Kanat Atkaya

Zirve tutanakları (1)

15 Aralık 2001
İNSANIN aklı bazen kafatasının içinden uçup gidiyor. O kadar inanılmaz şeyler yapıyorum ki bazen, kendime salak dememek için bahaneler üretmem gerekiyor. Ama gelin görün ki, gerçekten kaçılmıyor... Yaptığınız şey salakça olunca, siz de otomatikman salak oluyorsunuz.

Geçen hafta cumartesi günü Riko'ya gideceğim. Hava soğuk ya lahana gibi giyindim yola koyuldum. Taksiye binsen taksiciye ayıp, çok kısa bir mesafe. Fakat yağmur altında yürüyünce de 10 dakikada denize girip çıkmış kadar oluyorsun.

Riko biraderimizin evine vardığımda sırılsıklamdım. Hatta yağmurluğu portmantoya asarken ‘‘Riko, dur da altına kova getireyim’’ gibi fena bir espri bile yaptı.

Amacımız dışarı çıkmak. Manyak değiliz, normalde böyle bir havada sokağa çıkılmaz ama sözüm var, Riko'yu Huysuz'a götüreceğim.

Zaten biz otururken Huysuz İhtiyar aradı ve ‘‘Ne zaman geliyorsunuz bakayım siz?’’ diye sordu.

‘‘20 dakikaya kadar oradayız ağbi’’ dedim ve Riko'yu dürtüp, ‘‘Fırlayalım’’ dedim.

*

Taksi geldi, gideceğimiz yeri söyledik, tam Taksim Meydanı'na çıktık, Riko ‘‘Telefonu unuttum usta’’ dedi. Atatürk Anıtı'nın etrafından turlayıp tekrar bunun evine döndük.

Neyse işte, aldı bu telefonunu yine yola çıktık, bu kez ‘‘Mide ilacımı unuttum usta’’ dedi. Ben tam ‘‘Ne mide ilacı lenn!’’ diye kopacakken, ‘‘Ama mühim değil, orada eczane var mıdır acaba?’’ dedi.

Hiç dokunmadım yola devam ettik. Pangaltı'ya geldiğimizde trafik bir daha asla açılmayacakmış gibi tıkandı. Ben, hemen inip Metro'ya binmeyi önerdim. Şoföre biraz ayıp oldu ama tanıdıktı.

*

Jetonu aldık, 'bidit' diye öten turnikelerden geçip aşağı indik. Ben gayet kendimden emin bir şekilde ‘‘Taksim’’ yazan yere döndüm. Riko da peşimden geldi ama hafiften kıllandığı belli. ‘‘Usta, biz doğru yerde mi duruyoruz allasen?’’ dedi.

Ben de gayet kendimden emin tavırlarla duvardaki Taksim yazısının yanına yürüdüm ve ‘‘Buraya ayı kadar Taksim yazmışlar görmüyor musun?’’ dedim.

Cevap yıkıcı oldu, ‘‘İyi de birader hasta mısın, biz Taksim'e gitmiyoruz ki!’’ Haklıydı. Ben şuursuzluğuma mı yanayım, Riko'nun koh koh koh diye benimle dalga geçmesine mi, bilemedim.

*

Metro beklerken bizimki gitti, kredi kartıyla kutu meşrubat veren aletin yanına, kurcalamaya başladı. İçilecek kolalı meşrubat konusunda iki rakip var biliyorsunuz. Ben fanatik değilimdir ama Riko, içtiği meşrubata bir Aydınlık Yol gerillası kadar bağlıdır.

Rastlaştığımız otomat, bunun kanlısına ait. Ama belli ki canı da soğuk bir şey içmek istiyor (Evet, bu havada isteyebiliyor böyle bir şey!)

Seçenekleri gözden geçirdi ve kolasız bir meşrubat seçti. Bu esnada elini cüzdanına atıp kredi kartını çıkardı. Sanırsın banka soyuyor, öyle bir dikkat ve disiplin içinde yapıyor bunları.

Sonra otomatın üstündeki çizimlerine bakarak antrenman yaptı bir süre. Kredi kartı tuttuğu elini havaya kaldırıyor, sonra hızla aşağı indiriyor vs.

*

Bu arada etrafta insanlar toplandı, bu adam ne yapıyor diye izliyorlar. Ben bütün bunlar olurken, hızla yaklaşan metro vagonunun altına atlamak filan istiyorum. Bu cesaretini toplayıp kredi kartını geçirdi, hiçbir şey olmadı. ‘‘Benim kredi kartı artık bir kola bile alamıyor usta, seninkini versene’’ dedi.

