Madenden şantiyeye, berberden büfeye, plajdan kütüphaneye çeşitli alanlarda/mekânlarda kimlerin nasıl tedbirler alması gerektiğini madde madde, net bir şekilde anlatıyor rehber...
Hani özellikle salgının başladığı günlerde çok sık kullandığımız “Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” kalıbı vardı ya...
İşte o kalıbın nasıl ete kemiğe büründüğünü zihninizde canlandırmanıza imkân sağlayan rehberi karışık hislerle okudum.
Rehberi hep kendini hatırlatan “Ben bu şartlarda bunu yapar mıyım?” sorusu eşliğinde okurken endişe, tedirginlik, merak, hüzün ve bazen de “acı mizah” kontenjanından buruk bir gülümseme eşlik etti bana.
“(Berber ve kuaförlerde) İşyerine müşteri ve çalışan dışında kimse bulunmamalı, misafir alınmamalıdır” uyarısını okurken “Nasıl yahu? Yancısı/muhabbetçisi olmayan berber mi olur?” dedim mesela ama kendim bile gülmedim!
Yasaklar gevşedi, kurallar belirlendi ve iş büyük ölçüde toplumun iradesine havale olundu özetle...
“Eski hayat”a karşı duyulan hasret ve iştahın yarattığı olumsuz görüntüler ortadayken kurallara uymak, tedbirleri uygulamak konusunda ne kadar başarılı olacağımızı kestirmek mümkün değil...
Ancak yeni hayat başlıyor, başladı...
Sanki milletçe virüs hadisesini def etmişiz ama sanırım bundan koronanın haberi yok...
Parka, sahile otururum, çekirdek çitlerim ve tükür tükür saçarım kabukları ortalığa diyoruz gördüğüm kadarıyla, bravo!
Banklarda popo popoya otururum, çayır çimene ayak ağıza yayılırım diyoruz; helal bize!
Mangalımdan geri kalmam, çöpümü, suyumu döker giderim diyoruz; şahane yapıyoruz!
Ağzımızdan çıkardığımız maskeyi, elimizden sıyırdığımız leş gibi eldiveni çöpe değil, yere atarım, camdan atarım, mesafe tanımaksızın atarım diyoruz; alkış, alkış, alkış!
“Yahu bu virüs çok sinsi, gardımızı düşürmeyelim” diyen uzmanın sözlerine “Ben sarmısak yiyorum, hiçbir şey olmaz” diye karşılık veriyoruz; tu tu tu, nazar değmesin bize!
Halay çekiyoruz, taziye veya “kaçak düğün” için toplaşıyoruz, topluca hastalanıp dağılıyoruz, bütün tedbirleri yerle yeksan ettiğimiz bir günün sonunda kendimize bir şey olmayacağını düşünüyoruz ve bulaştığımız ortamı evdekilere de taşıyoruz; çok tebrik ediyorum!
“Bence ben ayakta atlattım, hafif geçirdim”
Yapraklarında kan, köklerinde kan...
Kara bedeni güneyin meltemiyle sallanır...
Kavak ağaçlarından sarkar bir garip meyve...”
Bu sözlerle başlayan “Strange Fruit/Garip Meyve”, caz efsanesi Billie Holiday’in yorumuyla 1939’da duyuldu...
Irkçılığa karşı mücadelede “on milyon yüz bin kaplan” gücüne erişecek olan ve bugün tarihin en önemli şarkılarından kabul edilen “Strange Fruit”un ardında büyük bir vahşet ve acı yatar.
ABD’nin özellikle güney bölgelerinde yaşayan Afrikalı Amerikalıları “linç etmek için” neredeyse neden bile aranmamaktadır 1930’lara gelindiğinde dahi...
7 Ağustos 1930’da, Marion, Indiana’da J. Thomas Shipp ve Abraham S. Smith adlı iki Afrikalı Amerikalı, tutuldukları hapishaneden ırkçı bir kitle tarafından kaçırılır, işkence edilir, birinin mücadele etmesini engellemek için kolları kırılır, nihayetinde canlarına kıyılır ve ağaca asılırlar...
Bütün bu vahşeti bir panayıra katılır gibi güle oynaya gelen 5 bin kişi izler...
