EYLÜL 2011’de internet üzerinden Türkiye’ye bir bomba düştü. Bu, PKK ile MİT arasında Oslo’da yapıldığı söylenen bir görüşmenin ses kaydıydı.
Görüşmenin içeriğinin bu yazı için bir önemi yok; önemli olan bu kayıtların yayınlanmasından sonra PKK’nin Ağustos 2010’da ilan ettiği ‘eylemsizlik’i sona erdirmiş olması ve yeniden çatışmalı ortama girilmesi.
Bu kayıtların yayınlanmasından kısa bir süre sonra, kamuoyunun çok da dikkatini çekmeyen başka bir gelişme oldu. İmralı’da hapis yatmakta olan Abdullah Öcalan, avukatlarını çok sert bir açıklama yaparak işten kovdu, Kandil’deki PKK yönetimi dahil herkese sitem ederek ‘Bundan böyle kimseyle görüşmeyeceğini’ söyledi. Öcalan’ın en sert sözü, ‘Beni araçsallaştırıyorsunuz’du, küsmesinin sebebi de buydu.
2011 sonundan 2012 sonuna kadar Kürt sorunu en kanlı dönemlerinden birini yaşadı. Bir hesaba göre bu dönemde PKK bine yakın gerillasını kaybetti.
2012 ortalarında cezaevlerindeki PKK’lı mahkûm ve tutukluların bir bölümü, ‘Öcalan’a tecrit sona ersin’ diyerek açlık grevine gitti. Oysa tecridi uygulayan Öcalan’ın bizzat kendisiydi; sadece akrabalarıyla o da ayda yılda bir görüşüyordu, örgüt avukatlarını ise kabul etmiyordu.
Açlık grevlerinde tehlikeli noktaya yaklaşılınca herhalde hükümet de devreye girdi; Öcalan’la temas kuruldu ve bugün bitip bitmediğini sorguladığımız ‘çözüm süreci’ o günlerde Öcalan’ın yazdığı bir mektuptan sonra başladı. Açlık grevleri sayesinde Öcalan yeniden örgütün ‘lider’i olmuştu ve yeni süreci artık o götürecekti. Başlangıçta örgüt ona doğrudan karşı çıkmadı, biat etti.
Şimdi yeniden aynen 2012’de olduğu gibi yeni bir kanlı döneme giriyor olabiliriz.
Türkiye’nin IŞİD’e yönelik bu saldırısını uluslararası koalisyonun amaç ve hedefleri doğrultusunda değerlendirmek, IŞİD’e karşı yürütülen küresel mücadelenin bir parçası olarak görmek gerekir.
Bu saldırının geleceğini biz bir grup gazeteci bundan üç hafta önce aldığımız bir brifingle öğrendik, bunun haberi gazetelerimizde de çıktı. Üstüne Başbakan Ahmet Davutoğlu bu brifingde gazetecilere aktarılan bilgileri aynen teyit edip kendi ağzından pek çok şey söyledi; o da yayınlandı.
Yani aslında IŞİD başına ne geleceğini biliyordu; sadece ne gün olacağını bilmiyordu. Suruç’taki canlı bomba eylemi, hemen ardından Kilis’teki sınır ihlali girişimi, Türkiye’nin ve koalisyon güçlerinin IŞİD’e karşı askeri harekâtını daha öne çekti belki.
Türkiye’nin daha önce ‘Ortada bir siyasi strateji yok, o ortaya çıkmadan biz buna aktif destek olmayız’ diyerek sadece insani amaçlı operasyonlarını desteklediği koalisyona bugün askeri gücüyle katılma sebebi, aslında aciliyet kazanan bir askeri hedeften kaynaklanıyor.
O hedef, halen Türkiye-Suriye sınırında 210 kilometrelik bir bölgeyi kontrol etmekte olan IŞİD’in oradan gönderilmesi. Türkiye sınırında IŞİD’i istemiyor; esasen Arap ve kısmen de Türkmen bölgesi olan o toprakların Özgür Suriye Ordusu tarafından kontrolünü arzuluyor.
