Ressam Komet’in vefatının ardından Paris’te yaşan sanatçı Utku Varlık kişisel bloğunda yazdığı bir yazıyla bu basit, insani kuralı yerle yeksan etti.
Ressam Komet 25 Eylül 2022’de İstanbul’da vefat etti.
Yazısına “Acaba sanatçı olmak bir ayrıcalık mı? Tamam ölüm bir kurtuluş, senin adın yazılı bir kapıdan çıkış ve gidiş ve dönüş yok ama geride bir yaşanmışlık kalıyor ve ben buna ‘yaşanmışlığın arka odaları’ diyorum, gerçeğin sandıklarda naftalin kokan başka bir gerçeği, her dönemde değiştirilen kurumuş kabuklar, kirli çamaşırlar ve de içinden sararmış fotoğraflar taşmış bir albüm, babasının gönderdiği mektuplar, iple bağlı...” cümleleriyle başlayan Utku Varlık, önce Komet’in ardından yazı yazanları eleştiriyor.
Ardından öğrencilik yıllarından başlayarak Komet’in kendisini entelektüel olarak pazarladığını ama hiç kitap okumadığını, sonrasında Paris’te eğitim için devletten aldığı bursu ödemeyince babasının zor durumda kalıp kendisine yazdığı mektubu, hakkında konuştuğu için döveceği haberini ilettiğinde tanıdıklarının nasıl araya girdiklerini anlatıyor.
SAHTE BOHEM
Utku Varlık gerçek adı Gürkan Coşkun olan sanatçının Komet takma adını nasıl aldığını ve bu adı kullanmaktan neden vazgeçmediğini şöyle anlatıyor:
“İşte bir anı: 60 yılları Akademi’deydik, sen ve birkaç kişi serseri
Pamuk’un toplam 13 kitabının seslendirileceği projede ilk olarak ‘Babamın Bavulu’, ‘Kırmızı Saçlı Kadın’, ‘Kara Kitap’ ve ‘Yeni Hayat’ erişime açıldı.
Kitaplar tiyatro sanatçıları tarafından seslendirilirken Orhan Pamuk en kişisel olanını, ‘Babamın Bavulu’nu kendisine ayırmış.
Kitaba ismini veren metin, Pamuk’un İsveç Akademisi tarafından 2006 Nobel Edebiyat Ödülü’nün verildiği törende yaptığı konuşması.
Nobel tarihinin en içten ve en iyi hazırlanmış konuşmalarından biri olarak yorumlanan metni kendisinin seslendirmesi çok doğru bir karar.
“Ölümünden iki yıl önce babam kendi yazıları, elyazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir bavul verdi bana. Her zamanki şakacı, alaycı havasını takınarak, kendisinden sonra, yani ölümünden sonra onları okumamı istediğini söyleyiverdi. ‘Bir bak bakalım,’ dedi hafifçe utanarak, ‘işe yarar bir şey var mı içlerinde. Belki benden sonra seçer, yayımlarsın’” diye başlayan bir konuşmayı başka birinden dinlemek, araya mesafe koymak olurdu. Herhangi bir romanının başlangıcı gibi algılanırdı.
Kitapta
Paris’teki evleri Türk edebiyatçılarının ve sanatçılarının dünyaya açılan kapısı oluyor. Kimler geçmiyor ki o kapıdan...
Daha önce anılarını ‘Gel Zaman Git Zaman’ kitabında kaleme alan Güzin Dino’nun Bahriye Çeri ile 2003-2011 yılları arasında yaptığı söyleşisi ‘Böyle Bir Hayat’ adıyla kitap olarak yayımlandı.
Kitapta, Nâzım Hikmet’ten Yaşar Kemal’e, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Orhan Pamuk’a, Erich Auerbach’tan Picasso’ya, Chagall’a kültür, sanat ve edebiyatta yer etmiş pek çok yazar ve sanatçı çok özel tanıklıklarla anlatılıyor.
‘PİCASSO’NUN ATÖLYESİ’NDE BİR İSPANYOL, BİR TÜRK, BİR RUS
PARİS’e gittiği ilk yıllarda Abidin Dino bir süre ünlü İspanyol ressam Pablo Picasso’nun seramik atölyesinde çalışır. Picasso’nun seramiklerinin röprodüksiyonunu yapar orada. Picasso kendi objelerini fırınladıktan sonra Abidin Dino’ya da kendi işlerini yapabilmesi için izin verir. Bir altı ay kadar aynı atölyeyi ünlü Rus ressam Marc Chagall da kullanır.
Atölye ortamını şöyle anlatıyor Güzin Dino:
“
Eserin künyesini okuyorum: ‘Hakan Gürsoytrak, Taht, 2013, 120x180 cm. Tuval üzerine yağlıboya, Env. No: 10900/20305.’
Takip ettiğim, resimlerini beğendiğim bir sanatçı Gürsoytrak ama hiç görmediğim bu eseri bana neden tanıdık geliyordu?
Son salonda, yani günümüz sanatçılarının yer aldığı bölümde sergileniyor eser.
Tablonun ismi dağıttı bir anda beynimdeki sisi.
Evet, bu taht, Topkapı Sarayı’nda müze müdürünün lojmanına taşıttığı
Nâzım Hikmet’in 1951 yılında yurttan ayrılmak zorunda kaldıktan sonra yazdığı şiirler için ‘kartpostal şiiri’ tanımlamasını yapmış ve büyük tepki çekmişti.
