20 Eylül 2009
BEŞİKTAŞ 11’ini baştan aşağı bir nefeste okudum. Sonra bir daha... Neresinden okursan ve bakarsan bak tek mesaj veriyordu. <br><br>Hücum ve kayıtsız şartsız galibiyet! Sağıma soluma kulak kabarttım, ilk 11’de herkes hemfikirdi. Bobo ile Nobre’yi forvette görenler... Tello’yu ilk 11’de okuyanlar Denizli’nin 11’ine bastılar okeyi.
Sadece bir ismin tartışıldığını duydum. Savunmanın sağındaki İbrahim Kaş polemiğe açıktı.
Tribünlerin okeyini alan bu kadro sahada neler yaptı bir bakalım...
Oynadığı oyun inandırıcı değildi. Ceza sahasına kadar taşıdıkları topları pozisyon ile tamamlama becerisini gösteremediler.
İlk 45 dakikada Kayserispor kalecisi Souleymanou’nun bir kez yere yattığını gördüm. Diğer şutların hepsi karavana...
Bobo ile Nobre’nin isimlerini okurken, onları çift santrfor gibi düşündüm. Oyun başladıktan sonra Bobo’nun, Nobre’den uzaklaşmasına ve sol çizgiye kaçmasına bir anlam veremedim.
Bu bir sistem gereği miydi... Zannetmiyorum, solda Tello oynuyordu. Bobo’nunki belki de işgüzarlıktı!
Beşiktaş, genelde ayağa ve çok pasla oynamayı denedi. Ancak, gereğinden fazlası bir farklılık getirmedi Beşiktaş’a.
Bunu daha çabuk yapsalar ve rakip ceza alanına daha çabuk gelselerdi yararını görürlerdi.
* * *
TABATA’yı bir kez daha dikkatle izledim. Kesinlikle 10 numaranın özelliklerini taşımıyor.
Kaç numara diye sorarsanız, bir numara da söyleyemem. Çıkarken ıslıklandığını hatırlatayım, numarayı siz verin.
Beşiktaş’ın yediği gol, ağır çekim bir film gibiydi. Makukula golü attı, Beşiktaş savunması topluca seyretti. Sanki, Makukula bir aktör savunma ailesi de sinemadaki seyirciydi.
Golden sonra oyuna Nihat Kahveci ve Fink girdi. Bu değişikliğin neler getireceğini merakla bekledim. Gol sancıları ile kıvranan ve ceza sahasına girmekte zorlanan Beşiktaş’ın takınacağı tavır kaderini belirleyecekti. Belki de kepenk indirecek, zirve ile bağlarını koparacaktı.
Bu dakikalarda seyircinin takımına sarılışını... Şarkılarla ve coşkuyla Beşiktaş’ı nasıl ateşlediğini gördüm. Ve tribünlerden yükselen bu sesin bir süre sonra nasıl umutsuzluğa kapılıp kısıldığına tanık oldum.
* * *
BŞİKTAŞ, sezonun en kötü oyunlarından birini oynadı. Yapmak istediğini hiç anlamadım. Uyuşuk temposunu, farklı ve etkili çizgiye taşıyamadı.
Hadi, Beşiktaş uyur-gezer gibiydi... Bünyamin Gezer, bu tempoya neden uydu. Bunu da çözemedim. O da Kayserispor’un zaman geçirmek için oynadığı oyunu uykulu gözlerle seyretti!
Lafı boşuna uzatıyorum Beşiktaş dün geceki yenilgisi ile zirveyle bağlarını koparttı. Daha da acısını söyleyeceğim... Şampiyonluk umutlarını ve hevesini dün gece İnönü’ye gömdü.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2009
AYNI heves ve umutla koştular İnönü Stadı’na. Sayıları 30 bine ulaşıyordu. Ve unutmak istiyorlardı... Belediye maçını, Gaziantep ve Gençler’e kaptırılan puanları... Hele hele derbide yaşadıkları şoku...
Ve geride kalan enkaza bir daha dönüp bakmayacakları mucize bir sonuç bekliyorlardı Manchester maçında.
