18 Ekim 2009
Galiba, birileri uyardı... Ve başkan beklenmedik çıkıştan 24 saat sonra bir pişmanlık bülteni yayınladı...
Yanlış anlaşılmasın, oyuna gelip bölünmeyin dedim!
Dün gece merakla İnönü’ye koşanlar iki soruya yanıt aradılar. Demirören’in sözleri, zaten burnundan soluyan tribün kalabalığını nasıl etkileyecekti?
Ve binbir parçaya bölünen grupların Denizli maçındaki öfkesi Kasımpaşa maçına da taşacak mıydı?
Kuşkular boşunaymış... Tribünler uslu uslu oturdu. Bölünüp, parçalanmadan ve o çirkin geceyi bir kez daha yaşatmadan tek yürek Beşiktaş’ı alkışladılar.
¡ ¡ ¡
Beşiktaş, tribünlerden aldığı moralle oynadı. Moral, Beşiktaş’ın iyi oynaması için yeterli miydi, bir bakalım...
1-
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2009
KİMİLERİNE göre, sadece bir formalite maçıydı. Kimileri için her an patlamaya hazır bir bomba.
Rakip Ermenistan’dı...Ve oyunun bir yönü politikaya bulaşmıştı. Nereye adım atsam, bir polis kalabalığına tosluyordum. Sorular ve barikatlar yolumu kesiyordu.
Hele, aklıma Şenes Erzik’in sözleri geldikçe, oturduğum koltuk sanki beni havalara fırlatıyordu...
Türk seyircisi bu maçta Türk futbol tarihinin en büyük sınavını verecek!
Sonuçta, iş dönüp dolaşıp seyirci de kilitleniyordu. Onların davranışları ile bu maç fair-play adına farklı bir boyut kazanacaktı.
Belki, futbolun büyüsü ile iki toplum arasında bir dostluk köprüsünün ilk harcı atılacaktı.
Ve bu gece Fatih Terim veda maçına çıkıyordu. Nasıl uğurlanacağı işin bir de duygusal yönünü gıdıklıyordu.
***
Bunları düşünerek gözlerimi ve kulaklarımı tribünlere kilitledim. Maçtan önce Teksas tribünlerinden uçurulan onlarca güvercinlerin kanat sesleri bizim tribüne kadar geldi.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2009
BU maçı daha değişik ve daha çoşkulu duygularla yazmak isterdim. Belçika maçının sonucunu hiç umursamadan ve Ermenistan karşılaşmasını beklemeden Milli Takımımı Afrika’ya uğurlayabilirdim. Oysa dün geceyi, Belçika maçını bir köşeye iterek ,öncelikle Estonya’nın Bosna’dan alacağı tek puanın rüyaları ile geçirdim.
Kuralar çekildikten sonra milli takımımın bu grupta böylesine hırpalanacağını hiç düşünmemiştim.
Ve Bosna’nın sırtımıza basarak İspanya’nın arkasına kadar tırmanacağını aklıma bile getirmemiştim.
Şimdi gerilere dönüp yaşadığımız yanlışlarla hesaplaşmak istiyorum. Neye yarar...
Klasik bir iki laf. Biraz sızlanma ve döğünme. Sonra bir teknik direktörün üzerine çullanıp kaybolan umutların öfkesi ile vur abalıya...
Hadi dövelim. Ama elime bir sopa almadan önce Terim’in milli takımlar karnesine bakıyorum...
25’i özel 30’u resmi toplam 55 maçın 26’sını kazanmış.16 beraberlik ve 13 yenilgi.
Bu rakamlar, bir yerli hocanın milli takımlarda en fazla maç kazandığı ve en az yenildiği bir dönemin göstergesidir.
Bu karneye bir de Avrupa üçüncülüğünü ekliyorum. Ve döverken, insafı da elden bırakmak istemiyorum.
Öyleyse, nedir bu kara tablo!