1997 yılında yayın hayatına başlayan ‘Ludingirra’ adlı edebiyat dergisinin ilk sayısında ‘İçkin Bir Edebiyat Sözlüğü’ başlığıyla bir sözlük hazırlayan Mehmet Rifat, bu ifadeyi Ece Ayhan’dan yaptığı alıntılarla örneklemişti:
“Kartpostal Şiiri
O dönem Cumhuriyet gazetesinde köşe yazan şair ve yazar Turgay Fişekçi de Ece Ayhan’ın ‘kartpostal şiiri’ tanımlamasını eleştiren bir yazı kaleme aldı.
Ece Ayhan
“Gelmiş geçmiş en büyük şairimiz sayılan Nâzım Hikmet üstüne kimi zaman aykırı görüşler ileri sürülerek, biraz da onun her yönüyle büyüklüğüne inanmış okurlar şaşırtılmak istenir. Bu tür çıkışların en ünlülerinden biri de Ece Ayhan’ın söylediği ‘Kartpostal Şiiri’ sözüdür”
Meydandaki asırlık çınar ağaçlarının etrafı yeniden çevrilmiş ve tarihlerini anlatan küçük tabelalar konmuştu köklerine.
Sahaflar Çarşısı’na en yakın olan çınarın altındaki tabelada ‘Hüseyin Avni Dede Çınarı’ yazısını görünce eski bir dostla yıllar sonra karşılaşmış gibi oldum. Kendisi orada yoktu ama adı bile zaman tüneline girmek için yetmişti bana.
Uzun saçları, sakalları, kendine özgü giyim tarzı, boynunda heybesi, iri taşlı yüzükleri ve kolyeleriyle bir eski zaman dervişi ile 70’li yılların hippileri arasında gidip gelen görüntüsü canlandı belleğimde Hüseyin Avni Dede’nin.
Altında durduğu çınar gibi zamansızdı ve bir uzantısı gibiydi adeta. Genellikle fotokopiyle çoğaltılıp ciltlenmiş kendi şiir kitaplarıyla antika objeler olurdu tezgâhında.
Hüseyin Avni Dede
80’lerin sonlarındaki öğrencilik yıllarımda hemen karşısına birkaç arkadaşımla ikinci el kitap sattığımız tezgâhımızı açardık biz de. Çoğu kendi kitaplarımızdan oluşan küçük sermayemizi bir gün sel sularına kaptırana kadar komşuluk ilişkimiz de olmuştu.
Sanatçı son dönem çalışmalarından oluşan bir sergi hazırlığı içindeydi vefatından önce. Galeri Merkür’de açılacak bu sergiye iki yıl önce karar vermişlerdi. Ne yazık ki göremedi. Bir tür vasiyeti olan sergi, sanatçının doğum günü olan 20 Ekim’de açılıyor.
Sergide sanatçının ‘Otoportre’ çalışmasının dışında son eseri ‘Saygı’ da ilk kez görülebilecek.
Toplam 13 eserin yer aldığı ve sanatçının ‘Benim Siyahım’ adını verdiği sergisinde ‘Malevich ile Leonardo Da Vinci’ye Saygı’ adlı çalışması da bulunuyor.
Siyah ağırlıklı eserleri ve soyut desenleri ile bilinen Çoker kendi siyahını şöyle tanımlıyor:
“Şimdi benim siyahlarımda Malevich’in tersi bir durum var. Ne gündüzlerimizde ne de gecelerimizde benim yaptığım siyahı görmek mümkün değildir. Neden değil? Çünkü atmosfer tabakasında gündüzlere bakarsanız grisi var, güneşli havada mavisi var, kırmızısı var, sarısı var ama hiçbiri siyah değildir. Peki geceleri mi siyah? Gece de tam siyah değil ki... Öyleyse bu mutlak siyahı nasıl elde edeceksiniz? Bu ancak atmosfer olmadan elde edilecektir.
Tophane’de mimar Emre Arolat tarafından tasarlanan yeni binanın kapıları bu yılın başında ilk kez müzenin kurucusu Osman Hamdi Bey sergisiyle açılmıştı. Geçen hafta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı bir törenle resmi açılışı yapılan müzenin misyonunu hayata geçiren koleksiyon sergisi de ziyaretçilerle buluşmuş oldu.
Türk resim ve heykelinin 150 yıllık geçmişinin büyük bir bölümünü görmek mümkün bu sergiyle. Küratörlüğünü Prof. Dr. Burcu Pelvanoğlu ve Doç. Dr. Ayşe Köksal’ın yaptığı, sergileme tasarımını Yeşim Demir Pröhl’ün gerçekleştirdiği koleksiyon sergisinde 663 adet resim, 85 adet heykel ve 1 adet seramik olmak üzere toplamda 749 adet eser yer alıyor.
Tematik ve kronolojik olarak hazırlanmış, 34 salon ile üç kata yayılan sergi başlangıcından günümüze sanat tarihimizin dönemlerini, akımlarını, kişilerini ve eserlerini izleme fırsatı sunuyor. Her salonun girişine asılmış panolardan gerekli bilgileri alabiliyorsunuz.
Prof. Dr. Burcu Pelvanoğlu ile gezdiğim sergide görsel tarihimizde bir tür zaman yolculuğu yaptım.
Prof. Dr. Burcu Pelvanoğlu
İLK RESSAMLAR ASKERİ