Tanımam mı memleketimi? Üstüne yürüyen yürüyene...
Ne Sorosçuluğu, ne CIA ajanlığı, ne FETÖ’cülüğü, ne “ikinci Gezi için zemin oluşturan örgütün liderliği” kaldı işte...
Suçu ne peki Haluk Levent’in?
Kötülüğün ölümcül bir hastalık gibi toplumu sardığı ve normalleştiği, vicdanların askıya alındığı, karşılık beklemeden iyilik yapana “Ah canım, saf bu biraz galiba” gözüyle bakıldığı bir devirde ihtiyaç sahipleriyle iyiliğe aracı olmak isteyenler arasında bağlantı kurmak.
Haluk Levent AHBAP (Anadolu Halk ve Barış Platformu) adıyla bir oluşum başlattı geçen yıl bir grup arkadaşıyla...
Evi yanan ailelere de el uzattı dernek, protez için parası yetişmeyen engelli vatandaşa da...
NASA’dan projeleriyle ödüle hak kazanan öğrencileri İngiltere’ye dil kursuna da yolladılar, parası olmayana düğün dernek de düzenlediler...
Çöp de topladılar, dana da kurtardılar...
Arkadaşımız Salim Uzun’un Burdur Gölü’yle ilgili haberinin başlığı buydu ve haberi okurken zamana yayılarak kasten, elbirliğiyle, gözler önünde işlenen bu cinayetin tüm safhaları gözümün önünden akıp geçti...
Burdur Gölü cinayeti 30-40 yıla yayılarak işlendi.
Hürriyet’in yazıişlerinde çalıştığım 1990’lı yıllarda, çevre konularına son derece duyarlı olan ustam Ayhan Atakol’un her gelişmeyi sayfalarımıza aktarmak için verdiği çabaya yakından şahit oldum.
“Dikkuyruk” haberlerine Toplum/İnsan sayfalarında sıkça yer vermemiz o dönem gazetede espri konusu olmuştu hatta. Bir bilinç yaratmak konusunda çok uğraştı ustam ama dikkuyruk nüfusu yıllar içinde erimeye devam etti.
Tıpkı gölün kurumaya devam etmesi, tıpkı bozulan ekolojik dengenin hastalıkları tetiklemeye devam etmesi gibi...
1990’lardan itibaren Türkiye’nin 7’nci büyük gölü olan, özgün yapısı nedeniyle pek çok kuşa ve mesela sadece bu göle özgü olan “Aphanius burduricus” gibi balıklara yuva olan, üreme merkezi olan bu doğa harikası için sesini yükseltenler çoğaldı.
Tehlike büyüktü ve gölün ömrü hızla tükeniyordu. Çözüm önerileri üretildi, acil planlar açıklandı...
Şiir yarışmaları, şarkı yarışmaları, basketbol turnuvaları düzenlendi ve elbette bol bol
AVRUPA kupaları sahnesine görkemli bir dönüş yapan G.Saray’ın eve dönüşü en azından ilk yarı itibariyle sıkıcı ve uyutucu türden oldu.
Öncelikle adet yerini bulsun diye, “Avrupa dönüşü bahanesine sığınılacaksa, o Akhisar için de geçerli” demek gerekiyor elbette. Kaldı ki Galatasaray’ın kısa vadede kalktığı liderlik koltuğunu devralmak, iki ezeli rakibin derbi haftasını kayıpsız geçerek bonus toplamak amacı varsa, rakibinin de ligde ilk galibiyetini alıp moral toplamak gibi gayet ulvi bir amacı var. Yorgunluk, deplasman fobisi, diriliş için çıkış noktası arayan rakip gibi zorlukları aşmak için Galatasaray’ın çözüm arayışını anlamak adına bile seyredilmesi şart bir maçtı.
Tahminleri haklı çıkartacak şekilde başladı maç. Galatasaray oyunu daha iyi oynadığı ileri hatlarda tutmaya çalışarak, Akhisar da baskın düzenleyerek zaafları malum Galatasaray savunmasını dağıtmayı amaçladı.
İlk yarı sona erdiğinde iptal edilen gol, verilen penaltı/kaçan penaltı gibi sansasyonel sayılabilecek anları ayıkladığımızda planını daha başarılı uygulayan tarafın, “Ege temsilcisi” olduğunu söylemek gerekiyor. Rodrigues ve Emre daha net vuruşlar yapabilseydi Galatasaray önde girerdi soyunma odasına, Muslera işini layıkıyla yapmasa Akhisar... Neticede sahada yaşanan yanlışlıklar komedyasından bir gol çıkartmak mümkün olmadı ilk 45 dakikada.
Forvet kıtlığı yaşayan Galatasaray’da nöbete çağrılan Onyekuru’nun yerini yadırgadığını, o bölgede ezildiğini gördük.
İkinci devre, Akhisar’ın Galatasaray defans hattındaki mahmurluğu şahane bir şekilde değerlendirmesi ve öne geçmesiyle başladı. Geriye düştükten sonra Fatih Terim, silik oynayan Sinan’ı dışarı aldı, Eren’i sahaya sürdü, Onyekuru’yu rahat ettiği alana çekti. Sonrası malum işte... Rakibi korkutmayan bir baskı, “panik ataklar” ve kalede görülen goller vesaire...
Eksikliği ilerleyen haftalarda anlaşılacak türden bir kayıp Galatasaray açısından...
ARA KARNE VERiLSE...