ÖSO’nun karadaki gücünün buna yetip yetmediğini, Türkiye ve koalisyonun gerek topçu ve gerekse hava desteğiyle ÖSO’nun IŞİD’i oradan sökmeyi başarıp başaramayacağını göreceğiz.
Suriye topraklarında yaşanacak ve ne kadar süreceğini kestirmenin şimdilik imkânsız olduğu bu savaşın Türkiye topraklarına yansımaları olması kaçınılmaz.
O zamanlar El Kaide vardı, yetkili, ‘Türkiye her ay onlarca Kaideci yakalıyor ve onları uygun biçimlerde yurtdışındaki muhataplarımıza veriyoruz’ demiş, sonra da ‘Aman yazmayın bunu’ diye eklemişti.
Neden yazmayacaktık? O hassasiyetin sebebini sonra öğrendim: Özellikle İslam dinini kullanarak terör yapanlarla ilgili alınan önlemler konusunda Ankara çok yüksek sesli ve övünür bir perdeden konuşmak istemiyordu; çünkü, bütün bu örgütlerin aslında yurtiçinde de ciddi tabanları veya potansiyelleri vardı, onu tahrik etmek ve harekete geçirmek istemiyordu.
Türkiye’den zamanında Afganistan’a kaç ‘mücahit’ gitti? Bosna’ya? Çeçenistan’a? Irak’a? Ve şimdi de Suriye’ye?
Bu gidenlerin hepsi değil ama ezici bir çoğunluğu ‘cihat’ için gittiler.
Yazının başında aktardığım aynı güvenlik yetkilisi, bir başka sohbette 80’lerin başında PKK eylemlerine başladığında ortaya çıkan derin istihbarat zaafını anlatmıştı.
Şimdi Türkiye sanki benzer bir durumu Suriye’ye ve Irak’a giden cihatçılar, özellikle de IŞİD’e katılanlar konusunda yaşıyor.
Çarşamba günü bu köşede çıkan yazıda, Diyarbakır’da HDP mitingine bomba koyan genç IŞİD militanıyla ilgili ihmaller zincirinden söz ettim. Bunlar içinde en çarpıcısı, Diyarbakır polisinin bombacıyı otelinde ziyaret edip asker kaçağı olduğu için ona tebligat yapmasıydı.
BİZİM neslimizin ve korkarım bizden önceki ve sonrakilerin de refleksi aynıdır; bu ülkede ne zaman barışı kökünden sarsıcı eylemler katliamlar olur, hemen döner devlete bakarız.
Devletimizin maalesef böyle bir sicili vardır; bazen bizzat gider kendisi yapar provokasyonu, Gezi’de olduğu gibi ülkeyi haftalarca sarsar. Bazen de maşalarına yol verir yapsınlar diye, Kahramanmaraş’ı, Çorum’u kana bularlar, Sivas’ta Madımak Oteli’ni ateşe verirler. Bazen alenen işbirliği yapar, 90’lı yılların Batman’ı başta olmak üzere Güneydoğusunda Hizbullah’ı PKK’nın karşısına diker.
Bakın, 7 Haziran seçiminden iki gün önce, Diyarbakır’da HDP mitinginde bomba patladı, dört kişi öldü. Bombacı, Diyarbakır değil Gaziantep polisinin çabası sonucu, biraz da tesadüfen yakalandı. Hürriyet’te haberlerini okudunuz, bombacı polis takibindeydi, annesi Başbakan Ahmet Davutoğlu’na kadar ulaşmış, oğlunun bulunmasını istemişti, polis de aslında terörden aradığı bombacıyı ‘asker kaçağı’ olarak yakalamış ama bırakmıştı.
Bunlar basitçe ‘ihmal’ midir, yoksa kasıtlı davranışlar mıdır?
Devlet o bombacının o miting alanına kadar gitmesine izin veren mekanizmayı cezalandırmadıkça, benim neslim de benden önceki ve sonraki nesiller de o bombada sorumluluğun devlette olduğunu düşünmeye devam edecek.
Peki ya Suruç’taki canlı bomba?