Rakip, oyunu ağırdan aldı. Beşiktaş’ı ürkütmeden açığını kolladı. Bu da Beşitaş’ın işine geldi. Rakibin gücü ve şöhretinden üzerine çöken ve ayaklarına vuran stresten kurtuldu.
İlk 45 dakikada iki adamları Beşiktaş’ı uğraştırdı. Sağ kulvarda Antonio Valencia... Ve solda 17 numaralı Nani. Ben Wayne Rooney’e kilitlenmiştim. Bir süre sonra herkes gibi gözlerim Valencia’ya kaydı. Adam kara bir bela. Deli İbo yinede iyi boğuştu. Rooney, Sivok ile Ferrari’nin arasında kayboldu.
İlk 45 dakikada Beşiktaş’ın hücum hevesi, rakibin daralttığı alanda etkinliğini yitirdi. Ardı ardına attığı üç korner... Ve Serdar Özkan’ın rakibe çarpıp yön değiştiren şutu, tribünlere sunulan kısa bir heyecan dalgasıydı.
Beşiktaş, ikinci yarıda oyuna ısında. Stres kayboldu, ayaklar işlemeye başladı ve korkularından kurtuldu. Mustafa Denizli’nin bu bölümde oyuna Yusuf Şimşek’i alması da özgüven patlamasının sahaya yansımasıydı.
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2009
MUSTAFA Denizli derbiye beklenmedik bir onbirle çıktı. Holosko, Bobo ve Nobre kulübede... Yol yorgunu Tello kadroda bile yok. Klasik ikiliden Fink de kızakta. Ernst’in yanında Ekrem Dağ oynuyor ve sürekli Arda Turan’ı kovalıyordu.
Birara düşündüm. Denizli’nin sahaya sürdüğü onbir bir sistemin gereği miydi... Yoksa, hocanın güvendiği ve inandığı isimlerden oluşan bir topluluk mu?
Her şeyi zamana bıraktım. Böyle bir sorunun yanıtını oyunun ilerleyen dakikalarında bulabilirdim. Oyun başladıktan sonra Yusuf Şimşek’in sol kanatta nasıl sırıttığını... Sağ kanatta Serdar Özkan’ın çırpınışlarını... Ve santrforda Nihat Kahveci’nin kayboluşunu kolayca gördüm.
Beşiktaş, hücuma çıkarken zorlanıyordu. Oyunu yönlendirecek, Beşiktaş’ı rakip kaleye koşturacak bir ağır abinin yokluğunu hissediyordu.
Tabata mı? Yok, ilk 45 dakikada 10 numara gibi görünmedi. Çalıştı-çabaladı. Ama görebildiğim kadar 10 numara biraz bol geldi.
Galatasaraylı Keita’nın iki hareketini ve Kewell’a yarattığı iki pozisyonu gördükten sonra, aklıma yine Holosko geldi.
Oynasaydı, Keita’nın Galatasaray tribünlerine taşıdığı heyecanın benzerini, o da bir avuç Beşiktaş taraftarına tattırırdı.
* * *
DENİZLİ, ikinci yarıda Tabata ve Nihat Kahveci’yi kenara çekti. Bobo ile Fink’i aldı. Bu değişiklik Ekrem Dağ’ı boşta ve özgür bıraktı. Fink, Arda’nın üzerinde oynamaya başladı. Ekrem Dağ da Ernst ile hücuma koştu.
Serdar Özkan’ın yakaladığı üç pozisyon oyundaki skor ve dengeleri değiştirmek için bulunmaz birer fırsattı.
İlk iki pozisyondaki ağır ve hantal davranışları gençliğine hiç yakışmadı Serdar Özkan’ın. Diğer pozisyonda ise her hareketi akıllıca ve çabuktu.
Biraz da şansı yaver gitseydi!
Beşiktaş, ikinci yarıda oyunu Galatasaray yarı alanına yıktı. Ancak, yediği beklenmedik gol umutları bir anda kırdı.