Homurdanarak gittim, kredi kartımı geçirdim, trınk diye düştü kutucuk. O sırada bunun etrafında toplanmış kalabalıktan biri, ‘‘Beyefendi yanlış yapıyordu, doğrusu sizinki gibi olacak’’ dedi. Adama mı kafa atayım Riko'ya mı kararsız kaldım. Bu aldı meşrubatını, bindik metroya, vardık Huysuz'un muhitine.

*

Huysuz'a gitmeden önce Riko'yu 24 saat boyunca uyardım. ‘‘Huysuz tatlı adamdır ama her an fırçalayabilir’’ gibi cümlelerle bunun beynini bayağı bir uyuşturdum.

Her neyse efendim, biz vardık Huysuz İhtiyar'ın kapısına. Ben yorulmasın diye ‘‘Bir şey hazırlama ağbi’’ demiştim ama o yine çok şık bir ambians yaratmış. Bir de sanki biz anlarmışız gibi şömine yakmış.

Ben bu arada bir salaklık daha yapıp ‘‘Ağbi bu eleman biraz ağır işitiyor’’ diye Huysuz'u uyarmadım. Oğuz Ağbi bir şey soruyor, bunun duyma menzilinin dışında bir volüm denediği için cevap alamıyor. Huysuz tam patlayacakken, ‘‘Ağbi, elemana bağırmak gerekiyor kimi durumlarda’’ dedim.

Önce biraz yüzünü ekşitti ama sonra bütün bir gece bağırabileceği birini bulduğu için de çok sevindi. O sırada Riko, Huysuz'un kitaplarını inceliyor. Oğuz Ağbi ilk bombayı bu noktada patlattı: ‘‘Ben sana kitaplarımı mıncıklama izni verdim mi!’’ diye bir kükredi, rüzgarından bizimkinin saçları arkaya yattı. Bu manzara karşısında benim de içimin yağları eridi tabii ki.

Gece uzundu, belki haftaya devam ederiz. Bu arada Piyanist'i seyredemedim. Ama kesin seyredip yazacağım, sözüm sözdür arkadaşlar.
Yazının Devamını Oku

Kadınlar üzerine

14 Aralık 2001
<B>MİLLİYET </B>Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni <B>Mehmet Y. Yılmaz,</B> tarihini tam hatırlamıyorum ama herhalde 3-4 yıl önce Radikal'de yayınlanan bir yazısında şöyle bir cümle kurmuştu: <B>‘‘Türkiye'de meşhur bir yazar olmak istiyorsan, ya futbol yazacaksın, ya da kadınları...’’</B> Yanlış hatırlıyorsam, kusuruma bakmasın, toyluğuma versin. Şimdi efendim, Mehmet Y. Yılmaz'ın şiar kabul edilebilecek pek çok cümlesi varken ben niye bu cümleyi sevdim ve takıldım hálá anlayabilmiş değilim.

Hayat ağlarını, beni bir gün futbol yazacağım şekilde ördü. İyi bir futbol seyircisi ve Galatasaraylı olarak bu duruma çok sevindim haliyle.

Fakat insanoğlu açgözlü bir yaratık. Yanlış anlaşılmasın, şöhret olmak gibi bir isteğim katiyen yok, utanırım. Fakat bir kadın yazısı yazmadan kariyerimi noktalamak da istemem.

* * *

Şimdi tamam, karar verdim, bir kadın yazısı yazacağım ama ne yazayım? Dedim ki kendi kendime; ‘‘Bak evlat! Karşı tarafı çözmek istiyorsan, onun gibi düşünmeye çalışmalısın...’’

Bu derin mevzuda bana rehberlik edebilecek bir kitap buldum, odanın ışıklarını söndürdüm, bizim katta çalışan kızlardan mum istedim, bir tane tütsü bile buldum hatta. Çok pardon, kadınlar böyle çalışıyor demiyorum. Affedersiniz, öküzüm ya kendimi kandırıyorum.

Sonra ambiansı kuvvetlendirmek için fon müziği aramaya koyuldum. Pek hisli müzikler dinlediğim söylenemez. Onu da -ismi lazım değil- bir arkadaşımdan temin ettiğim Bee Gees'in ‘‘Greatest Hits’’i ile çözdüm. ‘‘Massachusetts’’, ‘‘Words’’, ‘‘I Started A Joke’’, ‘‘How Can You Mend A Broken Heart’’ filan derken, ‘‘More Than A Woman’’da kendimi kaybetmişim.