* * *
GERİYE dönüp grupta oynadığımız bazı maçları gözden geçiriyorum. Bosna Hersek’i evimizde yenip, deplasmanda berabere kalmışız. Rakamlara dökersek, toplam 6 puanın 4’ünü almışız.Onlara sadece tek puan bırakmışız.
Ve bu takım bizi solluyor!
Dahası var. Bosna’nın iki maçta 9 gol attığı Estonya ile kalkıp bir beraberlik yapıp, bir çuval inciri berbat ediyoruz.
Grupta hiç bir iddia taşımayan Belçika’nın , neredeyse yarısını Ümit takımından oluşturduğu kadrosu ile Kadıköy’de barebere kalıp, iki puanı daha cömertçe harcıyoruz.
İşte, çizdiğimiz berbat grafik bize bu hazin tabloyu hazırlıyor. Düşünüyorum... Bu tablonun suçlusu kim. Sadece Terim mi?
Eğer Terim ise, hemen ipini çekip, yerine yeni bir idamlık mı arıyalım!
* * *
DÜN gece Belçika ile oynarken, kafamda söylediğim gibi grupta oynadığımız diğer maçların görüntüleri vardı.
Bosna Hersek maçının hemen başında attığımız gol. Yediğimiz beraberlik golünden sonra özellikle ikinci yarıda yakaladığımız fırsatlar...
Arda’nın direkten dönen topu. Sercan’ın kaleciye çarptırdığı top. Gökhan Gönül’ün son dakikadaki kafa şutu...
Biri kaleye yuvarlansaydı, dün gece Estonya-Bosna maçını dualar okuyarak mı izlerdik. Estonya’nın alacağı tek puana el açar mıydık. Ve Belçika maçını böyle mi oynardık?
Her neyse, bu tabloyu nasıl değiştirebiliriz. Eğer bir kelle milli takımımı yeni ufuklara götürecekse, isim ve adres belli...
Çekin ipini, kurtulalım!
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2009
BERBAT bir hafta sonuydu. Cumartesi gecesi İnönü Stadı’ndaki ailesi kavgası ve pazar günü Ankara 19 Mayıs Stadı’nda koltuk savaşı. Önce İnönü’deki aile kavgası. Sevgili dostum ve meslektaşım Yemen Ekşioğlu anlatıyor... 150 kişilik bir grup kapalı tribüne dağılıp terör yarattılar.
Üstelik, grubun amacı sanki bir bilmece. Demirören istifa diyene de girişiyorlar... Beşiktaş diye bağırana da.
İşin bir garip yönü, Ekşioğlu kadar beni de şaşırttı... Diyor ki...
150 kişilik gruptan birinin boynunda siyah beyaz bir atkı olmaz mı. Biri kafasında siyah beyaz bir şapka taşımaz mı. Biri siyah beyaz bileklik takmaz mı. İçlerinden biri Beşiktaş forması giymez mi?
Kim bunlar. Beşiktaş’a nasıl sızdılar. Çoluğu- çocuğu, aileleri tekmeleyip tokatlayacak cesareti nereden alıyorlar!
Sahi, kim bunlar. Bir aile meselesini alevlendirip yangına ateşle giden bir terör grubu mu. Yoksa, birileri için çalışan hizmetkarlar mı?
Serseri mi, it- kopuk mu. Kim bunlar?
Beşiktaşlı olmadıkları kesin de niçin kesip biçiyorlar. Tokatlayıp, tekmeliyorlar kestiremiyorum. Sorduklarım da net bir yanıt vermiyor.
Bazıları kıvranıp, lafı bir yerlere getirmeye çalışıyor. Yine de inandırıcı bir şey söyleyemiyorlar.
Ne berbat bir geceydi. Beşiktaş Divan Kurulu Başkanı Yalçın Karadeniz’in sözlerine aynen katılıyorum...
Basın tribününün dışında her yerde kavga vardı. Patagonya’da bile böyle şey görülmemiştir!
Evet görülmemiştir.
Bir başkanın stadına, pardon evine 40 kişilik bir koruma ordusu ile girip-çıkması nerede görülmüştür!