Holosko’nun oyuna girdiği anda dakikalar 69’u gösteriyordu… Biraz geç değil mi Hocam?
Düşündüğümü söyleyeceğim. Mustafa Hoca bu derbide oynattığı iki adamı gerektiği gibi kullanamadı.
Daha doğrusu, derbiye sürdüğü onbirde iki adama eziyet çektirdi. Biri sol kulvara hapsettiği Yusuf Şimşek.
Diğeri de orta sahada Arda Turan’ın peşinden koşturduğu Ekrem Dağ.
* * *
Derbiyi izledikten sonra yazımın başında aradığım sorunun yanıtını kolayca yakaladım.
Bu kadro bir sistemi uygulayacak özellikte değildi. Ve derbinin yükünü ve ağırlığını kaldıramazdı.
Yine de şunu söyleyebilirim. Yediği üç golde de hatalıydı. Böylesine kolay goller yiyen bir Beşiktaş’ın da derbi kazanması beklenemezdi.
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2009
SANKİ sihirli bir el Milli Takımımı oyundan koparıp aldı. O, bir-kaç dakikalık çoşku ve hemen ardından gelen nefis bir gol ağızımıza çalınan bir parmak baldı. Sonra oyundan düştük. Ve korku dolu dakikalar yüreğimizi sardı. Her an hata yapabilecek bir savunma seti. Birbirinden kopuk ve yardımlaşmadan yoksun bir orta saha.
Hücum mu, hak getire... İleride Semih Şentürk gerisi kayıplarda. Bosna yarı alanına ziyaretimiz sanki senede bir gün... O da ağır ve ritimsiz adımlarla.
* * *
İlk 45 dakikaya bunca hatalı pası nasıl sığdırdık anlayamadım. Ve her hatalı pas kalemizde bir tehlike bombası gibi patladı.
Bu dakikalarda bazı isimlerin devreye girmesini bekledim. Sarı karttan sonra Emre Belözoğlu’nun kafası bozuldu, temposu düştü.
Tuncay Şanlı, ilk golden sonra kayboldu. Arda, yeteneklerini kullanacak bölgelerin hep dışında kaldı. Hakan Balta’ya yardıma koşmaktan, hücuma katılacak dermanı kalmadı.
Çok kötü bir ilk yarı oynadık. Üstelik erken bir golle öne geçtiğimiz oyunda moral gibi önemli bir değeri hiç kullanamadık.
* * *
BİR ara düşündüm. Bu Milli Takım’ın iyi oynayacağı dakikalar da gelecekti. En azından kimliğinde saklı bazı özellikleri ile varlığını hissettirecekti.
İkinci yarıya başlarken iki değişiklik geldi. Sol kanatta İsmail Köybaşı ve hücumda Sercan Yıldırım.
Çabuk ve hareketli bir temponun Bosna savunmasını nasıl bozduğunu ikinci yarının hemen başında gördüm.
Yanarım, Sercan Yıldırım’ın kaçırdığı fırsata!
Birden hareketlendi, çalımlarla pozisyona girdi. Ancak, gerektiği gibi vuramadı. Bu pozisyonun bir kaç benzerini tekrarlıyabilsek, neler olmazdı ki...
* * *
Yine de oyunun final bölümünde ilk yarıya oranla daha farklıydık. En azından ayağa fırladığımız bir-kaç pozisyon vardı.
Hele, son dakikalarda bomboş pozisyonda Gökhan Gönül’ün kafasına gelen top, sanki kazanmamız için milli takımımıza sunulmuş bir armağandı.
Beceremedi Gökhan Gönül!
Ve biraz sonra Arda Turan’ın direkten dönen vuruşu...
Bu da yüreğimize saplanan şansız bir şuttu!
Sonuç mu... 1-1’lik skorla tüm hayallerimiz uçup gitti. Benim üzüntüm başka. Milli Takımım nasıl Bosna Hersek gibi bir takımın 4 puan gerisinde kalır.
Bunu yediremiyorum!