Müzik desteğinden o dakika caydım. Kaynak kitaba yoğunlaştım. Ortaokul sıralarında sınıfça okuduğumuz ‘‘Kız Tavlama Teknikleri’’ kitabından üniversite yıllarına kadar faydalanmıştık. Ama ‘‘kahve falı/el falı uydurma’’, ‘‘hava olsun diye durup dururken etrafa dayılanma’’ gibi yöntemlerin yetmediği noktada bu başeserle vedalaşma zamanı geldiğini anlamıştık.

* * *

Bu sebepten dolayı, kadın ruhunu çözmüş bir erkeğin eserine yoğunlaşma kararı aldım. Yardımıma belli ki kadınları kalpten sevmiş olan ve bu sevgisini ‘‘Allah'a İnanmasaydım Kadınlara Tapardım’’ adı altında kitaplaştırmış olan Bekir S. Ünver koştu.

Kitabı bulacağım diye kendinizi harap etmeyin. Ben 1959 tarihli kitabı, şans eseri bir sahaftan bulmuştum. Yanlış kaynak seçmiş olabileceğim endişesiyle yine bizim kattan aklı başında bir hanımefendiye kitaptan şu bölümü okudum ve ne düşündüğünü sordum:

‘‘Kadına, kadınlığını kaybettirenlere çatmak, bağırmak, yakalarına yapışıp onlardan hesap sormak istiyorum fakat bunu yapamıyorum.

Kadını ne o tarafa çekip çarşafa koyun, ne de bu tarafa çekip çırılçıplak soyun! Hayır, kadını yalnız ve yalnız kadın yerine koyun, yeter!’’

Fikirlerine güvendiğim arkadaşım, ‘‘Doğru söylemiş adam’’ dedi.

Ben de o özgüvenle oturup, Bekir S. Ünver'in rehberliğinde ilerledim...

Ünver, kadınları gerçekten seviyormuş. Diyor ki: ‘‘Derler ki, hayatta en güzel şey; kadın sesi, su sesi, para sesidir... Ben derim ki; hayatta en güzel şey; kadın sesi, kadın sesidir. Anamızın sesi, karımızın sesi veya sevgilimizin sesi, kız kardeşimizin veya kızımızın sesi. Canımıza can katar, hepsinin ayrı nefesi...’’

Kadın sesi, yüksek perdeden çıkmadığı sürece katılıyorum ben de.

Sonra diyor ki kitapta: ‘‘Her erkeğin sevdiği bir kadın tipi vardır: Renk olarak esmeri, kumralı, sarışını ve beyazı sevenler... Şekil olarak tombulu, balık etlisini, zayıfı, narini, minyonu, iri yarıyı, uzun boyluyu tercih edenler...

Kadını kadın olarak görüp her renk ve cinsten haz duyanlar ise hemen hemen yok gibidir.’’

Burada muhalefet edeceğim. Tanıdığım pek çok erkek (isimlerini vermem pek uygun olmaz), farklı ortamlarda, gizli bir teşkilattan bahseder gibi ‘‘Biz ‘nefes alıp versin yeter abi'ciyiz’’ demiştir. Yani bu o insanların kadınlara duydukları derin sevgi ve muhabbeti göstermiyor mu, sorarım size.

* * *

Mecburen bağlayacağız yazıyı. Affınıza, sanata duyduğunuz saygıya ve hoşgörünüze sığınarak kadınlar için yazdığım bir dörtlükle bitirmek istiyorum yazıyı:

‘‘Kadınların hepsi bir çiçek/ Isırma sakın onları pis böcek/ Uç etraflarında gıdıkla onları/ Bak hepsi nasıl da güzel gülecek.’’

Umarım siniriniz fazla bozulmamıştır...
Yazının Devamını Oku

Alternatif bayram eğlenceleri

13 Aralık 2001
Ramazan ayını geride bırakıyoruz. Sizinle bir daha buluşmamız, pazartesi günü gerçekleşecek.

Fakat Pazartesi günü İstanbul dışında bulunacağımı göz önüne alırsak, bu buluşmanın gerçekleşmeme ihtimali var. Hem, erken bir bayram yazısının kimseye zararı dokunmaz, değil mi?..Değerli büyüklerim kadar olmasa da, bayramların giderek tatsızlaşmasını (ne yazık ki) üzülerek izleyenlerdenim. Yaşım, Direklerarası eğlencelerine filan tabii ki yetmiyor ama benim çocukluğumdaki bayram heyecanı bile daha kuvvetliydi.Artık sadece birkaç günlük tatil fırsatı olarak gözüken bayramların, eski heyecanını yitirmesinde pek çok şey etkili oldu. Bunları bir kez daha sıralamak manasız. Deneyimli gazeteci büyüklerimiz, yıllardır, bayram günlerinde köşelerinde eski bayramları yad edip, bugünkü bayramların değerlendirilme şekillerini zaten eleştiriyorlar.Onların kulvarına girmek, haşa  haddime düşmez.