Bu berbat geceyi hiç unutmayacağım.
* * *
YAZDIKÇA sanki inadına azıyorlar. Süper Lig’in her haftasında bir olay maçların üzerine çıkıyor. Daha doğrusu haftanın maçları olayların altında eziliyor.
A.Gücü-G.Saray maçından sonra çıkan koltuk savaşında 36 kişi gözaltına alındı. 3’ü polis 8 kişi yaralandı. Ve bir de kalp krizi geçiren bir taraftar var.
Bunlara alıştık. Diğer haftalarda yazdıklarımdan farklı bir şey değil. Ancak, bir iddia kafama takıldı...
Ankaraspor’un onursal başkanı ve Ankara Belediye Başkanı Sayın Melih Gökçek, maç sonrası Ankaragücü’nün soyunma odasına iniyor.
Ve kazanmanın sevinci ile Ankaragücü futbolcularına coşkulu bir konuşma yapıyor. Ve sözlerinin sonunu şöyle noktalıyor...
Attığımız tüm goller federasyona!
Bu bir iddia. Dilerim, iddianın ötesine geçmez... Eğer doğru ise, yorumu okurlara bırakıyorum. Ve yazıyı burada kesiyorum.
* * *
İKİ hafta öncesine kadar tartışılan bir konu artık şekil değiştirdi. Neydi soru...
İki ezeli rakip F.Bahçe ve G.Saray 10’uncu haftada oynanacak derbiye kadar hiç puan kaybetmeden gelebilir mi?
G.Saray böyle bir şansı Eskişehir maçında yitirdi. F.Bahçe, 8’de 8 ile 10’uncu haftaya koşuyor. Şimdi bir başka soru gündemde...
F.Bahçe, bu hafta Gaziantep deplasmanından da galibiyetle dönerse... Ve 10’uncu haftada Kadıköy’de G.Saray’ı devirirse...
Evet, böyle bir tablo için bakın neler düşünüyorlar?
Kimse dereyi görmeden paçayı sıvamasın diyenler de var...
Ligin 10’uncu haftasında böyle bir soruya yanıt aramak çok erken diyenler de...
Ama farklı düşünenler diyor ki...
F.Bahçe, Gaziantep’den üç puanla dönüp, bir de G.Saray’ı yenerse, aradaki 8 puanın ciddiyeti kulak ardı edilemez!
Hadi ben, bu kişilerin dilinin altındaki, yani söylemek isteyip de söyleyemedikleri gerçeği haykırayım...
Böyle bir durumda, G.Saray bir daha Fener’i yakalayamaz!
Onlar böyle düşünüyor. Bir de siz kendinizi yoklayın. Ne dersiniz...
Şimdiden coşkusunu- heyecanını yitirmiş bir lig izlemek ne çekilmez bir iş. Değil mi?
* * *
RİJKAARD, maç sonrası gidip Hikmet Karaman’ı tebrik etmiş. Doğrusunu yapmış. Oyunun her bölümünde Hikmet Karaman’ın izleri vardı.
Bilemiyorum, eğer Keita oynasaydı, Hikmet Hoca’nın planı böylesine cuk diye oturur muydu?
Laf aramızda, Keita’sız G.Saray hiç tat vermedi. Keita’nın coşkulu oyunu, çizgi üzerindeki akrobatik çalımları, içe kaçarak yarattığı verkaçlar G.Saray’ın oyun temposuna hız ve çabukluk getiriyordu.
Onun yokluğunda G.Saray’ın rengi soldu. Değil mi?
* * *
DİYORLAR ki... Alex bir başka takımda oynasaydı, ligin sıralaması nasıl olurdu.
Bana göre, değişirdi.
Yalnız ekleyeceğim bir şey var. G.Birliği maçını gözlerinizde bir canlandırın.
Emre’nin varlığı ile artık F.Bahçe’de bazı şeyler değişiyor. G.Birliği maçını gözlerinizde canlandırın. Alex de Souza, Emre ile daha rahat ve daha etkili. Bazı bölgeleri ona emanet etti. Gerektiği anda ortaya çıkarak işi bitirdi.
