Paylaş
Türkiye’nin IŞİD’e yönelik bu saldırısını uluslararası koalisyonun amaç ve hedefleri doğrultusunda değerlendirmek, IŞİD’e karşı yürütülen küresel mücadelenin bir parçası olarak görmek gerekir.
Bu saldırının geleceğini biz bir grup gazeteci bundan üç hafta önce aldığımız bir brifingle öğrendik, bunun haberi gazetelerimizde de çıktı. Üstüne Başbakan Ahmet Davutoğlu bu brifingde gazetecilere aktarılan bilgileri aynen teyit edip kendi ağzından pek çok şey söyledi; o da yayınlandı.
Yani aslında IŞİD başına ne geleceğini biliyordu; sadece ne gün olacağını bilmiyordu. Suruç’taki canlı bomba eylemi, hemen ardından Kilis’teki sınır ihlali girişimi, Türkiye’nin ve koalisyon güçlerinin IŞİD’e karşı askeri harekâtını daha öne çekti belki.
Türkiye’nin daha önce ‘Ortada bir siyasi strateji yok, o ortaya çıkmadan biz buna aktif destek olmayız’ diyerek sadece insani amaçlı operasyonlarını desteklediği koalisyona bugün askeri gücüyle katılma sebebi, aslında aciliyet kazanan bir askeri hedeften kaynaklanıyor.
O hedef, halen Türkiye-Suriye sınırında 210 kilometrelik bir bölgeyi kontrol etmekte olan IŞİD’in oradan gönderilmesi. Türkiye sınırında IŞİD’i istemiyor; esasen Arap ve kısmen de Türkmen bölgesi olan o toprakların Özgür Suriye Ordusu tarafından kontrolünü arzuluyor.
ÖSO’nun karadaki gücünün buna yetip yetmediğini, Türkiye ve koalisyonun gerek topçu ve gerekse hava desteğiyle ÖSO’nun IŞİD’i oradan sökmeyi başarıp başaramayacağını göreceğiz.
Suriye topraklarında yaşanacak ve ne kadar süreceğini kestirmenin şimdilik imkânsız olduğu bu savaşın Türkiye topraklarına yansımaları olması kaçınılmaz.
O yüzden, bir yandan orada uzaktan askeri harekât yürütürken bir yandan da iç güvenliği çok sağlam bir biçimde sağlamak, yeni Suruç ve Diyarbakır vakaları yaşanmasının önüne geçmek gerekiyor.
Savaşa sevinilmez ama keşke bu kadar geç kalınmasaydı
ASLINDA Türkiye’nin askeri gücü, taa Suriye içsavaşının ilk çıktığı günde Esad rejimi dahil herkese caydırıcılık uygulayabilir, mesela ‘Sınırımıza her noktada 40 kilometre derinliğe kadar ağır
silah ve uçak/helikopter görmeyeceğiz’ denebilirdi.
Bu, son iki yıldır çok konuşulan ‘güvenli bölge’ demekti; iç kesimlerde ne çatışma yaşanırsa yaşansın, Türkiye sınırına komşu bölgelerde büyük çatışma yaşanmaması için bir önlem olarak bu uygulanabilirdi.
Türkiye bugün IŞİD’le ilgili aldığı kararı aslında iki yıl önce de alabilirdi; en azından Musul konsolosluğundaki rehinelerin kurtulmasının hemen ardından bugünkü pozisyonuna geçebilirdi. O zaman Kobani dramı yaşanmamış olurdu; Türkiye Kobani’yi kendi topçusuyla, adımını Suriye toprağına atmadan koruyabilirdi.
Savaşa sevinilmez ama Suriye’den bize yansıyan 2 milyon mültecili büyük insanlık dramı da tamamen önlenemese bile çok daha sınırlı kılınabilirdi.
Birileri ‘Suriye politikasında hata’ derken bu söylediklerimi söylemiyor ama bence temel hatalar bunlardı; Suriye’de içsavaşı ne önlemeye ne de durdurmaya gücümüz vardı ama kendi ülkemizin güvenliğini daha iyi sağlayabilirdik.
Suriye Kürtlerine bakışımız değişsin Türkiye çok rahatlar
SURİYE konusunda yapılan en vahim ve ülke iç güvenliğini en çok tehdit eden hatalardan biri de, oradaki Kürtlere ‘Soydaşımız’ gözüyle bakmamamız, onların hamiliğine soyunmamamız oldu.
Oradaki Kürt örgütler Özgür Suriye Ordusu’ndan ve ‘Suriye Ulusal Konseyi’ adı verilen muhalefet şemsiyesinden uzak durdular diye biz de onlara kızdık. Oysa kızmamız yersizdi; sonuçta Suriye’de yaşayan Türkmenler ne kadar soydaşımız ve akrabamızsa Kürtler ve hatta Araplar da o kadar soydaşımız ve akrabamız. Bunu Kürtlere hissettirebilmeli, meseleyi PKK parantezinde görmemeliydik.
Vakit hâlâ geç değil. Kobani başta olmak üzere Kürt köyleri ve kasabalarında hayat ‘normal’e dönecekse bunu Türkiye yapmalı; hatta TOKİ yapmalı ve karşılıksız yapmalı.
Suriye’deki Kürtlere Irak’taki Kürtlere baktığımız gibi baktığımızda, yani onlara yardımcı olmaya çalıştığımızda ülke içindeki durumun da hızla normalleştiğini göreceğiz.
Konu sadece bir dış politika konusu değil; iç güvenlik ve iç barış konusu aynı zamanda.
Paylaş