 

* * *Benim naçizane amacım; “eğlencede sınır tanımayan”, “coştukça coşmayı”, “çılgınlar gibi, yarın yokmuş gibi eğlenmeyi seven” Televole Kuşağı için, alternatif bir bayram programı hazırlamak.“Gelenekle-geleceği” birleştirmek maksatlı bu tuhaf girişimi anlayışla karşılayacağınızı düşünüyor ve önerilerimize geçiyoruz...·         Yaz aylarında kapısında dikilip içeri giremeyince derin üzüntülere gark olan Laila insanları, bayramın ilk günü soluğu bu ‘güzide’ kulübümüzün kapısında alabilirler. Yazlık kıyafetleriyle giderlerse şiddetli soğuk algınlığı için davetiye çıkarmış olurlar. Bu sebepten, sıkı giyinmelerini öneriyorum. Laila’nın kapısına bir adet (marka olursa dilekleri daha çabuk gerçekleşir) eşarp veya mendil bağlamaları ve “N’olur önümüzdeki yaz mevsiminde Laila kartım olsun” dileğinde bulunmaları gerekiyor. Aynı töreni; Şamdan, Havana, Chinawhite, Hammam gibi kulüplerin kapılarında da  gerçekleştirebilirler. Kış mevsimi dolayısıyla kapıda güvenlik görevlileri de bulunmayacağından sakatlanma tehlikeleri de bulunmuyor...·         Bayram yerleri artık yok. Varsa da çok kıyıda köşede kalıyor. Adını hayatınızda duymadığınız semtlerde kurulan “iptidai” eğlence merkezlerine gideceğinize, kendi eğlencenizi kendiniz yaratabilirsiniz. Benim aklıma ilk gelen örnek, “Çarpışan Arabalar”ın modernleştirilmesi oldu mesela. Bayram günü brunch’ınızı tamamladıktan sonra, 4X4’lerinize atlayıp,  İstanbul’un (Veya hangi ildeyseniz işte) dışında bir araziye gidiyorsunuz. Ve burada gönlünüzce ciplerinizi çarpıştırıyorsunuz. Ne harika bir eğlence değil mi?..·         Eskiden konak sahipleri, bayramlarda kendilerine hizmet eden kişilere önce yemek, sonra da “diş kirası” namıyla bilinen ‘atiyye’lerini verirmiş. Bu güzel gelenek bugün uygulanmıyor. Diyeceksiniz ki; “Konak mı kaldı?” Doğru konak filan kalmadı ama bu gelenek güncelleştirilebilir. Örneğin oturduğunuz sitenin güvenlikçilerine, bahçıvanına, temizlik görevlilerine, site davulcusuna (Var mı böyle bir görevli bilemiyorum) bir pizza söyleyebilir, sonra da birkaç dolar bahşiş verebilirseniz. “Dövizin bu durumunda etrafa dolar mı saçacağım” diyebilirsiniz haklı olarak. Onun da kolayı var. Eski giyeceklerinizden paketler yapabilirsiniz. Bu töreninizi renklendirmek için size Abdülaziz Bey’in “Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri” kitabında okumuş olduğum ve çok beğendiğim bir davulcu manzumesinden küçük bir bölüm de önereyim: “Arkadaşım vırlanıyor/ Avdet için dırlanıyor/ Verin şunun atiyyesini/ Zira herif zırlanıyor”Öneri listemi daha da uzatarak can sıkıcı olmak istemiyorum. Zaten aklıma çok fazla eğlence de gelmiyor... Neyse efendim, yolcu yolunda gerek. Hepinize iyi bayramlar diliyor, küçüklerimin gözlerinden, büyüklerimin ellerinden öperek huzurlarınızdan ayrılıyorum.

Yazının Devamını Oku

Kanvasdeşen Patricia

11 Aralık 2001
Kay Scarpetta romanları okumaktan hakikaten keyif alırım.

Patricia Cornwell'in yarattığı bir kahraman olan Kay Scarpetta, cinayet romanları okumayı seven hemen herkesin favorisidir zaten.