Lütfen, Alex’i konuşurken Emre Belözoğlu’nu atlamayalım!
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2009
HEP koşarak gittiğim İnönü Stadı’na, adımlarım bu kez beni zorlukla taşıdı. Maç hiç aklımda değildi. Beşiktaş’ın oynayacağı oyunu da hiç umursamıyordum. Yüreğim korku ile doluydu. Düşündükçe bir ürperti rüzgarının içinde yuvarlanıyordum. Huzursuz ve keyifsiz bir bekleyiş içindeydim... Tribünlerin Beşiktaş’a takınacağı tavır aklıma bir bıçak gibi saplanıyordu. Başkan Demirören’e atılacak bir sloganın ateşi henüz sönmeyen yangını daha da körükleyeceğini düşünüyordum.
Bu şiddet, protokol tribününde başkanın çevresinde bir fedai çemberi! oluşturan yönetim üyelerini de ayağa fırlatabilirdi. Hatta, ufak bir kıvılcım, Mustafa Denizli’yi de bir yerlerinden yakalayabilirdi. Yalanım yok... Daha da kötüsünü düşünüyordum.
Dumanlar arasında seçmekte zorluklar çektiğim yarım asırlık dostum İnönü Stadı’nın cayır cayır yandığını gözlerimde canlandırıyordum.
Sanki, biraz sonra patlayacak bir savaşın ürpertici manzaraları şimdiden kafamı ve benliğimi sarmıştı. Gülemsedim ve kendi kendime söylendim...
Burası İnönü. Buradan çıkış yok!
* * *
KORKULARIM belki şiddete dönüşmedi. Ancak, tribünlerin attığı sloganlar bir tokat veya bir yumruktan daha yıkıcıydı.
Yeter artık Demirören yeter!
Ve hemen ardından birilerini ipe çağıran bir başka slogan...
Yönetim istifa, yönetim istifa!
Kulaklarım tribünlerin sesindeydi. Gözlerim ise zaman zaman sahaya kayıyordu. İlk 5 dakikada Nobre ve Serdar Özkan’ın kaçırdığı iki fırsata akıl erdiremedim. Birini atsalar, tribünler şöyle bir havalansa... Belki, öfkenin hızı kesilecek. Kesilse ne yazar. Gördüğüm manzaraya inanamıyorum. Tribünler ikiye ayrılmış... Bir grup Beşiktaş’ı alkışlamaya çabalıyor. Bir başka grup ıslıklarla boğuyor alkışları.
Sanki, iki başlı bir Beşiktaş. Hani, birlik-beraberlik. Nerede sevgi-saygı.
Ve nerelerde Beşiktaşlı duruşu!
Tüm değerler paramparça. Tribünler paramparça. Hangi Beşiktaşlı bu manzaraya dayanır?
* * *
YAHU, Rüştü’yü eline veya ayağına gelen her topta niye ıslıklarsın. Koca takımın attığı gol sayısı bir elin beş parmağını geçmiyor. Sen, yiyeni dövmeye kalkıyorsun. Moskova’daki iki golün faturasını başkalarını ıskalayıp ona kesiyorsun. Acaba, üç yıldır Beşiktaş forması giyen bu adamın yüreğinden hala şüphe mi duyuyorsun. Her neyse, sadece sormak istiyorum. Tabata’nın golünden sonra Rüştü’nün kurtardığı bir pozisyon var...
Alkışlamak için ellerini havaya kaldırdığın zaman hiç utanmadın mı! Ve golün atıldığı dakika... O ana kadar iki başlı tribünler nasıl havalara sıçrayıp, birbirini kucakladı. Eller, alkışlar nasıl Beşiktaş için kenetlendi. Sonra yine aynı terane ve aynı sloganlar...
Yönetim, Beşiktaş’ı rezil ettin! Ve daha sonra yine Rüştü’ye sataşmalar ve tribünde birbirini kovalayan gruplar.
