Kubilay Qb Tunçer

Adı gibi bir oyun: Sürpriz

19 Mayıs 2013
Yılın en ilginç oyunlarından biri. Sami Berat Marçalı yazmış. İkincikat’ta izledik.

Sami çok enerjik bir arkadaşımız. Yazdı, yönetti, birçok kalburüstü işe imza attı bu yıl. Sürpriz, adı gibi sürpriz oldu. Sezon sonunda geldi. Oyun bir şehir hikâyesi tadında başlıyor. Sorunlu bir ilişki var. Kıskançlık için nedenler görülüyor. Bir aşk dramasıyla karşılaşacağımızı düşünüyoruz ama hikâye bambaşka patikalara sapıyor.
Kızın uzun zamandır görmediği bir babası varmış. Hayal mi, yoksa gaipten gelen mesajlar mı anlayamayız ama bir şekilde bu kahramanımızın aile geçmişiyle ilgili kopuk parçaları toplaması gerektiğini fark ederiz. Oyunun güzel tarafı asıl bu noktada başlıyor: Kız bir yarı bilinç halinde beynindeki dehlizlere girip çıkıyor. Bu dehlizlerde Defne Halman’ın büyük bir başarıyla resmettiği bir masal rehberiyle karşılaşıyor. Bu gerçeküstü rehber sayesinde aklının ve hatıralarının kapıları ufak ufak açılıyor. Bu fantastik yolculuğa paralel olarak gerçek hayatı da görüyoruz. İşi, iş arkadaşı ve sevgilisiyle yaşadığı dönemlere tanık oluyoruz. Gerçek dünyanın onu anlaması, onun da kendini anlatması kolay değil. Deli sanırlar insanı.
Bu sıradışı bir anlatım tarzı. Fraktaller, fragmanlar var. Neden sonuç ilişkilerinden çok durumları, durumların fotoğraflarını önemseyen, seyircinin hayal gücünü de hesaba katan bir yazarlık tekniği. Bence riskli çünkü bir hikâyenin parçalarıyla tanıştırılan seyirci doğal olarak o parçaların finalde birleşmesini bekliyor. Ama şart mıdır? Değildir. Gustosu gayet yüksek, gayet zekice işlenmiş, güzel bir oyun. Tortusu büyük değil. Anları çok çok güzel. Oyuncular çok iyi. Başrolde Seda Türkmen var. Ekseni kaymış, yarı-nörotik ve sıkılmış bir karakter çizerken, kızın kendiyle dalga geçmesini, hınzır ve dalgaya vuran hallerini, milisaniyelerde iç içe geçen mimiklerle harmanlıyor. İzlemekten büyük keyif duyduk.
İkincikat gibi birçok tiyatro büyük zorluklara rağmen sezonu sürdürüyor, oyun üstüne oyun yapıyor. Devlet ve Şehir Tiyatroları mayıs başında sezonu kapattı. Tam beş ay salonlar kapalı. Daha okullar bile açık, perdeler kapalı. Uludağ’da oteller yazın açık, bizim ödenekli tiyatrolar kapalı. Tam beş ay. Lemi Bilgin ve Hilmi Zafer Şahin bu iki dev kurumun yöneticileri. İnisiyatif almaları gerekir. Bu kadar uzun tatil olmaz. Üç beş tane turne ve yaz oyunu var ama gerçek değişmiyor. Bizim de seyirci ve vergi veren olarak haklarımız var. Bize izah edemedikleri gibi, bu verimsiz çalışma düzenini tarihe de izah edemezler. 12 ay tiyatronun önünde hiçbir engel yoktur. Salonlar hemen açılabilir. Ufak tefek zorlukların hallolması için seyirci her türlü desteği vermeye hazır. Şahsen tanıdığım bu değerli yöneticilerin tiyatromuzun gidişatını değiştirecek cesaret ve güçte olduklarına inanıyorum.