Bu romanlarla 200 milyon dolar gibi muazzam bir servet elde eden Patricia Cornwell, kısa bir süre önce, Büyük Britanya'da  "Ripperologist" olarak anılan Karındeşen Jack (Jack The Ripper) uzmanlarının yüreklerini hoplatan bir açıklama yaptı: "Katili buldum!.."

* * *

Şimdi efendim, ben bu konunun elbette uzmanı değilim. Ne adli tıp deneyimim var, ne de dedektiflik. Gayet, basit ve sıradan, cinayet olaylarıyla, özellikle de seri cinayetler işleyen katillerle ilgili amatör bir okuyucuyum. Patricia Cornwell'in iddiası haliyle benim de dikkatimi çekti.

Yazının Devamını Oku

Gel de yanma

10 Aralık 2001
<B>YANİ </B>insan ne diyeceğini şaşırıyor. Bu maçı kazansa Galatasaray, en yakın rakibinin 7 puan önüne geçecek. Futbolcusu da rahat edecek, taraftarı da... Ama, yok kardeşim, huzur yok. Bu büyük maç sonrası (Barcelona maçını kastediyorum) lig maçında oynamama hali kabak tadı verdi. Avrupa maçını ciddiye alıp, Ankaragücü'nü ciddiye almazsan, bu iş olmaz. Ayrıca Avrupa'ya giden yol Ankara'dan da geçiyor. Galatasaray, dün gece o kadar sıkıcı, saman tadında, renksiz bir futbol oynadı ki, kelimelerle anlatmak güç. Cebimde kitap vardı, neredeyse bir ara açıp onu okumayı bile düşündüm.

AKILLAR NEREDE?

Galatasaray'ın kötü oynadığı maçlarda çok sıkı bir şekilde uyguladığı bir taktik var. Topu ayağına alan ileriye doğru Allah ne verdiyse şişiriyor. O top kazara biriyle buluşacak da, o da vuracak da, gol olacak... Tabii canım oldu... Dün, Ümit Karan dört kişinin arasında duruyor, Mondragon topu ona doğru şandelliyor. Yani Ümit, Superman veya Batman ya, onu oradan alacak, gol yapacak. Ümit'in zaten dün karşı karşıya kaldığı pozisyonda bile topa nasıl vurduğunu gördük. Akılları nerede, hakikaten bilmiyorum. Murat Sözkesen takımın yenisi, fazla yüklenmemek lazım. Ama belli ki, hayal gücü geniş bir arkadaş. Yok topuk pası, yok vücut çalımı derken, doğru düzgün bir hareket yapamadan maçı bitirdi. Sanırsın her kuşu tutmuş, bir tek leylek kalmış.

Ankaragücü'ne gelince... Aslanlar gibi çıktılar, bileklerinin hakkıyla Galatasaray'ı yendiler, helal olsun demek gerekir. Bir de şunu söylemezsem çatlarım. Bülent Akın dün gece 75 dakika boyunca ne yaptı, bana biri çıkıp, n'oolur açıklasın. Gel de yanma kaçan 3 puana..
Yazının Devamını Oku

Chill out tehlikesi

8 Aralık 2001
BİR süredir Topesto'ya enteresan bir hal geldi. Ne zaman buna uğrasam evde 'chill out' tarzı birşeyler çalıyor. 'Clubber' tabir edilen kitle için eyvallah, işlevsel olabilir. Rahat dinlendiğini ve rahatsız etmediğini de kabul ediyorum. Ama kardeşim, sürekli çekilecek bir şey değil ki bu. Bu kadar huzur meraklısı isen, git Leonard Cohen gibi kapat kendini Budist manastırına.

Geçtiğimiz hafta sonu buna uğradım. Sanırsın Ibiza'da Cafe Del Mar'da filanız. Yine öyle şuursuz bakan büyükbaş hayvanları çağrıştıracak kadar huzurlu bir şey çalıyor.

‘‘Ne dinliyorsun?’’ diye sordum. Bir cevap verdi ama zaten tanımıyorum, sormam da saçmaydı.

Biraz kızdırayım diye ‘‘Kitaro'dan İpek Yolu vardı bir de değil mi?’’ dedim.

‘‘Ne alakası var yahu? O bahsettiğin New Age'di. Bu bambaşka bir şey. Bir de sana müzik yazdırıyorlar ya o gazetede. En çok ona şaşarım’’ dedi.

