Bugün hikâyelerinin çocuklara okutulup okutulmaması üzerine bir tartışmanın yapıldığı Ömer Seyfettin bu cümlelerle özetliyor hayatını. Hatta iki kelimede de özetlenebilir hayatı, Behçet Necatigil’in ‘Kitaplarda Ölmek’ şiirinde dediği gibi. “Adı, soyadı/Açılır parantez/Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti/Kapanır parantez.”
Ömer Seyfettin için (1884-1929) şeklinde açılıp kapanan an, o hayat parantezinin içindeki ‘çizgi’de yazan iki kelime ‘savaş ve edebiyat’tı. Bir yazarın edebiyatını değerlendirmek için dönemini ve içinde yaşadığı koşulları göz önünde bulundurmak gerekir.
140’A YAKIN HİKÂYE ŞİİR VE DENEME
Parçalanan bir imparatorluğu kurtarmak için cepheden cepheye koşan bir ordunun neferiydi o. Eserlerini bu ruh halinde kaleme aldı. Milli bir edebiyatın oluşması için önce milli lisanın gerekliliğini savundu. Türkçülük akımının içinde savaş veren bir ülkücüydü. Hakkında en kapsamlı biyografiyi kaleme alan Tahir Alangu, kitabına onun bu yönünü vurgulamak için ‘Ülkücü Bir Yazarın Romanı’ adını verecekti.
1884’te Gönen’de doğan Ömer Seyfettin, askeri okullarda eğitim görmüş, savaşlara katılıp esir düşmüş, sonrasında ise Kabataş Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yapmıştı. 6 Mart 1920’de, henüz 36 yaşında hayata veda ettiğinde arkasında 140’a yakın hikâye, şiir ve deneme bıraktı. Konularını gündelik hayattan, çocukluk ve askerlik anılarından, tarihten, halk hikâyelerinden ve efsanelerden aldı. Savaşın bütün şiddetiyle yaşandığı, cephelerden şehit haberlerinin geldiği, kolunu, bacağını kaybetmiş gazilerin toplum içinde iyice görünür olduğu bir dönemde onun bütün bunlara gözünü kapaması düşünülemezdi.
MİLLİ BİR EDEBİYATI VE LİSANI SAVUNDU
Arkadaşları Ali Canip ve Ziya Gökalp’le Selanik’te çıkardıkları ‘Genç Kalemler’ ve daha sonra Ziya Gökalp’in 1. Dünya Savaşı yıllarında çıkarmaya başladığı Yeni Mecmua’da yayımladığı hikâyelerinde ‘Yeni Lisan’ davasını ileriye sürdü. Dilde sadeleşmenin en önemli savunucularındandı ve yazdıklarıyla bunun örneğini verdi.
Diğer yandan bir eğitimciydi. Öyküleri, gerek işlediği konular, gerek dil ve üslup bakımından her yaşa ve toplumun her kesimine hitap ediyordu.
Üzerinde Göktürk alfabesiyle ‘Gökyüzüne bak, Ay’ı gör’ yazan monolit Milli Uzay Programı için yapılmış bir viral tanıtım kampanyasının ürünüymüş meğer.
Şimdi program dahilinde uzaya gönderilecek Türk vatandaşına ne ad verileceği ve kimin gideceği tartışma konumuz.
Programa böyle güncel sanat göndermeli bir tanıtım yapılınca, sanatçılarımızın uzayla ilişkisini düşündüm.
Yeşilçam’ın komedi-macera türündeki uzay filmleri dışında ilk sanatsal çalışma, bildiğim kadarıyla Kutluğ Ataman’ın 2009 yılında çektiği ‘Aya Seyahat’. Kendi gerçekliğini kurgulayan ‘fake’ (yalancı) belgesel olarak çekilen filmde Ataman, 1957 yılında Erzincan’ın bir köyünde Ay’a gitmek isteyen bir grup insanın hikâyesini anlatmıştı...