Yazının Devamını Oku

Kendine özgür bir oyun Asi Kuş

12 Mayıs 2013
Seveni sevmeyeninden çoktur. Ben Ali Poyrazoğlu’nun hayranlarındanım. Tiyatrosu tam 40 yıldır ayakta. Belli bir üslup dahilinde bitmeyen bir iştahla hep kendini aşmaya çalışıyor. Trump’ta seyrettiğimiz Asi Kuş çok keyifli bir deneyimdi.

Asi Kuş, Borusan Filarmoni Orkestrası’nın popüler konuk şef galası için hazırlanmış bir gösteriden oluşturulmuş tek kişilik bir oyun. Erkekleri peşinden koşturan Carmen’in meşhur aryasından yola çıkıp, “Ben asi bir kuşum, ele avuca sığmam” teması üzerinde gelişiyor. Oyunu ilginç kılan şey benzersiz üslubu. Ali bir stand-up gösterisiyle seyirciyi ele geçirdikten sonra usulca ana tema üzerinde çeşitlemeler yapmaya başlıyor.
Carmen’in erkekler coğrafyasındaki asi ve asil karakteri, Bizet’nin ince ve kırılgan dünyası, iktidar ilişkilerinin doğası, büyük sanatçıların ayrıksı evrenleri ve neşeyle hüzün arasındaki buzdan köprüler, bu anlatının omurgasını oluşturuyor. Ali’nin yıllardır anlattığı birçok öykü ve siyasi birtakım göndermeler de bu muazzam açık büfeye dahil oluyor.
Tek kişilik bir gösteri ama tek sesli, tek boyutlu değil. Sahnedeki Ali’yle 40 küsur yıldır toplumsal hafızada oluşmuş Ali Poyrazoğlu’nun şeffaf ama tıpkıbasım olmayan karakterinden güçlü bir konturpuan oluşuyor. Carmen’in ruhuysa derinliği arttırıyor. Ali, başkasının elinde eklektik kalabilecek bu malzemeden en katışıksız anlamıyla tiyatro çıkarmayı başarıyor. Müşfik bir aslan terbiyecisi gibi. Tanıyan tanımayan kaç yüz kişiyiz. Hepimizi güldürdü, ağlattı, hüzünlendirdi, düşündürdü. Birlikte şarkılar söyledik. Carmen’i önemsedik. Ekranda seyrettirdi. Heyecanlandık. Zor iş.
Seyirciyi yönetmek, nerede nasıl duygulanacağını bilmek ustalıktır. Tribüne oynayarak yapılacak şey değil. Ne bildiğimiz stand-up’lara benziyor, ne tek kişilik oyunlara. Aşk, bağlılık ve sevgi üzerine keskin ve şiirsel gözlemler yapıyor. Zeki Müren’den Müjdat Gezen’e gönlümüzde yer etmiş birçok büyük sanatçıyla yaşadığı arkadaşlıklardan bahsediyor. Bütün bu çeşitlilik sayesinde asi kuş olmanın ne demek olduğunu etraflıca düşünme fırsatı buluyoruz. O da asi kuşlarımızdan biri.
Tiyatromuzun son 30 yılında önemli iz bırakmış, Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu gibi kalburüstü nice kumpanyanın yol arkadaşı olmuş çok kıymetli bir dostumuzu kaybettik. Alaattin Eraslan ülkemizin en önemli turne organizatörü ve yapımcılarındandı. AYSA Organizasyon adlı şirketiyle büyük zorluklar ve haksızlıklara rağmen Anadolu’da milyonlarca seyirciyi tiyatroyla buluşturdu. Bu bir eserdir. Yas içindeyiz. Ama kurduğu sağlam yapı ayakta. Arkadaşımızı bu teselliyle hatırlayacağız.

* 16 Mayıs Pazar saat 21.00’de Trump Towers Mall’da izleye-bilirsiniz. (212) 274 26 44

Yazının Devamını Oku

Oyuna geldik dedirten oyun: Herkesin Bildiği Sırlar

28 Nisan 2013
Kötü bir metne rağmen oldukça başarılı bir oyun yapılabiliyormuş; benim için bu bir ilk oldu. Devlet Tiyatrosu bu yıl hakikaten ses getiren işler yaptı. Vasat civarında dolaşan oyunları da çokça vardı ama genel olarak doğru ve önemsenmesi gereken metinler seçmeyi bilen bir kurum.