‘‘Gitar sesi duymayalı ne kadar oldu?’’ sorusuna boş bulunup ‘‘Bayağı olmuştur herhalde’’ diye cevap verdi.

Ben de hemen montun cebinden Led Zeppelin'in dördüncü albümünü çıkarıp, aramızda duran sehpanın üstüne salladım. İmana geldi turşu birden. Albümü kaptığı gibi müzik setine koştu... Ruhunu biliyorum. Led Zeppelin dışında hiçbir şey, belki bir Pixies albümü veya The Smiths onu bu kadar heyecanlandırır.

Neyse çocuk, doğru yolu buldu yeniden...

*

‘‘Bana Led Zeppelin dinlettirmeye mi geldin yani sen şimdi?’’ dedi.

Tabii ki böyle bir misyon yüklenmediğimi, ne dinleyeceğinin sadece kendisini ilgilendirdiğini düşündüğümü, güzel evimi terk edip bu sefil eve gelmemin asıl nedeninin sinemaya gitmek için yüce şahsını ikna etmek olduğunu söyledim.

‘‘Filimlerden ne var peki?’’ dedi. ‘‘Sabah şöyle bir baktım. Sinema yazarlarının ilgi göstermediği tek film Örümceğin Öpücüğü. Jet Li oynuyor. Hiçbir şey olmasa, kafa göz patlatıyordur’’ dedim.

‘‘Eyvallah’’ dedi ve ‘‘Örümceğin Öpücüğü’’ne gittik. Tabii ki tel maşaydı. Ama biz tel maşa film seviyoruz zaten. Bridget Fonda'ya nedenini hala bilemediğim bir nedenden dolayı kıl oluyorum. Bu filmde daha da kıl oldum.

Hani ‘‘İlla oynayacağım’’ tarzı oyuncular vardır. Kötü oynasalar da rol kesmeden duramazlar. Bu tam onlardan. Kardeşim, bir aksiyon filminde senin kestiğin rolden kime ne? Kabahat seni ciddiye alıp rol kestiren yönetmende...

Neyse, film bitti çıkıyoruz. Salonun yaş ortalaması bizim sayemizde ancak 15-16 olmuştur. Ortalık velet kaynıyor. Film zevkimiz onlarla uyuşuyor, kime ne?

İçli bir şekilde ‘‘Yahu usta, dikkatini çekiyor mu senin de. Bu çocuklar hiç karate figürü yapmıyor’’ dedim.

‘‘Ben de aynı şeyi düşünüyordum’’ dedi.

Pangaltı Tan Sineması'nın ‘‘üç film birden’’ günlerinde, Bruce Lee'nin gazına gelip az kafamızı gözümüzü patlatmamıştık.

Burada adını vermem uygun olmaz ama bir arkadaşımız hafif tombul bir popoya sahipti. Bir Wang Yu filmi sonrasında, kendisine rakip olarak seçtiği elektrik direğine uçan tekme yapıştırmaya kalkınca pantolon cobort diye yırtılmıştı. O dakika uzak doğu sporlarına merakını yitirivermişti. Ne günlerdi peh, peh, peh!

Neyse işte. Şimdiki çocuklar artık bilgisayar oyunlarında yeterince kana vahşete doyduklarından mıdır, nedir böyle hareketler yapmıyorlar. Manasız ama enteresan bir tespit.

*

Biraz da Pangaltı Tan Sineması'nı, Tunç Büfe'yi andıktan sonra (Şimdi oraya birşeyler yapıyorlar ama nedir anlayamadım. Ne güzeldi Tunç Büfe) dandik marka bir büfede bir şeyler atıştırıp, kahvemize geldik oturduk.

Oturduk diyorum ama Topesto'nun sanırım bir manital durumdan dolayı erken kalkması gerekti. Bir işler çeviriyor da daha çözemedik...

Yanımdaki masaya da benim pek sevdiğim iki hanımefendi geldi. Fakat halleri bir tuhaf. Hani bir kaç ay önce yine sıkıcı bir filmden çıkıp gelen iki arkadaştan bahsetmiştim. Yine onlar işte.

O gün o kadar nasihat vermiştik, bir işe yaramamış. Bu kez Haneke'nin ‘‘Piyanist’’inden geliyorlarmış.

Bir tanesi aynen şu cümleyi kurdu: ‘‘Kendimi dayak yemiş gibi hissediyorum. Ama ruhum değil, resmen bedenim acıyor.’’

Biz kaportacı gibi çalışıp, bir dizi maymunluk yapıp bunları normal hayata döndürmeye çalıştık ama nafile.

