Paylaş
KADINLAR PAZARI’NDAKİ BÜRYANLA KÜNEFENİN İSTANBUL’DA RAKİBİ YOK
Bu yarım günlük seyahatimize yüreğimizin sesini dinleyerek başladık ama daha ilk adımda midemizden gelen gurultulara yenik düştük. Kendimizi hemen Fatih’teki meşhur Kadınlar Pazarı’na attık.
Çarşının bir yanında peynirciler, balcılar; karşısındaysa vitrinlerde asılı nar gibi pişmiş kuzularla büryancılar sıralanmış. Aklımız Yöre Pide’de kalsa da Vedat Milor Abimiz’in tavsiyesini dinledik ve Sur Kebap’ta bir masaya yerleştik. Önce bakır sinide ayranlar geldi, hemen peşinden büryanlar.
Büryan aslında bildiğimiz kuyu kebabı... Geceden sabaha kadar közlenen kuyudaki ateşe kuzu sarkıtılarak yapılıyormuş. Üzerinde bir de Sur Tatlısı ile künefe yedik ki hiç sormayın. Muhteşemdi...
ACABA RÖNESANS FLORANSA’DA DEĞİL İSTANBUL’DA MI BAŞLADI?
Öteki İstanbul”daki ikinci durağımız Kariye Müzesi oldu. Müzenin ana mekanı restorasyonda olduğu için girişteki bölümü dolaşabildik. Mozaikler ve freskler nefes kesiciydi. Bana Rönesans resimlerini hatırlattılar.
Hemen oradan aldığım müze kitapçığına bakınca, Kariye’nin 1300’lü yıllarda yapıldığını gördüm. Peki bütün Avrupa medeniyetini kökünden değiştiren Rönesans sanatı 1400’lerin ortasında başlamamış mıydı? Acaba Floransalı resim ustaları önce buraya gelmiş, Kariye’nin duvar resimlerindeki muazzam perspektif ve derinlikten etkilenip öyle mi başlamıştı yoksa Rönesans?
“Karıştırmadığın bir tarih kalmıştı İzzet, galiba sıra ona geldi” dedim içimden... Ama hemen susturdum iç sesimi; “Bari bırak da bunu Murat Bardakçı düşünsün”...
İKİ KOCADAN DUL KALAN BİZANS PRENSESİ FENER’DEKİ KANLI KİLİSEDE İNZİVAYA ÇEKİLMİŞ
700 yaşındaki hemşerimiz Teodor Metokhites’in resminin bulunduğu duvarın yanında dev bir Hz. İsa mozaiği var. Ayaklarının dibinde ise bir rahibe duruyor. Kimdir, kimlerdendir, yüzündeki bu hüzün nedendir diye düşünürken yine kitap yetişti imdadıma.
Meğer Hülgü’yle evlenmek için Moğolistan’a gönderilen Bizans İmparatoru’nun kızı Maria’ymış rahibe. Ancak daha yoldayken Hülgü ölmüş. Bunun üzerine de oğlu Abakha ile evlendirmişler bizim talihsiz Maria’yı. Fakat Abakha’yı da kardeşi öldürünce çaresiz İstanbul’a dönmüş genç kadın. Ve “Bana evlilik haram” diyerek Balat sırtlarında bir manastır yaptırıp, inzivaya çekilmiş.
Bugün manastır yok yerinde, ama kilise duruyor. Üstelik İstanbul’daki Bizans döneminden bugüne ibadetin devam ettiği tek kilise de buymuş. Kariye’de Maria’yı gördükten sonra, Fener sırtlarındaki kilisesini ziyaret etmeden olmazdı. Bizi güler yüzle karşılayan Hataylı Rum bekçiye teşekkür edip yolumuza devam ettik.
ÇARŞAMBA SOKAKLARINDA HERKES BİRBİRİNE MUTLAKA SELAM VERİYOR
Bir zamanlar çok modaydı Fatih’in Çarşamba semtine gidip haber yapmak, gizli kamerayla görüntü almak. Madem biz de Çarşamba’nın etrafında dolanıp duruyoruz, neden bir göz atmıyoruz dedim ve rotayı Cübbeli Ahmet Hoca’nın da büyüyüp yetiştiği İsmailağa Camii’nin bulunduğu ana caddeye çevirdim.