Şubatta Çin uçuşlarının durdurulması, İran’la sınırların kapatılması gibi başlayan hamleler 11 Mart’ta Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın Türkiye’de ilk COVID-19 vakasının görüldüğünü duyurmasının ardından sıklaştı ve gerekli kısıtlamalar yapıldı.
Özetle, Türkiye de tıpkı dünyanın kalan kısmı gibi belirsiz ve “anormal” bir döneme girmiş oldu...
Yaklaşık 3 ay süren bu “anormal” şartların ardından, dün itibarıyla “normale” dönüş için büyük adımlar atılmaya başlandı.
“Normal” dediğimiz, “korona öncesi normal” elbette...
Karantinayla, ekonomik endişelerle sınanmış, yaşama ezberi 3 aylığına bozulmuş toplum, yeniden ayağa kalkabilmek için kendisini yine belirsizliklerin beklediği “yeni normale” geçiş yaparken, kafamda çılgın sorular vardı elbette...
“Yeni normal nasıl olacak?”, “Yeni normalde neler değişecek?”, “Yeni normale uyum sağlama hızı ne olacak?” diye genel sorularla başlayıp “Köfteci Hüseyin açmış mıdır acaba dükkânı?” tarzı son derece kişisel ve butik sorulara kadar uzanan bir liste...
Neyse ki(!) dün sabah okuduğum bazı haberler, “yeni normale” uyum konusunda içimi umutla(!) doldurdu.
İlk haber İstanbul trafiğinden geldi ki malumunuz, doğal olarak trafik sıkıntısı filan kalmamıştı bu süreçte...
Önemli ligler içinde ilk adımı atan Almanya’da futbol maçları başladı ancak maçları deli gibi özlemiş bir futbol âşığı olarak umurumda bile değil desem yerdir...
Bundesliga’da geçtiğimiz iki hafta içinde defalarca maç izlemek üzere televizyon karşısına kuruldum ancak hiçbir denememde 90 dakikayı baştan sona tamamlayamadım...
“Karnım çok aç ama iştahım kaçık” gibi tuhaf bir durum...
Oysa nasıl özledim takımların sahaya çıktıkları anda yükselen heyecan dalgasını, tribünden yükselen uğultuyu, şık bir pası, şahane bir voleyi, “rakip savunma hattını tamamen düşüren” bir ara pasını ve mesela bir Muslera “uçuşunu”...
Gerçekçi olmak gerekirse “pis burun” bir vuruşla veya tıngır mıngır gol çizgisini geçen “bedavadan golü” de özledim...
Futbolcuların en ufak bir temas bile yaşanmamışken mitralyözle taranmış gibi acılar içinde 14 tur yerde yuvarlanmalarını, akıllara ziyan hakemlik uygulamalarını, yöneticilerin ergen tarzı itişmelerini tabii ki özlemedim ama tansiyonu, heyecanı, rekabeti özledim...
Gelin görün ki bu kadar hasret bile 90 dakikayı tamamlamaya yetmedi. Bomboş tribünler, sahadaki tedirginlik ve net şekilde hissedilen isteksizlik hevesi kursakta bırakmaya yetiyor...
Oysa şu günlerde ligi bitirmiş, şampiyonu belirlemiş, Avrupa Kupası için gün sayıyor ve hatta yeni model televizyon bakıyor olacaktık...
Çoğu ülkenin hayalini bile kuramayacağı genç bir kitle, nüfus yapımız incelendiğinde elmas gibi parlıyor...
İş övünmeye gelirse, 2019’da 15-24 yaş arası 13 milyon gencimiz bulunduğunu, bunun da nüfusun yaklaşık 6’da 1’ine denk geldiğini söyleyebiliriz ve yalan söylemediğimiz için başımız filan da ağrımaz...
NŞA, yani “normal şartlar altında” iyi eğitilmiş, sıkı donatılmış böyle bir nüfus roket olur, uçurur memleketi.
Ancak bu genç nüfusa biraz yakından bakınca, sorunlarına odaklanınca durumun uzaktan göründüğü kadar parlak olmadığı gerçeğiyle burun buruna geliyoruz ve bu karşılaşma ancak yüzümüzü buruşturmaya yarıyor...