‘‘Konusu neydi? Piyanist çok mu kötü çalıyordu?’’ dedim. Bana resmen ‘‘Sen anlatsak da anlamazsın’’ dediler.

Niye anlamayacakmışım, onu anlamadım. İnad ettim, cumartesi günü bütün gücümü toplayıp ‘‘Piyanist’’i seyretmeye gideceğim. ‘‘Piyanist’’le ilgili düşüncelerimi de haftaya mı yazarım, sonsuza dek susmayı mı tercih ederim, şimdiden bilemem.
Yazının Devamını Oku

Japon hikáyeleri

7 Aralık 2001
JAPON bir turist, Antalya'da tatil yaparken, herşeyin fotoğrafını çekerken, bir şekilde beceriyor ve iki bacağını birden kırıyor. İlk tedavisi yapılıyor ve alçılı vaziyette İstanbul'a yollanıyor. İstanbul'da turizm acentesinin rehberi Japon arkadaşı karşılıyor, ‘‘Geçkmiş olsun Anjin San’’ muhabbeti yapılırken bir tekerlekli sandalye ayarlanıyor ve Dış Hatlar Terminali'ne doğru yola çıkılıyor.

İki ayağı kırık ve memleketini özlemiş Japon arkadaşımızın geçici aracı olan tekerlekli sandalyeyi bir havaalanı görevlisi kullanıyor.

Bir ara havaalanı görevlisi, rehbere dönüyor ve ‘‘Abi, bu top bacağını nasıl kırmış böyle?’’ diyor.

O ana kadar Buda heykeli gibi duran Japon, bir anda başlıyor yangına. Kırık ama anlaşılır bir Türkçeyle ‘‘Ben top değil, ben erkek’’ diye bağırıyor da bağırıyor.

Bir yandan da gömleğinin düğmelerini açıp göğüs bölgesindeki birkaç tüyü çekiştiriyor: ‘‘Ben erkek, bak buna, kıl var bende, ben top değil!..’’

Tabii etrafta toplananlarla beraber rehber ve havaalanı görevlisi de gülmeye başlıyorlar. İki bacağı kalçaya kadar alçılı bir Japon'un ‘‘Ben top değil, ben erkek’’ diye bağırması, en azından memleketimizde enteresan bir durum.

Milletin gülmesi bunun daha da bir ağırına gidiyor. Garibim Anjin San, yarıyor kendini bağırmaktan: ‘‘Bıyık yok, kıl var, ben erkek, top değil ben!’’

Rehber, ‘‘Tamam Güzelim San. Sakinleş. Geçti bak...’’ gibilerden sakinleştirmeye çalışıyor.

Değerli Japon biraderimiz, meğerse bir Türkiye hayranı olduğu için aylar önce memleketimize gelmiş, İstanbul'a yerleşmiş, kurslara gidip Türkçe öğrenmiş, ardından da Antalya'ya gidip Türkçesini ilerletebilmek için Türk arkadaşlar edinmiş.

Rehberimiz, Erkek San'ı sakinleştirmek için ‘‘top’’ kelimesinin (Artık itiraf ediyorum Japon top demiyor. Daha yaygın kullanılan kelimeyi tercih ediyor. Oh be!) kökenini anlatmaya başlıyor.

‘‘Biz bunu maçlarda hakemlere söyleriz, sevdiğimiz arkadaşlarımıza böyle hitap ederiz. Yani bu şahsına yapılmış bir hareket değil’’ diyor. Japon, havaalanı görevlisinin kendisini sempatik bulduğu için ‘‘top’’ dediğine ikna ediliyor bir şekilde.

Meğer Japon top olma durumuyla ilgili müthiş bir korkuya sahipmiş. Sanki top olsa dünya yok olacak, o vaziyette. Rehber bunu iyice sakinleştirdikten ve biraz dostluk kurduktan sonra ‘‘Yahu Homofobik San, toplukla göğüs kıllarının bağlantısı nedir allasen?’’ diye sormuş.

Ve öğrenmiş ki; Japonya'daki eşcinseller, göğüslerindeki kılı, tüyü lazerli epilasyon yöntemiyle aldırırmış. Haaa, anlaşıldı.

***

Bir hikaye daha var. Japonya'da ufak tefek bir adam, kendisinin iki katı bir adamı sokağın ortasında sıkıştırmış dövüyor. Dövmek de denmez, adamı resmen bozuk para gibi harcıyor. İri yarı adamdan en ufak bir karşılık yok.