Her tarafta dükkanlar, alışveriş yapanlar, kadınlar, çocuklar, ciddi bir kalabalık vardı. Durup poz verdim arkadaşlarıma. Sonra birlikte camiye girdik. İçeride de fotoğraf çektirdik. Ne kimseden bir uyarı aldık, ne de bir müdahale gördük. Tam tersine göz göze geldiğimiz herkes gülümseyerek selam verdi. Anladım ki Çarşamba da eski Çarşamba değildi, orada da çok şey değişmişti...
HARRY POTTER’IN HOGWARTS’INA TAŞ ÇIKARACAK BÜYÜLÜ OKUL...
İstanbul’un yedi tepesinden birinin yamaçlarındaki Fener Rum Erkek Lisesi, nam-ı diğer Kırmızı Kale’nin dik yokuşunu tırmanırken nefes nefese kaldık. Ama yokuşun dikliğinden mi yoksa tarihi büyüsünden mi bilemedim.
Merakımı gidermek için bu sefer de Saffet Emre Tonguç ile Pat Yale’in “İstanbul Hakkında Her Şey” kitabına sarıldım. Meğer tarihi 1454’e kadar uzanan o zamanların üniversitesinden günümüze ne yazık ki bir iz kalmamış. 1881’de inşa edilen şu andaki koca binada bir avuç öğrenci varmış ve onların da bir kısmı Hatay’dan gelen Ortodoks öğrencilermiş.
Okula girebilmeniz zor ama girebilirseniz muhteşem bir tarih ile karşılaşıyorsunuz.
ÜÇ AYDA YAPILAN BULGAR KİLİSESİ’NİN RESTORASYONU BAKALIM KAÇ YILDA BİTECEK?
Haliç kıyısında belki önünden yüz kere geçtiğim ama hiç fark etmediğim çok enteresan bir başka kiliseyi daha keşfettim bu yürüyüşte. Adı Sveti Stefan ya da daha çok bilinen ismiyle Bulgar Kilisesi. Demirden inşa edilmiş dünyadaki tek kilise...
Anlatılanlara göre Bulgarlar, milliyetçilik akımının etkisiyle 1800’lü yıllarda Rum Ortodoks’lardan ayrı bir kilise istemişler. Devrin padişahı da hem Rumlar’ı kırmamak hem de Bulgarlar’a “hayır” dememek için “3 ayda bitirirseniz olur” demiş. Kilise o yüzden Rusya ve Viyana’daki atölyelerde demir dökümden yapılmış; Tuna’dan gemilerle parçalar halinde Haliç’e getirilip kıyıya kurulmuş ve İstanbul’un ilk prefabrik yapısı olarak tarihe geçmiş.
Bazı tarihçiler ise kilisenin buradaki zemin yumuşak olduğu için demirden yapıldığını, öteki hikayenin bir turist rehberi masalı olduğu söylüyor. Bense her halükarda çok kısa bir sürede yapılan bu kilisenin restorasyonunun ne zaman biteceğini merak ediyorum?
Gezinin finalinde Balat’ta nefis bir köşe-kahve olan Hanımeli’nde demli bir çay içtik ve İstanbul gibi bir şehirde yaşadığımız için bir kez daha şükrettik...
FATİH, İSTANBUL’U FETHETMEDEN ÖNCE SARIĞI BİZANS’I FETHETMİŞ
Kariye’nin girişinde, kapının hemen üstünde kafası sarıklı, upuzun sakallı bir adamın mozaiğini gördüm. Elindeki kilisenin maketini saygıyla Hz.İsa’ya doğru uzatıyordu.
Bunun bir benzerini de Ayasofya’nın yan kapısından hatırlıyordum. Hemen açtım kitabımı... Meğer sarıklı adam, kiliseyi yıkıldıktan sonra yeniden yaptıran Teodor Metokhites’miş.
İstanbul fethedilmeden 100 yıl önce yapılan bu duvar resminden de anlaşılıyor ki, Osmanlı modası şehri Fatih’ten bir asır önce çoktan fethetmiş.
Paylaş