Ben, hiçbir gece İnönü’de Beşiktaş’ı bu kadar çirkin görmedim.
Beşiktaş kongrede halledeceği aile meselesini, İnönü’de tartışmaya kalktı...
Yüzüne gözüne bulaştırdı!
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2009
MUSTAFA Denizli‘nin Moskova’nın soğuğunda CSKA’nın önüne attığı onbirin amacını uzun uzadıya düşündüm. Kağıt üzerinde korkulara kafa tutacak, rakibe evinde diklenecek ve tek puanın ötesinde farklı hedeflere kanat açacak bir kadro izlenimi veriyordu.
Yine de gözüm pek tutmadı bu kadroyu. Sanki bir yerleri sırıtıyor ve takım bütünlüğünü bozuyordu. Üstelik bu kadroda bilmem kaç milyon liraya alınan Tabata oynamıyordu. Fink’in adı bile geçmiyordu.
Yahu, bu adamların transferindeki amaç, Avrupa semalarında kanat açacak Kartal’a yakışır bir kadro oluşturmak değil miydi?
Lütfen, birileri kalkıp da, yokları bir sistem veya taktiğin gereği gibi gösterip, akıl hocalığına soyunmasın.
Oynayanları da gereğinden fazla abartıp, Beşiktaş’ı kadro zengini gibi sunmasın. Oyunun ilk 12 dakikasında rakibin 6 şut ve bir golüne karşın, sadece tek şut atabiliyorsa...
Ve ilk yarıda bu rakamlar 11’e karşı 5 gibi cılız bir düzeyde kalıyorsa... Bu kadronun öyle ahım-şahım bir özelliği olmayan CSKA karşısında nasıl oynadığını bir düşünün...
İlk yarı biterken, oyunun geri kalan bölümleri için hiç bir umudum kalmamıştı. Topu sahiplenmekte zorlanan. İki pası biraraya getirmeyi beceremeyen. Ve Holosko ile yakaladığı tek pozisyonu da yüzüne gözüne bulaştıran bu takımı ancak bir mucize maç öncesi düşlerine götürebilirdi...
* * *
HEMEN Rüştü‘nün oyunun başında yediği gole döneceğim. O anda sanki, oyunun dışında ve oyunla hiç ilgisi olmayan herhangi biriydi Rüştü...
Kale çizgisinin üç-dört metre önünde oyunu umursamaz gözlerle izliyordu. Şutun ayaktan çıktığı anda pozisyona hazır değildi.
Bu gol de kötü oyuna tuz-biber oldu!
Seyrettikçe, herkes gibi kahroldum. Kötü de oynasa, Beşiktaş bu takımdan puan almalıydı. Hatalı gol de yese, bu golün karşılığını vermeliydi. Ancak, gördüklerim hemen umudumu kırıyordu. Nihat Kahveci, kalitesinden bir-kaç örnek sunmalıydı. Tello, oyunu çekip çevirmeliydi. Aynı şeyleri Yusuf Şimşek için söylüyorum. Ben bunları düşünürken, Nihat Kahveci’nin kaçırdığı pozisyona ne diyeyim...
Koca bir ayıp. Evet ayıp!
Hadi, bunları geçiyorum. Beşiktaş’ın yediği ikinci goldeki ayıba ne diyeyim. Krasic ayağına aldığı topu en azından 30-35 metre sürdü. Ceza sahasına girdi. Kaleye yaklaştı...
O ana kadar tek müdahale görmedi. Hatta, bir vücut teması bile olmadı. Ve attı şutunu. Top, Rüştü’nün koltuk altından ağlara gitti.
Bu golleri yiyen bir takım nasıl kazanabilir!
* * *
BU yenilgiden sonra Beşiktaş için kim iyimser düşünebilir. Kim, Şampiyonlar Ligi’ndeki varlığını sürdüreceğini söyleyebilir.