Etrafta biriken kalabalık da müdahale etmiyor. Bu Minik San, iri yarı vatandaşı bir temiz sopaladıktan sonra, geri çekiliyor ve bifteğe çevirdiği adamın karşısında saygıyla eğiliyor. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi çekip gidiyor.

Minik San'ın ardından, ondan da ufak bir şahsiyet, Mikro San devreye giriyor ve yine iri yarı adamı dövmeye başlıyor. Yumruk, kafa, Allah ne verdiyse ekleştiriyor da ekleştiriyor.

O gidiyor, biri daha. İri Yarı San, 15 dakika içinde dört kişiden eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyor. Nedir bu anormal hikayenin aslı biliyor musunuz?

İri Yarı San'ın asıl adı Jun Sato. Eski bir profesyonel boksör. Mesleğini şu anda sokakta para karşılığı dayak yiyerek icra ediyor. Japonlar ona ‘‘Punching Ball’’ diye hitap ediyor.

Ofiste amirine, evde eşine bozulan geliyor Elini Korkak Alıştırma San'a, veriyor darbeyi...

***

Bu iki hikayenin de birinci dereceden şahidi ben değilim. Esas şahit Kemal Suman. Kemal Ağabey, anlattığında dinlemekten bıkılmayan rehberlik hikayelerini ‘‘Kah Orada Kah Burada’’ adı altında yayınladı.

Benim Kemal Ağabey'le tanışıklığım Cimbom dolayısıyla. Kitabı okurken kaç kez gözümden yaş gelene kadar güldüm hatırlamıyorum.

Ben buraya iki küçük hikaye aldım ama esas mal kitapta. Alın diye söylüyorum tabii ki. Artistlik yapacak halimiz yok. Esas bir İnci Baba ve Japonlar hikayesi var. O en mükemmellerinden biri ama buraya sığdırmam mümkün değildi.

Bak yine sinirim bozuldu gülüyorum.
Yazının Devamını Oku

Obey your master

7 Aralık 2001
Öncelikle yazımın başlığını ingilizce verdiğim için özür dilerim. Başlıktaki laf meşhur Heavy metal topluluğu Metallica'nın bir şarkısından alınma <B>‘‘obey your master’’</B> yani efendine itaat et. Mesaj açık, daha fazla açıklamaya gerek yok. Şimdi maça dönelim. Nou Camp, dünyanın futbol konusundaki sayılı tapınaklarından biri. 98 bin kişilik bir arena düşünün. Oraya çıkıyorsunuz ve değeri 100 milyonlarca dolarla ifade edilen bir takım karşısında futbol oynuyorsunuz. Benim diyen adam, o ambiansta kavruk kalır.

Galatasaray, dün gece futbol dünyasının en önemli bir kaç arenasından birinde sahaya çıktı. Kendine yakıştığı gibi, aslanlar gibi mücadele etti. Umarım dikkatinizi çekmiştir. Maç 2-0 iken Barça taraftarları, sahaya bir futbol maçı değil de, bir korku filmi izler gibi bakıyorylardı. Top yardım etti, dilim varmıyor tartışmalara girmeye, hakem yardım etti, maçı 2-2 ye getirdiler. Hayrını görsünler.

BASKIN BASANINDIR

Nou Camp'ta 2 gol atarak ve Barcelonayı endişelendinrerek, puan çıkaran takım sayısı kaçtır bilemiyorum? İstatistik hesaplayanlar bunu da hesaplasınlar. Dün gece Galatasaray, bir kez daha Avrupa'da marka olduğunu kanıtladı. Dikkatinizi çekerim Avrupa'da herhangi bir takımdan değil, bir markadan bahsediyoruz. İlk yarı gerek Ümit'in gerekse Fleurquin'nin attığı goller bedava değildi. Lucescu, rakibin baskıya karşı baskıyla oynayacağını çözmüş ve takmına da baskın basanındır demiş.

İkinci yarıda 10 dakika dayanabilseydik, Nou Camp'tan 3 puanla çıkardık ama dert etmiyoruz. Dün geceki 2 gol çığlığı, hayatın bütün zorluklarını, bütün sıkıntılarını bir an için bile olsa omuzlarımızdan aldı.

Maçın öncesinde ve devre arasında tv de bir reklam vardı: ‘‘Şampiyonlar Ligi taraftarlarına ve bu ligi heyecanla izleyenlere başarılar’’ diye. Ben daha fazla konuşmayayım. İstanbul'a da bekliyoruz.
Yazının Devamını Oku