Gençler arasındaki işsizlik oranı, resmi rakamlara göre yüzde 27 sınırına dayanmış vaziyette, en iyimser yaklaşımla bile 4 gencimizden biri “taşı sıksa suyunu çıkaracağı” çağında iş bulamıyor...
19 Mayıs dolayısıyla ortaya çıkan raporlardan, anketlerden, araştırmalardan çıkan sonuçlar “Enseyi karartmayalım” diye geçiştirilecek boyutu sıçrayarak aştığımızı gösteriyor.
SODEV (Sosyal Demokrasi Vakfı) tarafından 12 şehrimizde 15 ile 25 yaş arasındaki 600 gençle görüşülerek hazırlanan ‘Türkiye’nin Gençliği Araştırması’ epeyce haberleştirildi...
Neler ön plana çıkıyordu bu taze raporda?
“Müslümanlar, Türkler! Türk ve Müslüman bugün en kara gününü yaşıyor. Gece karanlık bir gece fakat insanın hayatında sabahı olmayan gece yoktur! Bugün elimizde top, tüfek denilen alet yok; fakat ondan daha büyük, daha kuvvetli bir silahımız var. Hak var, Allah var. Tüfek ve top düşer; hak ve Allah bâkidir. Topunun yüzüne tükürecek kadar evlatlar, analar, kalbimizde aşk ve iman, milliyet duygusu var!”
İzmir’in Yunan kuvvetleri tarafından işgaline tepki olarak düzenlenen bu ilk mitingi sonraki günlerde daha büyükleri takip edecek, memleketi elinden kayıp giden halk birlikten umut kotarmaya çalışacaktır.
13 Kasım 1918’de onlarca gemilik düşman donanması İstanbul Boğazı’na demirleyip, binlerce yabancı asker kente yayıldığından beri fiili bir işgal söz konusudur zaten...
“Resmi işgal” için 1920’nin mart ayı beklenecektir ancak şehir o meşum kasım sabahı zaten düşmüştür...
İstanbul’un işgal yıllarına değinen kitaplar o dönem İstanbul’daki Türk ve Müslüman nüfusa uygulanan zulmü ve baskıyı tanıklıklarla vesaire aktarır.
Güçlünün, işgalcinin ve şehre hâkim olanın borusunun öttüğü, işgale uğramış İstanbul’da artık azınlık görülen nüfusa her türlü baskının ve hakaretin neredeyse serbest olduğu kapkara günlerdir...
Yurtseverler Anadolu’da kurtuluş için “kan, ter, gözyaşı” dökerken, işgal altındaki İstanbul’da kukla bir yönetim, yalanlar, hayaller ve ihanetlerden örülü bir dünyadaydı.
Dönemin Tarik gazetesi, 17 Eylül 1919’da Le Temps’de yayınlanan Sadrazam
Eğer virüs ağzımıza, burnumuza, gözümüze yaklaşmaya cüret ederse koruyucu aletimiz önce alarm çalıyor sonra dezenfektan “fışkırtıyor”...
Keşke benim de olsa...
Bu öylesine doğru bir saat ki, dışarıda gezerken koronavirüs taşıyan birisi varsa kırmızı ışığı yanıp uyarıyı yapıyor. Yok eğer sağlıklı biri yaklaşıyorsa veya temiz bir yerdeysek saatin yeşil kısmı yanıyor.
Keşke benim de olsa...
Bu öylesine dâhice bir proje ki, bilim dünyası heyecandan hop oturur hop kalkar. Plana göre Albert Einstein’ın müzede sergilenen beyninden DNA’lar alınacak, çoğaltılacak ve koronavirüse çare bulmak için çalışan bilim insanlarına aktarılacak. Böylece Einstein gibi düşünen çok sayıda bilim insanı aynı anda çalışarak çok kısa sürede aşı ve ilaçları bulacaklar. Sağlık çalışanlarının çalışma süreleri azalacak. Ailelerine kavuşacaklar.
Keşke bu proje hemen yapılsa ve işe yarasa...
Bu saydığım projeler, sırasıyla 9 yaşındaki Alp’e, 10 yaşındaki Ahmet Arda’ya ve 9 yaşındaki Nil’e ait...
Türkiye ve Hollanda’dan çocukların