Yüreğiniz elverdi ve bombanın patlama anı görüntülerini TV’de, internette seyrettiniz mi bilmiyorum; etraftaki onlarca polis dikkatinizi çekmiş olabilir. Gençler kameralara slogan atarken bombacı da içlerinde. Ve polis etrafta.
SALI günü heyecanla bekliyordum, nihayet akşamüzeri saatlerinde beklediğim fotoğrafı gördüm; bu Plüton’un ‘Yeni Ufuklar’ adlı uzay aracı tarafından çekilmiş yakın plan fotoğrafıydı.
Hepimiz hayatımızda ilk kez Plüton’ya, bir gezegene bu kadar yakından bakıyorduk. Ve garip şekilde, aslında bir gezegeni ilk kez gördüğümüz son fotoğraftı bu; çünkü kendi Güneş Sistemimizde yakından bakacak başka gezegen kalmadı.
Elbette devasa boyutta meteorlar var; büyüklüğü Plüton’a yakın cüceler var; ‘Yeni Ufuklar’ın yoluna çıkacak dev buz kütleleri var ama işte Plüton fotoğrafı son gezegendi.
Bir yandan insanlığın olağanüstü bir sıçraması bu. Kabaca 6 milyon yıldır insansı canlılar var bu dünyada. Evrimimiz sayesinde bugünkü halimize yaklaştığımızda yüz binlerce yıl avcılık ve toplayıcılıkla uğraştık. Kabaca 15 bin yıldan beri tarım ve hayvancılığı yapıyoruz. ‘Modern çağ’ adı verdiğimiz dönem, insanlığın bütün tarihine baktığınızda minicik bir zaman: Taş çatlasa 200 yıl.
Hatırlayın, bundan sadece 112 yıl önce Wright kardeşler yerden havalanmayı başardı; ilk uçaktı bu ve sadece birkaç yüz metre uçabilmişti. Plüton diye bir gezegen (veya cüce gezegen) olduğunu sadece 1930’da keşfettik; o sırada jet motoru bile bulunmamıştı.
İlk roketleri 40’lı yıllarda askeri amaçla Almanya üretti; bunların çoğu havalanamıyordu bile. Ama bakın bugün, Güneş Sistemimizin sınırındaki, bizden milyarlarca kilometre uzaktaki bir gezegene yıllar önceden randevu veriyor, sonra da tam zamanında onun yanına ulaşabiliyoruz. Ulaşmakla kalmıyoruz; fotoğraf çekiyor, yüzeyin bileşimini anlamak için araştırma yapıyoruz.
İnsanlık tarihi biraz da keşiflerin, ‘yeni ufuklar’ arayışının tarihi. Plüton’u yakından gördük, bir sayfa kapandı ama önümüzde koca evren var, açılacak daha çok sayfa var...
BU ayın ilk günü, yani 1 Temmuz’da bu köşede çıkan yazının başlığı şuydu: ‘Böcek’ davası bitti, ‘Paralel’e atıf bile yok.
Kastedilen ‘böcek’ davası, Başbakanlığı döneminde Recep Tayyip Erdoğan’ın biri kendi özel evinde, diğeri resmi Başbakanlık Konutu’nda kullandığı iki çalışma odasında bulunan dinleme cihazlarıyla ilgili davaydı.
Bu dava, 17 ve 25 Aralık 2013 sonrası Türkiye’de başlayan ‘Paralel yapı’ soruşturmaları ve davalarının ilkiydi.
Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi, kısa kararında ‘paralel yapı’ veya başka davalarda ve iddianamelerde artık sıkça görülmeye başlanan ‘Fethullahçı Terör Örgütü’ (FETÖ) kalıplarının hiçbirine yer vermemişti ve bu durum da benim dikkatimi çekmişti.
Şimdi aynı mahkemenin gerekçeli kararı da çıktı. Gerekçeli kararda hâlâ ‘Paralel yapı’ veya ‘FETÖ’ sözcükleri geçmiyor ama bu iddialarla açılan davalara atıflar yapılıyor.
‘Emniyet içindeki örgütlü yapı...’
BAŞARI aslında Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi’ne ait ama Adalet ve Kalkınma Partisi’nin de ciddi payı var: Seçimin üstünden beş hafta geçtikten sonra sokakta vatandaş ‘Hükümet kurulacak mı’ diye soruyor. Az başarı sayılmaz!
