Devlet Tiyatrosu’nun iddialı projelerinden biri. Murat Karasu yönetmiş. Prömiyer oyunuydu, koşa koşa gidip izledim. İyi ki de izlemişim. Martin McDonagh çok iyi bir çağdaş yazar. Milyonlarca tiyatrosever gibi ben de hayranıyım. Bu oyunu ülkemizde ikinci kez sergileniyor. İlk prodüksiyonu, aynı zamanda oyunun çevirmeni olan Mehmet Ergen yapmıştı. Çok da başarılıydı. Murat Karasu’nun rejisi de öyle.
Inishmore denen yer İrlanda’da küçücük bir ada. IRA militanlarının ortalığı kasıp kavurduğu yıllardayız. Hem İngiltere’yle hem de birbirleriyle savaşan bir sürü irili ufaklı başka örgüt de var. Oyunumuzun kahramanı Padraic bu pıtrak gibi biten örgütlerden birinin lideri. Adam o kadar tehlikeli ve serdengeçti bir tip ki IRA’ya bile kafa tutar, öz babası dahil hemen herkes adamdan ürker. Padraic göz kırpmadan adam öldürebilir ama uyuşturucu satıcılarına aman vermez. Hayatta en sevdiği varlık babasına emanet ettiği kedisi. Ve kedinin başına bir kaza gelir. Haberi duyan Padraic Inishmore’a geri döner ve hikâye zekice sürprizlerle gelişir. Pusular, aşklar, eşkıya hayranlığı ve şiddetin nasıl olup da bu kadar sıradanlaşabileceği üzerine son derece keskin ve parlak gözlemlere tanık oluruz. Bir davanın virgülü için adam öldürebilen soğukkanlı Padraic’in, kedisine duyduğu içten ve müşfik sevgiyi görürüz. Olanca şiddetin kol gezdiği o coğrafyada bile sevginin tükenmediğini, ancak odağının, şakülünün kaydığını ibretle izleriz. Oyunun konusu, kurgusu, mizahı muhteşem. Yazarın bu kadar sert bir tarihe, bu kadar acıya mizahla yaklaşması dâhice. Biz, başka birçok ulus gibi kendi acılarımıza pek mizahla bakmayız. Mizahın sadece eğlencelik bir şey olmadığını, hele karamizah denen şeyin insan ruhunda gülle gibi etkiler bırakabileceğini pek anımsamayız. Bu neşter gibi kalem sayesinde anımsıyoruz.
Murat Karasu malum, tiyatroda yapmak istediklerini tutarlılıkla ve ustalıkla yapabilen bir sanatçı. Bu oyunda beni rahatsız eden şey şu oldu: Durumun komedisini çıkarmak için fazladan bir gayret vardı. Başta Reha Özcan olmak üzere bütün oyuncular bir sürü mimik kullanıyor, sahnede bir enerji patlaması yaşanıyordu. Bu beni yordu. Yazarın, karamizah damarını bulduğunu düşündüğüm yerden uzaklaştırdı. Metinde asıl komik olan şeyin buz gibi bir doğallıktan, gerçekçilikten kaynaklandığını düşünüyorum çünkü. Asıl ters köşenin bu aşırı gerçek atmosfer olduğuna inanıyorum. Murat ve oyuncu dostlarımız ne yaptığını bilen, yaptığını da gayet iyi yapan insanlar. Demek ki oyuna böyle yaklaşmayı, eseri böyle yorumlamayı tercih etmişler. Seyirci hayal kırıklığına uğramıyor. Prodüksiyon değeri yüksek. Zaten oyun oldukça dolambaçlı, bir sürü aksiyonu, girişi çıkışı, mizanseni olan çetrefilli bir yapıya sahip. Bu karmaşayı pürüzsüz aktarabilmek bile büyük başarı. Karası az mizahı çok ama günün sonunda önemli bir iş. Yorum konusunda benim gibi düşünürsünüz, düşünmezsiniz... Ama gidip görmenizi içtenlikle tavsiye ediyorum.
İki metin arasında çok az fark var ama Marber’ın vurgusu, yorumu farklı. 19. yüzyıl sonunda İsveç’te bir konakta geçen hikâyeyi, İngiltere’ye 1945 yılında bir temmuz gecesine taşımış. Sıkıcı aristokrat değerler içinde hapsolmuş şımarık asilzademiz Bayan Julie, özgün metinde olduğu gibi tehlikeli bir oyun oynar ve evin uşağı/şoförüyle şehvet dolu bir gece geçirir. Her iki oyunda da bir kadının güç ve iktidarla kurduğu eğreti ilişki, sınıflar arasındaki derin uçurum ve ruhları cenderede gibi yaşamak zorunda kalan şaşkın bireylerin hazin öyküsü vardır. Özgün eseri yakın zamanda Tiyatro Boyalı Kuş’tan hayranlıkla izlemiş ve yazmıştım. Bu oyun da son derece güzel.