Hepsi bir kenara, kim UEFA Kupası umudundan sözedebilir. Yenilmek, her takım için geçerlidir. Ancak, CSKA gibi vasatı aşmayan bir takıma teslim bayrağı açmak, gerçekten gücüme gidiyor.
Dikkat edin, yenilmek demiyorum, teslim bayrağı açmak gücüme gidiyor.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2009
YER: Antalya Atatürk Stadı. <br><br>Kırmızı bir koltuk havada bir tur atıp, kulübedeki Cemil’in kafasına indi. F.Bahçe’nin genç malzemecisi yere kapaklandı ve kıvranmaya başladı. Suçu mu?
Suçu yoktu, sadece öfkeden payına düşeni aldı.
Daha sonra Başkan Aziz Yıldırım’ı yerinden hoplatan küfürler dizisi. Ve yöneticiler arasında karşılıklı suçlamalar...
Küfür önce sizlerden geldi!
YER: Bursa Atatürk Stadı. Bursaspor-Diyarbakırspor maçında iki takım taraftarları arasında çıkan kavganın faturası tüyler ürpertici...
İkisi çocuk, 10 yaralı ve 10 gözaltı!
Sonra yine aynı terane. Karşılıklı suçlamalar, tehditler, hır-gür...
Ve Diyarbakırspor Başkanı Çetin Sümer’in olayları farklı bir boyuta taşıyan demeci...
Nereye gitsek, nerede oynasak PKK’lı gibi gösteriliyoruz. Ligden çekileceğiz.
Daha sonra Bursaspor Başkanı İbrahim Yazıcı’nın yoruma açık bir beyanatı...
Olayları onaylamıyoruz. Ancak, Diyarbakır-F.Bahçe maçında daha büyük olaylar meydana geldi. Ve unutulup gitti.
YER: Gayrettepe.
G.Saraylı bir grup taraftar, Eskişehirspor’u Sürmeli Otel’den Ali Sami Yen’e taşıyacak 4 otobüsün camlarını yerle bir etti.
Allah’tan içeride kimse yok!
YER: Ali Sami Yen Stadı.
Maçtan sonra Eskişehirsporlu Serdar’ın üçlü çektirmesi G.Saray taraftarını kızdırdı. Ve iki takım tribünleri arasında yükselen tansiyon emniyet güçlerinin çabası ile düştü.
Süper Lig’in henüz 7.haftası oynanırken bu öfke ve şiddetin anlamı nedir?
Kaybedilen bir-iki puanın öfkesi mi. Yoksa kültürel bir zaafiyet mi. Ya da ekonomik sıkıntıların deşarjı mı...
Fanatizmin koyuluğu mu. Maçlara bedava girenlerin yönetimlere bedel ödeme şekli mi...
Nedir bu şiddetin anlamı?
Her şeyi birbirine karıştırıyorum. Yine de gördüklerim ve yaşadıklarım beni başka bir yerlere götürüyor, çekiyor. Diyorum ki...
Terör, süratle Süper Lig’e yerleşiyor. Ve tribünlerin duygularını azdırıp amaçladığı ortamı yaratıyor.
Üstelik, kimlerin damarına basacağını, kimlere sataşacağını öyle iyi biliyor ki...
Bazıları buna hala sevimli bir mazeret üretebiliyor. İstatistiklerin tırmanan rakamlarına karşın buna hala renk aşkı diyebiliyor.
Renk aşkı mı?
Eskidendi o. Eskidendi o pırıl pırıl aşklar.
Lütfen romantizmi bırakın. Bu işe hep birlikte bir çare arayalım...
Süper Lig’in başı dertte!
* * *
HAFTANIN maçı G.Saray-Eskişehirspor arasında oynandı. Gözler ve heyecan dalgası ister istemez Ali Sami Yen’e kaydı.
Ve sonuç, ilk kez Rijkaard’ı hafif yollu eleştri çukuruna yuvarladı. Genelde eleştiriler, klasik taktiğin bu kez işe yaramadığı görüşünde birleşiyordu.