Benim başıma bu sıklıkta geliyorsa öteki gazetecilere daha çok geliyordur; bakkaldan taksiciye, genç öğrenciden ev kadınına her çeşit insan, merhaba bile demeden ‘Hükümet kurulur mu’ diye soruyor.
Elbet bir hükümet kurulur; ama peşrevin bu kadar uzun sürmesini ve uzun sürüyor diye tarafların propaganda makinelerinin şimdiden birbirini suçlamaya başlamasını anlamak zor.
Bu yazıyı AK Parti Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu ile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin görüşmeye başlamasından önce yazıyorum. Görüşmenin sonunu beklemeye, Davutoğlu’nun ilk iki görüşmesini toplu halde değerlendirmeye gerek duymadım.
Duymadım çünkü, biraz sonra başlayacak olan görüşmeden çıkacak iki ihtimal var. Ya AK Parti ve MHP, aynen CHP’yle olduğu gibi ‘Keşif amaçlı görüşmeler’e karar verecek ya da MHP ‘Biz muhalefet olmak istiyoruz’ demeye devam edecek.
Bu iki ihtimalin birbirinden yegâne farkı, ikinci ihtimalin gerçekleşmesi halinde kenarda duran CHP’nin kendi elinin güçlendiğine dair (bence yanlış) bir izlenim edinmesi olacak; o kadar. (MHP ile keşif amaçlı görüşmelerin başlanması da AK Parti’ye elinin güçlendiği hissini verebilir ama bu da yanlış bir his olur; AK Parti’nin eli pazar günü ne kadar güçlüydüyse bu görüşme sonrası da ancak o kadar güçlü kalmaya devam edecek.)
Koalisyon matematiğinin veya koalisyon kurulması sırasında oynanacak ‘Oyun Teorisi’nin en kritik noktasını geçen gün Ahmet Davutoğlu söyledi: ‘Biz koalisyona öteki partilere göre daha az muhtacız. Onların iktidar olabilmesi için (seçim yenilense dahi) mutlaka koalisyonda yer almaları gerekiyor; biz ise bir seçimde tek başına iktidar olmaya daha yakınız.’Dolayısıyla mesele, CHP ve MHP açısından iktidarda olmayı isteyip istememek meselesi aslında.
Bir harita bulun, açın bakın. Saraybosna’ya, hemen yakınındaki Srebrenica’ya bakın. 20 yıl önce bugün, Sırp milliyetçileri, Srebrenica’da 8 binden fazla insanı öldürmeye başladı; sadece üç gün içinde de öldürdü.
Bu, Avrupa kıtasında 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en büyük toplu sivil katliamıydı. Ve katliam, Avrupalıların, barış içinde birlikte yaşamayı bütün dünyaya öğretmeye kalkacak kadar kibirli olan Avrupalıların gözlerinin önünde oldu.
Ratko Mladic’in komutasındaki Sırp askerleri kasabaya 11 Temmuz 1995 sabahı ansızın gelmedi; o kasabanın Sırpların eline geçmesinin, kasabadaki sivil halkın önce kendi öz savunmalarından yoksun bırakılıp Birleşmiş Milletler’in sözde ‘koruma’sına girmesinin, sonra Hollandalı askeri birliğin kötü niyetli ve beceriksiz komutanının kasabayı Mladic’in askerlerine teslim etmesinin, Mladic’in Müslüman Boşnaklara koruma sözü vermesinin ve bu sözün hemen ardından da Boşnakları katletmesinin bir tarihi var.
Hâlâ cenazeler toprağa veriliyor
Bunların hiçbiri bir sabah ansızın, herkes hazırlıksızken olmadı. Katliam geliyorum diye diye geldi ve maalesef bütün insanlık bunu seyretti; Hollanda daha yakından seyretti.
İşte bu katliamın 20. yılında, Boşnaklar hâlâ cenazelerini toprağa vermeye devam ediyorlar. Bugün de, son olarak kimlikleri tespit edilebilen 136 kişinin toprağa verileceği cenaze yapılacak.