1980’li yılların ortalarında henüz çok gençken takıldığımız; derenin, ormanın, kilometrelerce uzanan kumsalın ve elbette pırıl pırıl bir denizin tadını çıkarttığımız müthiş bir güzellik.
Yıllardır yolum düşmedi fakat hatıralar galerisinde müstesna yerini korur, ilk karşılaşmada “Hippi mi bunlar, nedir böyle uzun saçlı filan” diye süzseler de evlerini konaklamamız için açan köy insanlarının sıcaklığı hâlâ içimi ısıtır.
Sakin bir balıkçı köyü olan güzeller güzeli Kıyıköy ve “geniş çevresi” son yıllarda eşsiz ekolojik yapısını, florasını, faunasını tehdit eden haberlerle gündeme gelir oldu.
Mavi Akım gibi büyük projelerin ve taş ocakları gibi daha pek çok “Sus, yüksek memleket menfaati var” diye tartışma yolunun kapatıldığı “küçük” projenin “ayağının altında” kalmış vaziyette bizim cennet parçası...
Arkadaşımız Aysel Alp’in dün hazırladığı haberin başlığı “Balıkların üreme alanına kum ocağı” idi...
Bir firma 5 yıllığına Kıyıköy açıklarındaki ve çevresindeki “deniz kumuna” talip olmuş...
Günde 24 saat çalışma esasıyla yılda 300 bin ton kum çekilecekmiş...
“
Bu kaçıncı eylem bilmiyorum ama bir yaz mevsimi daha konuyla ilgili en ufak bir ilerleme kaydedilemeden geçti.
Yine atlar çatlayarak, işkenceden tükenerek öldü; fiziksel şiddet sistematik şekilde yürüdü ve rant çarkı tıkır tıkır döndü.
Bundan 6 yıl önce Sabah gazetesi adına Büyükada’ya giden Neslihan Tunç, “Fayton sefasının perde arkasındaki dram” başlıklı haberinde korkunç detaylara yer veriyordu:
“Seyis tarafından yumrukla, sopayla dövülen, dili kesilen, bıçaklanan atlar...
Atlara zulmün dışında ada sakinlerine saldıran, hatta işi ölümle tehdit etmeye kadar ileri götüren faytoncular...
4 kişilik faytonlara 5-6 kişi alanlar, tarifenin üstünde para isteyenler...”
O haberin üstünden çok zaman geçti ama ne derece ilerleme kaydedildi acaba?
Daha geçen hafta yol kenarında kemikleri sayılacak derecede zayıflamış vaziyette can çekişen atın haberini gördüğümüze göre...
Durumu özetlemem gerekirse “Ne olacağı, nasıl olacağı hakkında zaten bilgilendirilmeyen İstanbul halkı yine ne olduğunu, nasıl olacağını bilmediği proje” ile bir kez daha “bilgilendirilmemiş” oldu.
Tam bir “Yaptım oldu... Yapmadım oldu...” vaziyeti.
Tam bir “Törkiş yönetim tarzı” belirsizliği...
Tam bir vurdumduymazlık abidesi...
Neydi “Martı Projesi” hatırlamak isteyen çıkar mı?
İstanbul’un “ex-Belediye Başkanı” Kadir Topbaş bir sabah ustalık eseri olarak nitelendireceği Martı Projesi ile çıkıvermişti karşımıza.
Ergene Nehri’ndeki kirliliğe dikkat çekmek üzere olta sallayan CHP vekili İlhami Özcan Aygün ve Muratlı Belediye Başkanı Nabi Tepe’nin eylemlerinin özeti, neticesi budur...
Ergene Nehri’nin kirliliği bugünün meselesi değil; 1980’lerden itibaren vahşice, yarın yokmuşçasına, arsızca kirletildi.
Yerel yönetimler topu merkeze, merkez de yerel yöntemlere atıp durdu; karşılıklı suçlamalardan günlük siyaset polemiğine evrildiğiyle kaldı Trakya’nın can damarı.
Yakın dönemde uzun süre Orman ve Su İşleri Bakanı olarak görev yapan Veysel Eroğlu’nun Ergene demeçlerini arşivden kronolojik olarak okumak konunun ele alınış şeklini ve umutsuzluğunu ortaya koymaya yetiyor...
GALATASARAY’ın maçın henüz 3’üncü dakikasında yediği golü ‘topu uzaklaştıramadığı için’ yediğini söyleyenler çıkabilir; inanma sevgili okur. O golü ‘topu uzaklaştıramadığı için’ değil, bal gibi topu oyuna sokamadığı için yedi. Neredeyse o meşhur ‘duran toplardan gol yeme vakası’ gibi bir problem bu.
Muslera’nın kariyeri boyunca geliştiremediği bir yönünün ve takım arkadaşlarının da kuşaklar boyu yardımcı olamadığı ciddi bir problemin hazin sonucudur o gol.
Bu şok başlangıcın ardından toparlanıp Trabzonspor’un üstüne gitmeye çalıştı ancak bu kez de izleyenlerde bir ‘trafik kazasına şahitlik etmek duygusu’ oluşturan berbat bir ofsayt taktiği uygulamasına kurban gitti.
25 dakikada deplasmanda 2-0 geriye düşmenin stresi yetmiyormuş gibi bir de kerameti kendinden menkul Belhanda Efendi’nin kırmızı kartı geldi ki; sonrası zaten belliydi filmin.