MÜLTECİ KOZMONOT
Son yıllarda bence en etkili ‘uzay işi’ Halil Altındere’nin ‘Uzay Mültecisi’ (Space Refugee) isimli video çalışması. Sanatçının ilk kez 2016 yılında Berlin’de sergilenen bu videosu, yurtiçinde ve yurtdışında pek çok önemli bienal ve sanat merkezlerinde gösterildi. 1987’de uzayda yedi gün geçiren ve 2012’de sığınmacı olarak İstanbul’a yerleşen Suriyeli ilk kozmonot Muhammed Ahmed Faris’in hikâyesinden yola çıkan video-sergi, “Dünyada hiç kimse mültecileri istemiyorsa onları Mars’a mı yollayalım?” sorusundan yola çıkarak mültecilerin Mars’ta yaşayacakları bir geleceği anlatıyor.
Kendimize yakıştırdığımız bir aksesuar olduğu için değil, tamamen zorunluluktan. Virüsten korunmak için taktığımız bu basit maskelere çok daha farklı ve derin anlamlar yüklenebileceğini gösteren bir sergi açılmıştı Bayburt’taki Baksı Müzesi’nde. Toplam 20 sanatçı ve tasarımcının eserlerini bir araya getiren ‘Maske/Çağrışımlar’ sergisini Prof. Hüsamettin Koçan, Feride Çelik, Banu Çarmıklı ve Özlem Yalım’dan oluşan bir sanat kurulu şekillendirdi. Sergi, içinde bulunduğumuz bu kaotik ortamda, sanatçı ve tasarımcıların yorumlayan, çözümleyen, alternatifler sunan çalışmalarıyla pandeminin kuraklaştırdığı hayatlarımıza ışık ve enerji katmayı hedefliyor.
PAGAN AYİNLERİNDEN KİMLİK TEMSİLİNE
Baksı Müzesi kurucusu Hüsamettin Koçan, “Hayatımızın merkezine oturan pandemiyi ve ‘maske’ imgesini, en iyi bildiğimiz dille, sanatla yorumlamaya çalıştık, anlam araştırmasına giriştik” diyerek açıklıyor amaçlarını:
“Maske, tarih boyunca hayatımızda var oldu. Önce vahşi doğada kendimizi korumak, kamufle etmek için boyandık, maskelerin ardına gizlendik; sonra pagan ayinlerde... Ve ‘koruyucu’ maske giderek davranışsal bir biçim aldı... Görüntü ve davranışların, örtücü, yanıltıcı, koruyucu gücünü keşfettik.
İnsanlık beklenmedik bir anda uğradığı bu cüssesiz ama cüretkâr saldırı nedeniyle paniğe ve umutsuzluğa kapılırken, sanatçılar, dünyanın her tarafında korunmanın temel unsuru olarak gösterilen maskelerle barışmaya çalışıyorlar. Bu bağlamdan hareketle güncele yanıt ararken, insanın maskeyle olan kadim ilişkisini sorgulayan bir çeşitlilik oluşturuyorlar.”
Geçen sonbaharda Baksı Müzesi’nde sergilenen eserler, şimdi Contemporary İstanbul Vakfı işbirliği ile Zeytinburnu’ndaki Fişekhane’nin tarihi dokusunda bulunan Cocoon’da İstanbullularla buluşacak. Yarın ziyarete açılacak sergi, 21 Nisan tarihine kadar maskeli ve mesafeli olarak ziyaret edilebilir.
Altında, “Nâzım’ın bilinmeyen sevgilisi-175 TL” yazıyordu. Ankara’da faaliyet gösteren Maarif Sahaf ve Mezat’ın düzenlediği müzayedenin ilk lotu olarak satışa sunulmuştu.
Peki kimdi bu gizemli kadın ve nasıl bir aşk yaşamıştı Nâzım Hikmet’le?
Fotoğrafı hatırlamasam da bu gizli aşkın hikâyesini hayal mayal hatırlar gibi oldum sonra. Tam 19 yıl önce, Nâzım Hikmet’in doğumunun 100’üncü yılının kutlanmaya hazırlanıldığı 2002’de yapmıştı açıklamayı Hüseyinova, “Bu sırrı mezara götürmek istemiyorum” diyerek.