Yönetmen, tasarımcı ve oyuncuları kutlamak gerek. Yönetmen zayıf metne rağmen tiyatronun gücünü bir arkeolog hassaslığıyla çıkarmış. Bizi güldürmeyi de ağlatmayı da başardı. Tasarım şık, işlevsel, duyguluydu. Burak (Şentürk) arkadaşım. Yüksek imkânlarından haberdarım. Ama bu kadarını beklemiyordum. Yazarın yazamadığı bir karakteri ete kemiğe büründürdü. Ebru Uğurtan çok zor bir iş yaptı. Kenar süsü gibi yazılmış bir karakteri bize sevdirdi.
Yazar taraf tutmuş ve kadının gözünden bakmamış ama Ebru’nun beceriyle çizdiği, zaman zaman nörotizm sınırlarında dolaşan kararsız portre sayesinde bu karakterle de empati kurduk. İki saat, Ebru ve Burak’ın zeki buluşları, sahne karizmaları ve güzel enerjileri sayesinde tatlı bir yolculuğa dönüştü. Önemli metinleri hak eden kıymetli oyuncular.
Sinema tarihçileri Yavuz Bey’in kendine özgü anlatımını, duruşunu haklı olarak övmüşlerdir. Bu oyunun filmini yapmıştı. Sezen Aksu’yla Ferhan Şensoy oynadıydı. Bir sanatçının her işi iyi olacak diye bir kural yok. Yedi-sekiz yıllık parçalanmış bir evliliğin sonunda geçmişe dönük hesapların yapıldığı bir gece. Yağmur yağar. Şaraplar içilir. Kadın ve erkek içlerinde ne varsa dökerler. Sonunda da kayda değer hiçbir şey olmaz. Hikâye bu. Film gişede ve seyirci nezdinde çok başarısız oldu. Zira karakterler gerçek değildi, son derece kitabi konuşuyorlardı. Oyun, filmin aynı. Evlilik bitmiş ama iki saat dinlememize rağmen bunun sebebini anlayamadık. Asıl problem neymiş göremedik. Laf iki dakikada bir sevişmeye geliyor. Sanki kafayı seksle bozmuşlar. Oyun tümüyle bir erkek oyunu. Kadın ne düşünmüş, ne yapmış, nasıl hissetmiş, hiç- bir fikrimiz yok. Kadın düşmanlığı manzumesi.
Yazar kusura bakmasın ama böyle bir erkek de yok. Kendini anlamsız yere önemseyen narsistik bir karakter. Yazar bu olmamış ruhu haklı çıkarmaya çalışıyor, sanki erkeğin her ne koşulda olursa olsun haklı olduğuna öylesine inanmış ki bütün söylemini kadının eksik zekâsı, anlayışsızlığı üzerine kuruyor. Kadını aşağılayan, erkeği aşağıladığının farkında olmayan, evlilik kurumunu tümüyle seksüel bir fayda mekanizmasına indirgeyen bir metin.
Tek güzel tarafı, nadiren duyduğumuz zeki diyalog parçaları ve akıl dolu espriler. Ekibin başarısını görmek üzere izlemelisiniz.


Künye

Yazının Devamını Oku

Büyük bir oyun, fersiz bir yorum: Hamlet

21 Nisan 2013
Hamlet, dünyanın en meşhur oyunu. Shakespeare’in başyapıtı. Bir mucize. Bu prodüksiyonu Cef Tiyatro yapmış. Kemal Başar yönetmiş. Kayda değer, önemsenmesi gereken bir ekip. Oyunun beni heyecanlandıran nadir; hayal kırıklığına uğratan çokça tarafları vardı. Eserin büyüklüğü ve önemi sert bir eleştiriyi zorunlu kılıyor.