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2009
FATİH Terim’in maç öncesi söylemlerini aklımdan hiç çıkarmadım. Basın toplantısındaki her kelimesinin karşılığını sahadaki Milli Takımım’da aradım. Futbolcuları için, “Duygulu, zeki ve coşkulu” diyordu Terim... Erken yediğimiz gol sonrası oyunu Estonya yarı alanına yıkarken, kazanma duygularının nasıl köpürdüğünü dakika dakika izledim.
Ve zaman zaman doruğa ulaşan duygu selinde akıl ve zeka dolu iki golün atılışına tanık oldum...
İkisi de zeka ürünüydü. Ve ender görülen güzelliklerle donatılmıştı. Beraberlik golümüzde Hakan Balta-Emre-Arda-Tuncay dörtlüsünün yarattığı nefis bir kanat kombinasyonu...
Ve ikinci golümüzde Arda’nın yoktan yarattığı bir pozisyonda Sercan’ın, boşta kalan topu bir tilki kurnazlığı ile kovalaması...
Her biri zeki çocukların becereceği işlerdi. Aferin sizlere!
Yine dönüyorum Terim’in basın toplantısındaki sözlerine...
“Presle başlayacağız. Baskılı oynayacağız. Rakibe şans tanımıyacağız...” diyordu. Erken yediğimiz golün dışında, söylenenin herbirini gerçekleştirdi milliler.
Gol sonrası prese başladık. Baskı yaparak oyunu rakip kaleye yıktık ve ilk yarı sonuna dek hiç pozisyon şansı vermedik Estonya’ya...
Soyunma odasına doğru yönelen millilere şöyle bir baktım... Emre akıllı ve etkili bir oyun sergilemişti. Arda şahaneydi, Tuncay hırs küpüydü.
* * *
ŞU kolay ve beklenmedik anlarda yediğimiz goller hesaplarımızı hep alt üst ediyor. Yediğimiz ilk gol tamamen bir savunma hatasıydı.
İkinci yarının hemen başında gelen beraberlik golü ise, şansın Estonya’ya göz kırptığı bir andı. O topun Servet’e çarpıp kaleye yuvarlanacağı kimin aklına gelirdi?
Benim aklım ise, yine Terim’in sözlerine takılmıştı... Ne diyordu..?
“Sırtımız yere gelmeden pes etmek yok!”
Ve golden sonra geçen dakikalar ilk yarıdaki görüntülerin bir benzeriydi. Hatta bir kopyası...
Yine oyunu rakip yarı alana yıktık. Arda’nın müthiş performansı hep sürüp gitti. Emre yine iyiydi. Tuncay’ın hırsı gittikçe arttı. Ve devreye Hamit de girince, pozisyon sayımız ikiye katladı.
Ben, dönüp dolaşıp lafı Arda’ya getireceğim... Ve hiç çekinmeden bu performansı ile dünyanın en sayılı futbolcuları arasında göstereceğim Arda’yı...
Hatta bırakın biraz şımarayım; onun ismini listenin ilk 10’u arasına sokacağım.
* * *
ŞİMDİ gelin işi toparlayıp, bir soruya birlikte yanıt arayalım. Bu takım Bosna’da ne yapar?
Ben yine Terim’in bir sözünden yola çıkacağım. Diyor ki; “Türk insanı uçurumun kenarında yürümeye alışkındır. Biz ne uçurumların kenarından döndük!”
Doğru, ne uçurumların kenarından döndük. Son dakika golleriyle ne maçlar aldık... Ve ne sevinçler yaşadık. Aynı sevinci Bosna’da da yaşamak için ne yapmamız gerekiyorsa hepsini yapacağız. Orta sahadaki bazı arızaları gidererek ve orta saha-savunma bütünleşmesindeki yardımlaşma noksanlığını düzelterek bu işin üstesinden geleceğiz.
Yani, inadımızdan hiç vazgeçmiyeceğiz. Kafaya koyduk, Afrika’ya kadar koşacağız!
