli.
Çocuklar 1 - 1,5 yaşından sonra dondurma yenilebilir. Ancak yemeklerden hemen önce dondurma yenilmesi çocukta iştahı kapatabilir, geç saatlerde yendiğinde alınan enerji harcanamaz ise kilo alımına yol açabilir. Bu nedenle günün daha hareketli geçen saatlerinde ara öğün olarak tercih edilmesi ile özellikle yaz aylarının serin tadı olabilir. Dondurma sadece yazın değil, 4 mevsim tüketilebilir ancak her satıcıdan değil, güvenilir satıcı ve üreticilerin ürünlerinden tercih etmek gerekir.
Okul çağındaki çocukların günlük almaları gereken enerji miktarları hesaplandığında ara öğünde 1 porsiyon güvenilir markalı ambalajlı dondurmanın tüketilmesi gayet masumdur. Çocukların tüketeceği dondurmaları alırken üzerinde yazan besin değerlerine dikkat edin. Şeker, yap ve kalori değeri düşük olan ve hijyenik koşullarda üretildiğinden emin olduğunuz ürünleri tercih edin.
Yetişkin bir insanın günlük kalsiyum ihtiyacı ortalama 800 mg iken, büyüme ve gelişme çağındaki çocuklarda, gebe veya emziren bayanlarda, menopoz dönemindeki kadınlarda ve yaşlılarda bu gereksinim daha da fazladır. Yaklaşık 100 gr sade dondurma yaklaşık 1 büyük su bardağı sütün içerdiği kalsiyumu sağlamaktadır.
Nasıl ki yanlış ilaç tedavi etmez, sağlığı tehdit ederse; benzer şekilde yanlış diyet de tedavi etmez, sağlığı tehdit edebilir. Ancak ülkemizde maalesef ilaç ve diyet konusunda insanlar halen ilgili uzmana başvurmaktan ziyade arkadaşına, komşusuna veya internete danışıyor. “Bak bu bana iyi geldi; al, sen de kullan” zihniyetini aşamadığımız sürece daha çok canlar yanacak gibi görünüyor. Tıp eğitimi almamış kişilerin insanlara sağlık öğütleri vermesi, hele ki ilaç veya diyet önerisinde bulunması son derece yanlıştır. Her mesleğin amatörlüğü olur, ama sağlık profesyonellerinin olmaz.
Biz Türkler olaylara tek taraflı bakmayı çok severiz. “Doktor bana ‘sigarayı bırak!’ dedi ama kendisi de içiyor, neden bırakayım ki?” diyerek bazı mazeretlerin arkasına sığınırız. Bu durumda doktor da hastası da yanlış bir davranış göstermektedir. Ancak bizler, bilim insanlarının ağzından çıkan sözleri çoğu zaman için dikkate almayarak, nasihatlere kulak asmayarak yaşayan bir toplumuz. Başımıza gelmedikten sonra “bana bir şey olmaz!” düşüncesi ile hareket etmeyi pek severiz.
OBEZİTE RİSKİNİ ARTIRAN 20 BASİT ÖNERİ İÇİN TIKLAYIN!
Uzmanların “kalp - damar hastalıklarına karşı kırmızı şarap ve bitter çikolatanın koruyucu etkileri vardır” gibi sözlerini hemen benimser, aynı uzmanın “haftada en az 3 gün yürüyüş yapılmalıdır, şekerden ve kızartmalardan kaçınmak gerekir” gibi yaşam tarzı değişikliklerini hiçbir zaman dikkate almayız. Yani sadece işimize geleni uygularız. Ülkemizde örnek tavırlar sergileyen bir uzmanın örnek alındığı pek görülmemiş bir olaydır. İşin trajikomik tarafı; ikinci el araba alırken, kendi kullandığı aracını satan dünya kadar oto tamircisi ilanı gözümüze çarpmasına rağmen “doktordan” sözünün prim yaptığı bir toplumda yaşıyoruz. Buna karşılık doktorları değil de siyasileri örnek alarak radyasyonlu çay veya kuşburnu çayı içen, kilo verdirdiği inancıyla 1 kg altın çilek meyvesi için dünya kadar para harcayan ve sonrasında ekonomik krizden dert yanan bir toplumuz. Ve sonrasında ne enteresandır ki bozulan sağlığını veya kötüye giden ekonomisini dikkate alan bir politikacı bulmakta zorlanıyoruz.
ZAYIFLAMAK UĞRUNA YOSUN, ÇİM SUYU, SİRKELİ SU İÇİYORUZ
Nice insandan kilo verdiriyor, yağ yakıyor, metabolizmayı hızlandırıyor gibi duyumlar sonrası maden suyu, çim suyu, kekik suyu, ballı - limonlu su, ılık su, sirkeli su, alkali su, zayıflama çayı içtiğine ve kabak çekirdeği yediğine tanık oldum. Denizde dokunmaktan bile çekindikleri yosunların tabletlerini, içeriğinde ne tür kimyasalların bulunduğunu bilmedikleri sözde “bitkisel” bazen de özellikle “kaçak” zayıflama haplarını kullandığını, hatta tok tutar düşüncesi ile pamuk yuttuğunu vs mesleki hayatımda çok defa duydum. Yani bilimle yakından uzaktan ilgisi olmayan davranışlar sergilemekte üzerimize yok. O nedenle bugün birisi çıkıp “maydanoz basendeki yağları eritiyor” dese maydanozun fiyatı sanırım 3 - 5 kat artar.