Hamlet hem kolay hem de zor bir oyun. Hikâyesini hatırlamayan yoktur: Danimarka prensi Hamlet, babasının ölümüyle yurda döner. Annesi beklemeden alelacele müteveffa kralın erkek kardeşiyle, yani Hamlet’in amcasıyla evlenivermiştir. Bu sürat devletin dirliği, düzeni açısından anlaşılabilir de olsa Hamlet’in içine sinmez. Puslu bir gecede babası bir hayalete dönüşüp Hamlet’e görünür. “Beni annen olacak o kadın ve amcan zehirleyip öldürdü. Git intikamımı al” der. Hamlet bu ateşle yanacak, babasının intikamını almak için planlar yapacak ve hazin bir sonla bitecek olaylar silsilesi böylece başlayacaktır. Oyunun kolay tarafı hikâyesinin ilginçliği, akıcılığı. Shakespeare öyle meraklı bir kurgu yapmış ki kaç yüz yıldır seyirciler oyunu yürekleri hoplaya hoplaya izliyor. Oyunun zorluğu şurada: Başta Hamlet olmak üzere bütün karakterlerin iç dünyaları o denli karmaşıktır ki, eser dipsiz bir kuyu misali derinleştikçe derinleşir. Hamlet deli midir, yoksa numara mı yapmaktadır sorusu bile başlı başına bir yorum zorluğu getirir. Her yorum, başka felsefi problem yaratır. Oyun, şifreleri bozulmuş kilit gibi takır tukur sesler çıkarmaya başlar. Ama yazarın ortaya attığı problemli yapıyı da yok sayarak sahneleyemezsiniz. O zaman da mesela “Bu Hamlet niye bekledi ki bu kadar amcasını öldürmek için” sorusuna yanıt vermeniz beklenir. Hamlet yönetmek büyük ustalık gerektirir.
Kemal Başar aşırı özgür davranmış. İş yorum olmaktan çıkmış, yapı söküm haline gelmiş. İki perdeyi tek perde yapmak, bir sürü laf atmak, hayalet sahnesini kullanmamak, lafların yerlerini değiştirmek sert kararlar. Bence bir yönetmenin bu kadar müdahaleye hakkı yok. Hamlet’te bizi meşgul eden felsefi sorunlara yanıt getirmek şöyle dursun bir sürü başka problemle karşılaşıyoruz. E, onların da çözümü yok bu yorumda. Fazlaca karıştırılmış, cesaretin mantık sınırlarını zorlayan riskler alınmış ve çoğunlukla tutarsız bir yapı ortaya çıkmış.
Biçim olarak da keyif vermedi bana. Lafların aşırı bir gayretle altının çizile çizile aktarılması ve karakterlerin akıllarından geçen veya geçebilecek olan her şeyin büyük mimiklere dökülmesi beni yordu. Bu oyunculuk tarzını sevmiyorum. Eski ve anlamsız buluyorum. Eser klasik diye oyuncular Lawrance Olivier gibi oynamak zorunda mıdır? Hamlet kaç yüzyıldır ayakta çünkü oyun kahramanlarının duygularını seyirciye aktarabiliyor. Zaten Shakespeare mucizesi de bu. Bu versiyonun heyecanlı ve sürükleyici olmadığını, seyirciyi ele geçirmekten uzak olduğunu söylemek zorundayım. Yalın, işlevsel bir dekor vardı. Yüksel (Aymaz), gölgeleri hesap ederek ışık tasarımı yapar. Bu oyunda o büyüyü yaratmaktan çok uzaktı. Rejisör, oyuncular, bütün ekip önemli, değerli insanlar. Esere yaklaşım sorunlu. O sorun çözülmeyince oyunculuklar filan da insanı mutsuz ediyor. Beste (Bereket) değişik bir Ophelia yapmış, karakteri iyice şizoid bir hale sokmuş. Verdiği kararı pek güzel uyguluyor ama bence doğru bir yaklaşım değil. Arda Aydın’ın Hamlet portresi bir karikatür. İzlerken rahatsız oldum. Bilgili, deneyimli bir rejisör, başarılı oyuncular, son derece kıvrak insanlar ve tiyatro tarihinin en sağlam metni. Maalesef olmamış.