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2009
HOMURDANMALARIN bu denli erken başlayacağını hiç beklemiyordum. Süper Lig’in henüz 4.haftası oynanırken bir istifa çağrısının yeri-göğü inleteceğini hiç düşünmüyordum. İsterlerse kızsınlar. Sivas seyircisinin Bülent Uygun için başlattığı istifa yaygarası biraz zamansız, biraz da gereksiz değil miydi?
İki sezon Sivasspor’u zirvede tutan... Ve şampiyonluğa en yakın takım kimliğine ulaştıran bir teknik adama alınacak tavır mıydı bu!
Beşiktaş’ın ardı ardına yitirdiği puanlardan sonra G.Antep maçında Ernst’in oyundan alınmasını bahane ederek tribünlerin Denizli’ye takındığı tavır, erken ve duygusal bir tepki değil miydi!
Futbol sadece skora-sonuca kilitlenmiş bir oyun. Vefa-hoşgörü gibi tinsel değerlere hiç aldırmıyor. Ve tribünleri de bu katılığın içine çekiyor.
Kazananı alkışlıyor. Kaybedeni hırpalıyor.
Geriye dönüş yok. Bir bakış hiç yok. Geçen sezonu övgülerle bitiren ve Sivasspor’u yaratan adam, yeni sezonun 4.haftasında ıslıklanıyor.
Geçen sezonun iki şampiyonluğunu hala çılgınlar gibi kutlayan Beşiktaş’ın teknik direktörü yeni sezonun 4. haftasında fırça yiyor.
Vefasızlığın daniskası!
* * *
GÖRECEKSİNİZ... Bu kervana daha nice isimler eklenecek. Bir tren yolu gibi uzayıp gidecek.
Trabzonspor’da yitirilen her puandan sonra yükselen Fatih Tekke tezahüratı, daha sonra yeni bir hedefe yönelecek.
Ve bu salgın hastalık, Broos’u da yatağa düşürecek.
Sonra sırası ile diğerleri de bu öfkeden nasibini alacak. Açıkçası, her sezon sahnelenen oyun yine tekrarlanacak.
Doğrusu, 4.haftada istifa sözcüğünün bu denli dillere düşeceğini hiç düşünmüyordum.
Gerçekçi konuşalım...
Semih Şentürk’ün Manisa maçında attığı son saniye golü gelmeseydi, bugün tüm spor sayfalarının manşetleri bir eleştri ortaklığı ile yayına girecekti.
Ve eleştriler teknik direktör Christoph Daum’a yönelecekti.
F.Bahçe’yi iki kez üst üste şampiyon yapmış ve üçüncüyü kılpayı kaçırmış bir teknik adam önce tribünlerin sonra da medyanın sitemli tavrına yakalanacaktı.
Bekir İrtegün’ü sağbekte oynatmanın hesabı sorulacaktı.
Bilica’nın neden kenarda beklediği gündeme gelecekti.
Hatta, bir sakatlık geçiren Alex’in bile tam hazır değilken ne diye oynatıldığı, tribünlerin diline, medyanın da manşetlerine düşecekti.
Yalan mı!
* * *
GEÇEN haftanın sonuçlarına göre 3 teknik adam ön plana çıktı.
Sivasspor galibiyeti ile Diyarbakırspor Teknik Direktörü Ziya Doğan.
Trabzon deplasmanından puanla dönen Bursaspor Teknik Direktörü Ertuğrul Sağlam.
Kasımpaşa deplasmanında 4 gol atan G.Birliği’nin teknik direktörü Thomas Doll.
Aldıkları sonuçları hiç abartmadan onları sadece kutlayacağım. Daha ligin 4.haftasını yeni tamamladık.
Teknik adamları erken ıslıklayan veya istifaya davet edenleri nasıl yadırgıyorsam, haftalık başarılara da övgüler yağdıracak halim yok.
Dilerim bu başarıları sürekli olur. Ve onlara diğerleri de katılır. Sadece biraz sabır, biraz da hoşgörü...
Lütfen bunu esirgemeyelim!
* * *
VE geçen haftaya damgasını vuran bir transfer. Tabata’nın ani transferi Gaziantep beraberliği ile Beşiktaş’ı saran karamsarlığı biraz olsun dağıttı.