Yani, sıkıştığın zaman hücum adamlarını değiştir. Ve skoru zorla!
Peki, Nonda’yı alıp Baros’u oyuna sokmadı mı?
Soktu ama 74.dakikaya kadar Baros kenarda bekliyordu.
Ve yine eleştirilere göre...
G.Saray, Ali Sami Yen’de oynuyorsa. Hele hele gole gereksinim duyuyorsa...
Mutlaka çift santrforla oynamalı.
Yani, Rijkaard bir yolunu bulup, Baros ile Nonda’yı yan yana getirmeliydi.
Başka?
G.Saray’ın pas trafiğinde sıkıntılar çektiği dakikalarda Ayhan’ı oyuna almalıydı. Mustafa Sarp veya Mehmet Topal’dan biri ile değiştirmeliydi.
Ve hafif yollu birkaç dokundurma daha....
Rıza Çalımbay’a gelince, o eleştirileri baştan aldı. Eleştirenler daha sonra Rıza Hoca’yı kutlamak için sıraya girdi. Ne dediler?
Ali Sami Yen’e 3 santrfor artı bir forvetle çıkılır mı?
Bu bir fantazi mi, yoksa bir sistemin gereği miydi, bilemem. Ancak, beraberlik golünden sonra hücum adamlarını 1’e indirip, oyuna 3 orta saha adamı alması, planının bir parçasıydı.
Bu da tuttu.
Yani, planını oyunun gidişatına göre ayarladı ve Ali Sami Yen’den puan çıkardı. Her babayiğidin harcı değil!
* * *
SERİYİ kimin bozacağı tartışılırken, Christoph Daum’un F.Bahçe’ye iyi futbol oynatmadığı her fırsatta gündeme geliyordu.
Ne oldu?
Rijkaard kazaya uğradı, Daum yeni bir seri peşinde.
Peki F.Bahçe, Antalya’da iyi mi oynadı?
Şöyle söyleyeyim.
İki gol atan. 3 topu direkten dönen. Güiza’nın ayağından iki net pozisyonu harcayan. Bir penaltısı tartışılan. Ve deplasmanda kazanan bir takım sizlerde nasıl bir görünüm yaratır.
Eh, iyi bir görünüm bırakır.
Hayır, iyi oynamadığı söyleniyor.
Peki nasıl kazandı?
Alex’in varlığı ve yaratıcılığı işi bitirdi.
Alex bir yerde stop ederse?
Göreceksiniz. O zaman da Daum devreye girecek. Hesaplarını hep puan üzerine yaparak işi götürecek. O, Türkiye liglerini en iyi okuyan yabancı adam!
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2009
BİR bayram böyle zehir olur. Kayseri yenilgisi, tribünlerin isyanı... Başkana istifa çağrısı. Mustafa Denizli’nin resti. Ve Levent Erdoğan’ın tuz-biber eken sözleri...
Oysa, bugünleri coşku ile kutlamalıydı Beşiktaş. Eline tutuşturulan fikstür, onu 6. haftaya lider getirebilirdi.
Beşiktaş, bunun değerini bilemedi!
Şimdi kurtulmanın yollarını arıyor. Kurtulur mu, daha da beter mi olur, bir şey söyleyemem. Bilenin de alnını karışlarım.
Şu anda Beşiktaş’ın geleceğini kimse kestiremez. Sadece önümüzdeki 3 haftanın fikstür kolaylığı Beşiktaş’a yapmacık bir huzur getirebilir.
Ligden düşen Ankaraspor ve ardından iç sahada oynayacağı Denizli ve Kasımpaşa maçlarından toplayacağı 9 puan...
Biraz olsun tribünlerden yükselen sesin volümünü düşürür. Ve sevgili Levent Erdoğan’ın diline bir parmak bal gibi gelir.
Gerisi Allah kerim...
Haa... Bir de araya giren CSKA Moskova Şampiyonlar Ligi maçından alınacak üç puanın yaratacağı ortamı düşünün. İşte o zaman belki yırtar.
Yazının Devamını Oku