Künye
Yazan: William Shakespeare Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu Reji ve dramaturji: Kemal Başar Dekor: Murat Gülmez Kostüm: Berna Yavuz Işık: Yüksel Aymaz Müzik: Can Atilla Oyn: Arda Aydın, Hakkı Ergök, Lale Başar, Beste Bereket, İsmail İncekara, Sertan Müsellim, (Sesiyle) Okan Bayülgen

Yazının Devamını Oku

İlginç bir oyun: Yollu

14 Nisan 2013
Sahne Hal’de seyrettim. Sezonun kayda değer oyunlarından biri.

Son derece cesur bir yazar, son derece etkileyici oyuncular. Maalesef önemli sıkıntıları olan ama kesinlikle önemsenmesi gereken bir çalışma.
İtalyan sanatçı Pippa Bacca beyaz bir gelinlik giydi ve Milano’dan yola çıktı. Bir sürü ülke geçti. Tel Aviv’e gidecekti. Yanına aldığı tek kıyafet yol boyunca birikecek bütün kirlerle üzerinde taşıyacağı o beyaz gelinlikti. Bu son derece manidar sanat eylemi ne yazık ki tamamlanamadı çünkü Pippa Gebze civarında tecavüze uğradı ve boğularak öldürüldü. Ali Ömür Ulusoy sıra dışı sezgileri olan, dikkate değer bir yazar. Pippa’nın hikâyesine ters taraftan bakmış ve onu öldüren kamyoncunun hayatını yazmış. Bu tabii ki kurgusal bir karakter. Oyun cezaevi günleriyle açılıyor. Yazar, bir anti-kahraman olan yolların fatihini sert ve net bir erkeklik söylemi figürü olarak tanıtıyor. Tahmin edilebileceği gibi burada asıl eleştirilen şey o söylemin hunhar ve bayağı yönüdür. Oyunun ilk perdesi gerçekçi ve grafik bir anlatıma sahip ve bu soğuk etki sayesinde maçoluğun zavallı ve sakil doğası bir tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Sonra işler karışıyor. İkinci perdede fantastik sınırlarda dolaşan bir karamizah görüyoruz.
Kamyoncu hapisten çıkıp işsiz ve parasız kalınca bir ilaç şirketinde kobaylık yapmaya başlar. Aldığı haplarla hormonları değişir ve erkekliğini yitirir. Oyunun sevimli sürprizlerini ifşa etmek istemiyorum. Kimliğini fallus üzerinden kurmuş bu saldırgan adamın ‘kadınlaşması’ talihin cilvesi, hatta Allah’ın sopası değilse nedir? Oyun gerçekçi anlatımdan ahir zaman masalına çok zeki manevralarla dönüyor. Ali Ömür, fallik yıkıcılığın peniste değil söylemde oluştuğunu göstermek istemiş.Yazık ki niyetle akıbet uyuşmamış. Hikâyeyi ipek bir halı gibi açmak güzel şey ama bir de toplama faslı var. İşte o pek iyi kotarılamamış. İki saati geçen oyun süresini yetenekli yazar dostumuz bence hiç ekonomik kullanmamış; yapısal önemi olmayan yerlerde çok vakit yitirirken, hikâyenin DNA’sını oluşturacak dönemeçleri dış seslerle aktarmayı tercih etmiş. İlham ve yaratıcılıkla kurduğu iklimi müphem ve etkisiz bir finalle geçiştirivermiş. Zeki Demirkubuz estetiği Otomatik Portakal’a, oradan da Woody Allen’a bağlanmış. Mayası sağlam ama kıvamsız, sallapati bir metin.
Bülent’in usta rejisi sinematografik dinamizmi de kullanıyor. İşi bilmeyen, tiyatronun cömert olanaklarını keşfetmemiş biri beceremez. Herkes çok iyi oynuyor. Çok dişli rakipleri vardı ama Ali ve Bülent, Afife adaylığını gerçekten hak etmişler. Ali iki perdede bir oyuncuya ömür boyu yetecek riskler aldı, alnının akıyla çıktı. Bülent kolaylıkla karikatür olabilecek bir tipten taş gibi bir karakter yarattı. Bunlar kolay işler değil. Belki biraz uzun ama iyi bir oyun.  İçtenlikle öneriyorum.