Beşiktaş, bu futbolcunun transferinde değişik duygular yaşadı. Kimileri sevindi, kimileri ödenen ücreti eleştirdi. Ama kimileri de bir soruyu gündeme taşıdı...
Tabata, Beşiktaş’ın aradığı kan mı. Aranan 10 numara mı?
Hatta, işi şöyle bir çizgiye kadar taşıdılar...
Bir Alex’in, yahut eskilerden Sergen Yalçın’ın özellikleri var mı. Yani tam bir 10 numara mı?
Hayır tam bir 10 numara değil. Ama farklı özellikleri var. Bu özelliklerini Beşiktaş’ta ne ölçüde kullanır...
Bunu da merak edenler biraz beklesinler.
G.Saray derbisine şurada kaç gün kaldı?
* * *
DAHA da meraklananlara Tabata’nın takım arkadaşı ve Beşiktaş’ın eski kalecisi Murat Şahin’in söylediklerini aynen aktarıyorum...
Takımın çıkarları onun için ön plandadır. En iyisini yapmak için zaman zaman bireysel yeteneklerini kullanır.
Hırsı ile arkadaşlarını ateşler ve oyuna konsantrasyonu sağlar.
Ve anlattıklarının sonuna da şunu ekledi Şahin...
Delgado’dan daha iyi.
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2009
TRİBÜNLER, bir gol için kıvranırken bakışlarımı adeta Beşiktaş’a yapıştırdım. İlk yarının röntgeni flu görüntülerle doluydu.
Beşiktaş’ın 30. dakikaya kadar rakip kalenin uzağında kalışını hiç yadırgamadım.
O dakikalarda Beşiktaş’ı rakip ceza alanına taşıyacak ayaklar oyuna ısınmakta zorlanıyorlardı.
Tello, henüz havasında değildi. Birkaç pasın dışında oyuna kopuk kopuk katılıyordu.
Nihat’ın, hırsına yüklediği aşırı heyecan bütünlüğünü bozuyordu.
Serdar Özkan ve Holosko kanatları kullanırken, taşıdıkları toplar karambolde kayboluyordu.
Pas hataları ve kaptırılan toplar her an Beşiktaş’ın başına bir iş açabilirdi.
Beşiktaş’ın, hiçbir pozisyon yaratmadığı bu bölümde rakip iki fırsat yakaladı. Savunmanın her iki pozisyona da sağuk kalışı ve rakibe sunduğu rahatlık ürkütücüydü.
İki pozisyonda da Hakan Arıkan devreye girdi. Ve skoru dengede tuttu.
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2009
MİLAN Baros, Kayserispor maçında G.Saray’ın dördüncü golünü attı ve gündeme hemen bir soru düştü...
G.Saray, Süper Lig’de F.Bahçe’nin 103 gollük rekorunu kırabilir mi?
İlk 3 haftanın rakamları ve ortalamaları böyle bir olasılığa kafa yoranları şimdiden umutlandırıyordu.
Bana göre, biraz erken.!
Başkaları kalkıp ellerindeki belgelerle üzerime gelirlerse, bir şey söyleyemem...
Süper Lig’de 3 maçta 11 gol. Ve 3.66’lık bir ortalama...Yine bu sezon 8 resmi maçta (5 Avrupa-3 lig) 29 gol. Ve 3.62’lik bir ortalama!
G.Saray’a gönül verenler bu rakamlara güvenerek, ezeli rakip F.Bahçe’nin 1988-89 sezonunda ligde yakaladığı 103 gollük rekoru hasır-altı edeceğine inanıyorlar.
Gördüğünüz gibi... Hep ezeli bir rekabet ve hiç bitmeyecek kıyasıya bir yarış!
Bu, madalyonun bir yüzü. Bir bakıma manevi değerler taşıyan yüzü... Çevirelim diğer yüzünü. Orada Adnan Polat‘ın sitem dolu sözlerini dinleyeceksiniz. Diyor ki sayın Başkan...
Yazının Devamını Oku