O dönem gazetelerde de geniş yer bulmuştu bu sürpriz itiraf. Nasıl bulmasın, “Nâzım Hikmet eğer 3 Haziran 1963’te kalp krizi geçirip hayatını kaybetmeseydi Vera’yı terk edip birlikte yaşamak için benim yanıma taşınacaktı. Çünkü Vera onu eski eşiyle aldatıyordu ve o yüzden kalbi çok kırıktı” diye edebiyat tarihinin en büyük aşklarından birinin ihanetle sonuçlandığını açıklamıştı.
Fotoğraflar, Orhan Pamuk’un Cihangir’deki yazıhanesinde çekilmiş. İlk kare Orhan Pamuk’un selfie’si. Yanında uzun süredir birlikte olduğu arkadaşı Aslı Akyavaş, Nagehan Alçı ve Rasim Ozan Kütahyalı var. İkinci fotoğrafta ise Rasim Ozan Kütahyalı ile birlikte kütüphanenin önünde hareketli bir poz vermişler.
Belli ki buluşulup yemek yenmiş özel bir gecenin fotoğrafları bunlar. Peki nasıl oldu da sosyal medyada yayıldı?
Bir sosyal medya kullanıcısı, “32. Gün Orhan Pamuk röportajı yüklemiş YouTube’a, izleyeyim dedim içinden Rasim Ozan Kütahyalı çıktı” diyerek paylaştı videoyu. Video bir anda viral oldu.
Bunun üzerine iki fotoğraf Orhan Pamuk-Rasim Ozan Kütahyalı ilişkisinin öncesi-sonrasını gösterir gibi yayımlanınca, bir anda sosyal medyanın gündeminde ilk sıralara oturdu.
Buraya kadar her şey normal. Ancak normal olmayan bir şey var. O da Orhan Pamuk’un ‘Veba Geceleri’ adlı yeni romanının önümüzdeki ay yayımlanacak olması.
Yazmaya gösterdiği özenin aynısını romanlarının yayın ve tanıtımına da gösteren Pamuk’u eminim fotoğrafların altına yapılan yorumlar rahatsız etmiştir.
Çünkü büyük çoğunluğu olumsuz nitelikte. Bu durum kitabın satışını ne kadar etkiler bilemiyorum ama umarım önce pandemi nedeniyle ertelenen yayın tarihi şimdi de bu olay yüzünden ertelenmez.
Cumhuriyet’in kurulmasından sonra hız kazanan modernleşme ve Batılılaşma çabalarında eğitimden bilime, sanattan edebiyata, siyasete kadar pek çok alanda verdikleri desteklerle hem Amerika’nın Türkiye’deki siyasi ve kültürel nüfuzunu arttırmışlar, hem de ülkede dönüştürücü bir yönetici kitlenin oluşmasına ön ayak olmuşlardı. Özellikle Rockefeller Vakfı’nın Beşeri Bilimler Bölümü’nün müdür yardımcısı John Marshall’ın 1948 yılındaki ilk Türkiye ziyaretinden itibaren bilim ve sanat alanının önde gelen isimleriyle birebir kurduğu ilişkiler döneme damgasını vurmuştu. Rockefeller bursları için ümit vaat eden akademisyenleri ve sanatçıları belirlemek onun işiydi. Osmanlı-İslam tarihiyle ilgili araştırmaları, edebiyat çevirilerini, tiyatro ve konservatuvarların yenilenmesini finanse etmişti.
Tarihçi Ali Erken’in kaleme aldığı ve Vakıfbank Yayınları arasında çıkan ‘Amerika ve Modern Türkiye’nin Oluşumu’ kitabında yer verdiği bilgiler oldukça çarpıcı. İşte Türk sanat ve edebiyat dünyasında o dönem Rockefeller bursundan yararlananlardan bazıları:
ARŞİV ZİYARETİ
- 1954 ile 1965 arasında önemli sayıda Türk tarihçi, edebiyatçı ve filozof Rockefeller burslarından yararlandı. O tarihte Ankara Üniversitesi’nde önde gelen bir tarih profesörü olan Halil İnalcık’a bir araştırma bursu verilmişti. İnalcık bir Osmanlı tarihçisiydi ama Amerikan tarihi araştırmalarına ilgisi artıyor, bu alandaki çalışmalar hakkında bilgi sahibi olmak için ABD’yi, özellikle de Harvard Üniversitesi’ni ziyaret etmek istiyordu. 1956 yılında ABD’ye gitti, arşivleri ziyaret etti ve Amerikan tarihiyle ilgili dersler aldı.