Künye

Yazan: Ali Ömür Ulusoy Yöneten: Bülent Çolak  Yardımcı Yönetmen: Volkan Keleş Dramaturg: Derya Cumbur Oyuncular: Ali Savaşçı, Bülent Çolak, Serap Matyaş, Volkan Keleş, Çiçek Acar Dış Sesler: Fırat Tanış, Ahmet Kaynak, Ömer Uğur Işık Tasarım: Mustafa Çiçek Kostüm Tasarım: Dilek Kaplan Dekor Tasarım: Ayşe Milli Dekor Uygulama: Muhammed Çon Ses-Efekt: Bülent Taban

Yazının Devamını Oku

Bir Dostoyevski uyarlaması: Suç ve Ceza

7 Nisan 2013
Alternatif tiyatro bolluğu var bu sene. Yabancı Sahne yeni kurulmuş, heyecanlı bir topluluk.

Dostoyevski’nin ölümsüz romanını tiyatroya uyarlamışlar. Böyle iddialı işlere küçük tiyatrolarda pek rastlamıyoruz. Bu yüzden Şişli’deki Sahne Hal’de perde açan bu dinamik ekibin çabasını önemsemek gerek. Yüksek bir başarı çizgisine yaklaşamamış olsalar da ciddi ve tiyatroyla ilgili bir derdi olan insanlar.
Suç ve Ceza malum, dünyanın en büyük romanlarından. Sayfa sayfa okuyan nispeten azdır ama hemen herkes konuyu bilir. 19. yüzyılın sonlarında Petersburg’dayız. Rusya büyük bir toplumsal dönüşüm içinde. Sonu komünist devrimle bitecek çalkantılı yıllar. İmparatorluğun miadını doldurduğunu fark eden entelektüeller, bir boşluk ruhu ve nihilizm gölgesinde çeşitli devrimci akımların tesirinde. Romanda olduğu gibi, Hıristiyanlık ve kilise kurumu da sorgulanmakta. Baş kahramanımız Raskolnikov, bu tekinsiz çağın tipik bir figürü. Üniversiteyi yarım bırakmış. Yoksulluk girdabında. Büyük idealleri de var. Bütün insani kötülükleri barındıran yaşlı bir tefeci kadını öldürüp parasını çalar. Kendince meşru kılar bu hunharlığı: Ölümü hak eden berbat birinin parasıyla idealleri olan duru bir insan hayata bağlanacaktır. Suç bu iken ceza vicdanda oluşur. Raskolnikov derin bir iç hesaplaşmanın içine düşer ve adeta çıldırır. Çaldığı parayı da sokakta tanıştığı sarhoş bir adamın ailesi için harcayıverir. Sarhoş adamın kızı Sonya, inançlı bir Hıristiyandır ama yoksulluk yüzünden fahişe olmuştur. Aralarında garip bir bağ oluşur. Raskolnikov derin iç hesaplaşmaları içinde mahvolacak ve sonunda yakalanacaktır. 
Roman incelikli karakter portreleri ve toplumsal katmanlaşmayı resmeden derin hikâye yapısıyla insan vicdanının bütün boyutlarını efsunlu bir ustalıkla gözler önüne seriyor. Sayısız uyarlaması yapıldı. Bu versiyonda üç oyuncu, altı karakter var. Yönetmen, ruhuna zarar vermeden romanı sadeleştirmeye çalışmış. Romanı okuyanlar için yavan, okumayanlar içinse biraz kafa karıştırıcı bir adaptasyon. Üzülerek söylüyorum, iddiasının oldukça altında. Dostoyevski’nin dünyasını bir sahne büyüsüne çevirebilmek kolay iş değil.
Yine de oyunun güzel çok tarafı var. Eski metin, yeni dramaturji kavramıyla hareket ediyorlar. Muhteşem bir oyunculuktan çok uzaktayız ama karakterlere samimiyetle yaklaşmışlar. Sade ve temiz bir atmosfer kurulmuş. Yaptıkları işi ciddiye alıyorlar. İyi altyapısı olan parlak insanlar. İz bırakan işler yapacaklarına yürekten inanıyorum. Roman karakterlerini sahnede görmek, romanı hatırlamak güzel bir deneyim oldu. Eksiğine gediğine rağmen yine de romanın temel tartışmasını aktarmayı becerdiler. Az şey değil. Oyuna çok yakışan müzikleri besteleyen Burçak Demir, çizgi üstü bir çellist. Dinlemekten keyif duyduk.