Alelade bir gece değil. İngiltere’de İşçi Partisi’nin ilk seçim zaferi kutlanıyor. Ülkede büyük reformlar, millileştirme hareketleri ve toplumsal bir dönüşüm başlayacaktır. İronik olan şey şudur: Partinin adı işçi partisidir ama Julie’nin milletvekili olan babası aristokratın önde gidenidir. Julie’nin dünyası bir elitler dünyasıdır. Fakirleri, işçileri tanımaz. Onlara ancak teorik olarak yaklaşabilir. Babasının şoförüyle sevişmesi belki onun nörotik dünyası içinde bir oyun olarak algılanabilir ama toplumsal katmanlar göz önüne alındığında trajik sonuçlar doğurmaması mümkün değildir.
Nilüfer Sanat Tiyatrosu’yla ben de çalıştım. Ülkemizin yüzünü ağartan çok özel bir kurum. Seyircisi, sahneleme olanakları ve tiyatroyu gerçekten önemseyen anlayışı müthiş. Oyunu Mehmet Ergen sahneye koymuş. Çok ince bir yorum. Karakterler incelikle çizilmiş. Evin hizmetçisi ve şoförün yavuklusu rolünde Sultan Ertuğrul çok başarılı. Mehmet bu rolün gerektirdiği ağırlığı yansıtma olanağı vermiş. Hizmetçimiz yaşanan şeyleri kendi pragmatik penceresinden algılıyor. Onun için hayat sevgilisinin sınıf atlama hezeyanını veya matmazelin nörotik şehvet oyunlarını tolere edemeyecek kadar net ve serttir. Hizmetçi gerçek bir işçidir ve hayatta kalmak, başının çaresine bakmak zorundadır. Görmemesi gereken şeyi görmez, duymaması gerkeni duymaz ama kafasında bir plan vardır.
Oyunun dekoru, atmosferi, dengesi, ahengi her şeyi çok başarılı. Bize cinsellik ve toplumsal dönüşümler hakkında kapsamlı bir bakış sağlamakla kalmıyor, bu üç bireyi gerçek birer karakter olarak göstermeyi beceriyor. Son derece yalın, doğal, etkileyici oyunculuk performanslarıyla karşı karşıyayız. Özge’nin biraz daha az nörotik, Teoman’ın biraz daha şaşkın olması gereken anlar vardı. Ama çok etkileyiciydiler. Patrick Marber’ın yazarlık dehasına bir kez daha hayran kaldım. Çok sağlam, yaşadığımız hayata dokunan, izleme zevki veren bu güzel işi herkese önerebilirsiniz.
‘Matmazel Julie’den Esinti’ oyununu 25 Şubat Pazartesi Bursa’daki Nâzım Hikmet Kültür Evi’nde izleyebilirsiniz. (224) 413 67 57
Siyasi tartışmaların dışından baktığımızda gayet bilgili ve deneyimli bir dramaturg olan Hilmi Zafer Şahin’in bu muhteşem kurumun genel sanat yönetmenliğine atanması umut verici bir şeydi. Ama Şehir Tiyatrosu yine bildiğimiz gibi... H.Z. Şahin fark yaratmalı. Bunu yapabileceğine inanıyorum. Genel olarak hem repertuvarda, hem oyunların düzeyinde hem de sunumda dünyadaki rakiplerinden gerideler. Buna çok üzülüyorum. Kadıköy Haldun Taner Sahnesi’nde izlediğimiz Mutfak Söyleşileri bu sevimsiz gerçeğin maalesef iyi bir örneği. Kafası karışık, lezzeti az, dağınık bir oyun.
Mutfak Söyleşileri 1965’te yazılmış ve belli ki o dönemde çok ses getirmiş kısa öykülerden uyarlanmış. Yazan da uyarlayan da İzlandalı. Bu ülkenin edebiyatı ve tiyatrosunu neredeyse hiç bilmeyiz. Bu yüzden ilginç bir deneyim. Ama genel hatlarıyla erken dönem feminist edebiyatının pek de parlak olmayan bir örneği olmaktan ileri gidemeyen bu metin, çağdaş bir oyun yazarı tarafından uyarlanmış da olsa eski ve çağın gerisinde. Gerçeküstü bir dille kadın konumuna ve aile kurumunun saçma taraflarına göndermeler yapıyor. Oyun skeçlerden oluşuyor. Bizde kız alıp kız vermek denen şeye çoğu Batı ülkesinde ‘kızın elini vermek’ denir. Oyunun başında nikâhta gelinin evet deyip gerçekten de elini koparıp verdiğini görüyoruz. Doğal olarak gülmüyoruz. Diğer skeçler de öyle. Skeçlere gülmüyoruz, derin anlamlar da bulmuyoruz. Metnin tamamında belki ince bir eleştiri var ama oyun bizi hiçbir şekilde yakalamıyor. Yeteneğini defalarca kanıtlamış olan arkadaşım Yeşim Koçak bu oyunu iyi yönetememiş. Bütün oyuncular aşırı gayret gösteriyor. Aslında komik olmayan, olsa da komedisi imbiklenmemiş epizodları abartarak oynuyorlar. Aşırı büyüterek bir estetik yaratılabilir tabii ki. Grotesk bir tat bulunabilir. Ama olmamış. Ana hatlarıyla tutarsız bir iş çıkmış. Sahnedeki dostlarımız bilgili, yetenekli insanlar. Sorun burada değil. Sorun bu oyunun neden seçildiği, aslında ne yapılmak istendiği, hayata ve tiyatroya dair nasıl bir duruş sergilediğinin açık olmamasında. En azından ben göremedim.