GELENEKSEL HİSSİ HAYATA GEÇİRDİ
- Vakıf geleneksel sanatlar alanında da iki araştırma bursu vermişti. Türkiye’nin önde gelen seramik sanatçılarından Füreya Koral’a 1957’de ABD’yi ziyaret etmesi için burs verildi. Koral burs belgelerinde bu alanda ‘geleneksel hissi hayata geçirmiş bir sanatçı’ olarak tanımlanıyordu.
FUZÛLÎ ARAŞTIRMALARINA BURS
Bir tek çok sevdiği ve hayatının 18 yılını beraber geçirdiği, “Benim yazı işleri müdürüm” dediği sevimli köpeği Tanti hariç.
‘Sosyete 13’ olarak 1967 yılında çıkarmaya başladığı gazetesini ‘Gazette 13 International’ adıyla yayınlamayı sürdürdü. Ta ki geçen yıl bu aylarda, 507’nci sayısıyla yayın hayatına son noktayı koyana kadar.
Türkiye’deki iş, sanat, siyaset, basın ve spor dünyasının önde gelen isimlerinin rol aldığı 52 yıllık fotoroman adeta gazetenin ciltleri. Orada yayımlanan fotoğraflar eminim pek çok kişinin aile albümünde bile yoktur.
Gerek yaşadığı ekonomik sıkıntılar, gerek bozulan sağlığı, bedelsiz dağıttığı, iki ayda bir yayımlanan bu güleryüzlü mizahi toplum gazetesini çıkarmasını imkânsız hale getirdi.
Son yıllarda bu tür materyalin meraklılarında gözle görülür bir artış var. Batı’daki kadar olmasa da yazarların, sanatçıların, politikacıların imzalı kitapları, el yazısı mektupları ya da fotoğrafları nadirliklerine göre iyi paralara el değiştiriyor.
İstanbul Müzayede’nin 21 Ocak tarihinde saat 21.00’da online olarak gerçekleştireceği açık arttırmanın adı ‘Anılar ve İmzalar’ adını taşıyor. Sakallı Celal’den Talat Paşa’ya, Peyami Safa’dan Fikret Adil’e, Yahya Kemal’den Ece Ayhan’a, Nâzım Hikmet’ten Bülent Ecevit’e kadar Türk edebiyat ve kültür hayatının en önemli yazarlarının imzalı kitap, fotoğraf ve mektupları müzayedede yer alıyor.
Şirketin www.istanbulmuzayede.com sitesinde online katalog mevcut. Merak ettim, kimlerin imzalı kitapları var ve ne kadara satılıyor diye.
Kataloğun ilk sırasında Rıza Tevfik’in (Bölükbaşı) imzalı fotoğrafları karşıladı beni. Türk edebiyatının ve siyasetinin en ilginç isimlerinden biri Rıza Tevfik. Felsefeye merakı yüzünden ‘Feylesof’ Rıza olarak anılsa da tıp eğitimi almış, Osmanlı döneminde milletvekilliği, eğitim bakanlığı yapmış. Şair ve yazar.
Gelelim Rıza Tevfik’in müzayededeki imzalı fotoğraflarına... Tolstoy’u andıran sakallarıyla bir 19. yüzyıl Rus yazarlarını andıran iki fotoğraf; birinde yanında Şerif Muhittin Targan bulunuyor. Üçüncüsü ise daha genç yaşlarda çekilmiş ve üstü çıplak bir fotoğraf. Bunların dışında kızı ve torununa yazdığı el yazısı mektupları da satışa sunulmuş.
Katalogda dikkatimi çeken bir diğer fotoğraf ise Necip Fazıl Kısakürek’e ait. Gençlik yıllarında yanında bir arkadaşıyla, Büyük Doğu’yu çıkarmadan önce, plajda çekilmiş bir fotoğraf bu da. İmzalı ve ithaflı kitaplarının yanında bu fotoğrafı da satılıyor.