KünyeYazan: Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Çeviren: Anzhela Barshchevskaya Uyarlayan-Yöneten: Deniz Şen Hamzaoğlu Oyn.: Ömür Kayakırılmaz, Gülay Say, Deniz Şen Hamzaoğlu Çellist: Burçak Demir

Suç ve Ceza, her perşembe Sahne Hal’de. (212) 274 74 78

Yazının Devamını Oku

Bir Şahika Tekand klasiği: Karanlık Korkusu

31 Mart 2013
Şahika Tekand’ın oyunculuk stüdyosu rekora gidiyor. 15 yıldır aralıksız çalışıyorlar. Nice kalbur üstü oyuncu burada yetişti. Birbirinden etkileyici oyunlar yaptılar.

Türkiye’de ve dünyada ses getiren işler oldu bunlar hep. Karanlık Korkusu da usta işi oyunlardan biri.
Oyun, iç içe geçmiş beş monologdan oluşuyor. Beş kişi yan yana sandalyelerde oturmakta. Birinin üzerine ışık tutulur. Oyuncu ışık yandığı müddetçe konuşur. Işık kimin üzerindeyse onu dinleriz. Başlangıçta bu tekil konuşmalar birbiriyle ilgisiz gibi görünür. Ama bir süre sonra anlarız ki, onları birleştiren derin bir şey vardır. Klasik anlamda bir öykü veya kurgudan bahsetmiyorum. Bu insanları birleştiren şey, felsefi olarak kentli bireyin içinde bulunduğu durum olarak özetlenebilir. Öncelikli olarak bir enformasyon bombardımanıyla yaşıyoruz. Sistemi, hayatı eleştirmek istiyoruz. Kendimizi önemsiyoruz. Ama sistem o denli güçlü ki sözlerimiz bir boş seda olarak kalıveriyor. Bir süre sonra yakındığımız şeyin bizi de değiştirdiğini, bizim de o sistemi üreten bir parça haline geldiğimizi görüyor veya görmüyoruz. Kişiliğimiz ve hareket gücümüz var sanırken çoğunlukla birer kukla gibi kısıtlı kaldığımızı anlıyoruz. Birbirinin laflarını tamamlayan veya bir lafı alıp bambaşka zeminlere çeken oyuncular bize bunu gösteriyor.
Konumuz aslında hatıralar, ümitler, gündelik hayatın sıradan dertleri ve itibar görme arzusu. Bunun insanı nasıl olup da kendi karikatürü haline getirdiğini de ibretle görürüz. Bu beş geveze karakter bu hızlı hayatta artık sözün boş bir lakırdıya, anlamın hatıraya dönüşmüş olduğunu kadife bir tokatla yüzümüze çarpıveriyor.
Karanlık Korkusu, biçim itibariyle kolay özümsenecek bir oyun değil. Kavramsal tiyatroyla pek haşir neşir olmayan, tiyatroda düz ve kronolojik anlatım tarzlarını tercih edenler başta bir miktar dışarıda bırakılmış hissedebilir. Ama çok muzip ve zeki bir iş. Yazarın son derece derin gözlemleri var ve bunları seyircinin gözüne sokmadan müthiş bir dinamizmle sunuyor. Tek bir mesaj alalım, net bir ders çıkaralım derdinde olmayıp kendinizi bıraktığınızda oyun büyük bir tat bırakıyor.
Şahika’nın birçok oyununda benzer öğeler var. Oyuncu bedeni bir oyun coğrafyasına döner. Hayatın anları ile tiyatronun anları birbirinden net olarak ayrılır. Biçim sıra dışıdır ama oyunlarını biçimsel marifet gösterileri olarak sunmaz. Oyuncu dinamiktir. Ardında hummalı bir çalışma yatan muhteşem bir koordinasyon vardır. Karanlık Korkusu, Şahika’nın bu oyun serisinin en iyi örneği. Kendinden başka hiçbir şeye benzemiyor. Bizi bir anlam yolculuğuna, arkeolojisine davet ediyor. Oyuncular nefes kesici. Çok özel bir oyunculuk tarzı var. Bu kadar teknik beceri gerektiren bir oyunda böylesine dakik performans sergilemek her babayiğidin harcı değil. Alkışları gerçekten hak ediyorlar. İncelikli mekân ve ses tasarımı etkileyici. Çok popüler bir iş değil ama bence yılın en iyi oyunlarından.