Oyun, ‘Genç Günler’ bünyesinde oynandıktan sonra repertuvara girmiş. Ana repertuvar için zayıf. Birkaç İzlanda oyunu daha olsa, tematik bir repertuvar oluşturulsa belki bir bütün içinde yeri olabilirdi. Şehir Tiyatrosu artık tematik repertuvarlar oluşturmalı. Ses getiren etkinlikler, yayınlar yapmalı. Tiyatro miktarla değil nitelikle ilgili bir iş.
Mutfak Söyleşileri zayıf bir oyun. Yine de tatlı anları var. Seyirciyi yormuyor. Değişik bir üsluba sahip. İyi niyetle, gayretle yapılmış. Beklentinizi yüksek tutmazsanız sevebilirsiniz. Gişede ve kapıda seyirciye bağırıp çağırma küstahlığını gösteren kaba saba görevlileri önemsemezseniz tabii.
Künye
Yazan Vala Thorsdottir
Bizde bu pahalı ve teşkilatlı prodüksiyonları çoğunlukla Devlet Tiyatrosu, Şehir Tiyatrosu falan yapabiliyor. Sidikli Kasabası Müzikali de öyle. Kocaman bir prodüksiyon. Biraz problemli bir iş, sıkıntılı tarafları var. Yine de enerjisi ve hacmi etkileyici.
Sidikli Kasabası’nın en keyifli tarafı diğer müzikallerde görmeye alışık olduğumuz hikâye yapısını, dünya görüşünü sarakaya alması. Genellikle yalın hikâyelerdir bunlar ve günün sonunda iyiler iyi, kötüler kötüdür. Çoğunlukla mutlu sonla biter. Biraz çocukça bir anlatım tercih edilir. Bu müzikal öyle değil. Dünya öyle değil diyor. Mesajı sert. Sizi andaval yerine koymalarına izin vermeyin diyor. Müzikal formuyla dalga geçiyor.
Hikâye şu: Su o kadar azalmıştır ki, parası olmayan tuvalete bile gidemez. Suyun sahibi zenginlerdir ve kolluk kuvvetlerini kukla gibi kullanıp insanları bezdirerek köleleştirirler. Bir halk mücadelesi arka planında sınıflararası bir aşk öyküsüne tanıklık ederiz. Çeşitli sürprizler ve ters köşeler hikâyeyi zenginleştirir. Bu, çağdaş bir hiciv örneği. İnce bir tarafı var.
Aslında amatör bir grup olarak başladılar, Devlet Tiyatrosu çok yerinde bir iş yaparak oyunu tansfer etti. Ama çok başarılı bir iş olmadı maalesef. Şarkı sözleri çok kötü çevrilmiş, şarkılar şarkıya benzemez olmuş. Oyuncuların çoğu iyi şarkı söyleyemiyor. Yaka mikrofonlarından bangır bangır gelen sesler rahatsız edici. Hangi lafın kimin ağzından çıktığını anlamak imkânsız. Ses miksajı çok kötü çünkü. Oyuncular bir bütün olarak sevimli, enerjik, dinamik ama çoğu amatör; ki zaten de öyleler. Bir feryat figan halindeler. Tatlı ve doğru bir iş ama bir müzikal büyüsü yaratmaktan uzak.
Oyunu seven, beğenen çokça seyirci oldu; bu çok sevindirici bir şey. Ben bu müzikali kaçırılmış bir fırsat olarak gördüm. Tiyatro bütünlüklü bir iş. Bütün, onu oluşturan parçaların toplamından daha büyük bir şeydir. Bu kadar sevimli bir ekip ve DT deneyimi birleşince çok daha iyisi yapılabilirdi. Bu arada DT’nin aylık programları çok sorunlu. İki ay sonrasında nerede ne oyun var, kim oynuyor, göremiyoruz. Dünyadaki diğer saygın tiyatrolar gibi sezonluk, yıllık program yapmalarını beklemek hakkımız.
KÜNYE
Yazan: Greg Kotis Müzik: Mark Hollmann Sözler: Mark Hollmann - Greg Kotis Çeviren: Barış Arman Yönetmen: Oğuz Utku Güneş Oyuncular: Doruk Şengün, Berfu Aydoğan, Barış Arman, Nebi Birgi, Ceren Gündoğdu, Selmin Artemiz, Efe Ünal, Taner Tunçay, Adnan Yiğit, Aslı Zırhlı, Didem Atasoy, Nazlı Uğurtaş.
Sidikli Kasabası’nı 12-17 Şubat’ta Cevahir Salon 1’de. (212) 380 12 38