 

 

Yazının Devamını Oku

Sevilen bir oyun Tanrı

24 Mart 2013
Tanrı, en meşhur oyunlardan biri. Hemen her ülkede amatöründen profesyoneline pek çok kez sahneleniyor.

Eseri Tiyatro Ak’la Kara’da, Kerem Kobanbay rejisiyle izledik. Keyifli birçok an vardı. Güzel sürprizler de gördük. Ama çok başarılı bir işle karşı karşıya değiliz maalesef.         
 
Oyunun hikâyesi çok tatlı, çok sıra dışı. Eski Yunan’da tiyatrodayız. Yazarımız Atina Festivali’ne katılacak; yarışmayı kazanma hayalinde. Başlamış bir oyuna ama sonunu getiremiyor. Saftirik ve başarısız oyuncusu yardım etmeye kalkıyor ama nafile. Çözümler üretip, hikâyeyi bir şöyle bir böyle şekillendirmeye çalıştıkça işler karışıyor. Baktı olacak gibi değil, bir seyirciden yardım istemeye karar veriyor. Doris adlı Manhattanlı seyirci bir anda hop diye bir Antik Yunan komedyasının içine giriveriyor.
 
Woody Allen’ın oyunu absürd, fantastik, uçuk ama sapasağlam. Birbirinin içine geçmiş hikâyeler. Oyun oyun içinde ve hepsinin bir yazarı varsa, hayat oyununu da bir yazan olmalı. Woody Allen, işte bu oyun yazarı analojisiyle Tanrı’yı arıyor. Kader denen şeyin doğasını araştırıyor. Hayatın saçma bir kurgusu olduğunu hatırlatıyor bize. “Eğer bir Tanrı varsa umarım iyi bir mazereti vardır”, Woody Allen’ın en bilinen laflarından. Oyunun meşhur olmasının nedenleri var. Kalabalık ve keyifli bir defa. Tartıştığı konu ilginç. Çok muzip.

Önemli bir oyunu alıp kafanıza göre değiştiremezsiniz. Yapılan şey ne yasal ne etik. Ama Kerem Kobanbay metni büyük değişikliğe uğratmış. Bir sürü laf eklenmiş, çıkartılmış. Olmayan bir sürü öğe eklenmiş. Bu kadar uçuk kaçık fikirleriniz varsa, elinizdeki metin size bu imkânı sağlamıyorsa o metni oynamayın, kendi metninizi yazın. En azından “Filanca eserden yola çıkarak” demek lazım. Yazar ve seyirci haklarına saygı duymalı. Kerem Kobanbay başarılı olabilir ama Woody Allen’dan daha iyi yazar olmadığı kesin. Ortaya çıkan iş, keyifli anlarına rağmen etkileyici olmaktan uzak. Woody Allen’ı adeta kullanan, hatta suiistimal eden bir panayır şamatasından fazla bir şey değil.

Yazının Devamını Oku