Ben kalender meşrebim bittabi, ne karışırım siyasete. Fakat buradaki kalender, yazının konusu İngiltere olduğundan, yazarın ‘calendar’, yani İngilizce ‘takvim’ kelimesine yaptığı göndermeyi ifade ediyor. Diyor ki yazar “Başkanlık bir takvim, yani zaman, hatta an meselesi, farkında mısınız?” En azından bence öyle diyor. Kendisiyle görüşmedim, zira evet, kafam biraz kırık ama kendi kendimle konuşacak kadar da delirmedim.
Madem bu başkanlık işi ‘calendar’ meşrebe, yani ‘önünde sonunda kriterleri’ne kaldı, ben peşinen taleplerimi ileteyim.
Independent gazetesi İngiltere kraliçesinin ilginç yetkilerini listelemiş. Benim başkanımın İngiliz (bir nevi) mevkidaşından ne farkı var? İngiltere’yi de çok büyütmeyin ha, emperyal güç filan dersin, ama biz olmasak bulaşıkları elde yıkamak zorunda kalacak bir millet bunlar. Bence biraz ezikler.
Ayrıca da Kraliçe 2. Elizabeth dediğimiz hanımefendi, sonuçta pembe şapkalı, tayyörlü, yürüyen mantar gibi minyon bir tip. Oysa bizim bir başkanımız olsa, farz-ı mahal diyorum, muhtemelen boylu boslu, endamlı bir şahıs olur. Çünkü içimde öyle bir his var! O bakımdan, Independent’ın listelediği Elizabeth’in hangi olağandışı yetkisi varsa, görüyor ve artırıyorum:
Çok avam girdim lafa, ama olay tamamen bu.
Türk mühendisleri Antimon adında bir robot yapmışlar. İstendiğinde normal bir araba haline geliyor, istendiğinde kafalı, kollu, bacaklı robot oluyor. Konuşuyor, hatta dans ediyor. Dünyadaki benzerlerinden üstün tarafı, bütün eklemlerinin oynayabiliyor olmasıymış. Türk ya sonuçta, dansta kıvrak tabii.
Fiyatını bilmiyorum ama sadece zevk için bir gün kiralayıp araba olarak İstinye Park’ın önünde bırakıp, sonra uzaktan kumandayla robot haline getirip, bu dans ederken valelerin ve etraftaki ahalinin bakışlarını seyretmek isterdim.
Aynı haber bülteninin devamındaki haberse, İkitelli’deki dev bir inşaat projesindeki istinat duvarının çöküşüydü.
Bu yazdan sağ salim, eliniz ayağınız ama hepsinden önemlisi aklınız yerinde çıktıysanız, önce bir kendinizi tebrik edin.
Herhangi (üstelik de çok talihli olmayanından) bir ülkede, bir vatandaşın bütün ömrü boyunca yaşayabileceği her şeyi bir yaz mevsimi içinde yaşadık!
Şimdi geldik ikinci sınava. Gelecek yaz 24 Haziran’da başlayan Ramazan Bayramı’nın cumartesiye rastlaması bir yıkım. Belki sonraki haftayı komple tatil ilan ederler diye ümitlenebiliriz. Ancak o tarihe kadar, adeta tüm evren bize karşı. Önümüzdeki 8 ay boyunca hiiç tatil yok iyi mi? 29 Ekim de 23 Nisan da pazar gününe denk geliyor, haydi bunu normal karşılayayım..
Ama artık 31 Aralık’ın cumartesi gününe rastlamasında ben art niyet, hatta küresel bir kumpas ararım! Evelallah milletçe bunun da üstesinden geleceğiz. Kâinat ve miladi-hicri takvimler el ele verip bize komplo kurduysa, kendi tatil kafamızı kendimiz yaratacağız. Hafta sonları aşağıda verdiğim tavsiyelerle tatil yapamıyorsanız, tatili ayağınıza getirin.
Birinci ağızdan yaşayanlardan dinledim. 6 yıl kadar önce, o zaman Ulaştırma Bakanı olan Binali Yıldırım ve beraberindeki 15-20 kişilik grup, Ege kıyılarında küçük ama ün yapmış bir deniz ürünleri restoranına gidiyor. Sabahtan haber vermişler, restoran bütün gün heyecanla hazırlık yapmış. Zaten ufak bir mekân, tüm restoran Yıldırım ve misafirlerine ayrılmış. Misafirler denizden guletle restorana gelmişler.
Ne var ki, şu detay Binali Yıldırım ve arkadaşları tarafından bilinmiyormuş: Bu restoran nefis bir mutfağa sahip ama sadece midye, istiridye, langusta vs gibi kabuklu deniz ürünlerinde uzmanlaşmış bir yer! Balık bile yapılmıyor.
Ben bilmiyordum ama İslami kesimin bir kısmı kabuklu deniz ürünü yemiyormuş. Muhtemelen bu yüzden, belki de o akşam grubun çoğu kabuklu deniz ürünü tercih etmediğinden, bilemem.... Ama “Biz bunları yemeyiz ki?” demişler. E ne olacak? Dediğim gibi, söz konusu restoran klasik mezeler, hatta balık bile yapmıyor.
Binali Yıldırım başka bir restorana gitmeyi veya şefin başka bir yerden balık vs aldırıp yapmasını istememiş. Demiş ki: “Siz bize güzel bir menemen yapın, afiyetle yeriz.”
Hillary Clinton, üzerinize afiyet zatürree. Öyle bir zatürree ki, 11 Eylül törenlerinde bayılayazdı kadıncağız. Ama doktorun verdiği dinlenme süresi olan beş günü doldurmayacak, üç günde dikilip kampanyaya devam etmeye çalışacakmış.
İşte bu nedir biliyor musunuz? Amerika Birleşik Devletleri’nin berbat ortak değerlerinden biri! Amerika güçsüzleri sevmez. Enerji, başarı, yenmek ve sürekli diş macunu reklamı gibi gülümsemektir Amerika’nın ortak değeri. Ve böyle bir memlekette herhangi mühim bir pozisyondaysanız, zatürree olmaya hakkınız yoktur. Birileri zayıf anınızı yakalayıp üzerinize basıp geçmesin diye “Trump bende alerji yapıyor öhü öhü ehi ehi” diye esprilere vurup hastalığı çaktırmamaya çalışırsınız.
Şahsen Hillary’nin kızı yaşındayım, zatürree olsam, bir ay yerimden kalkıp kendime batırma çay yapmam! Zaten iş oraya varmaz ki... Aileden biri ağırlaşan gribi fark eder. Beni yatırıp çorba yapıp zorla içirir. CEO olsam patron, başkan olsam millet, der ki “Ayol senden kıymetli mi, yat dinlen, iyileşince geri dönersin”. Çünkü ‘her şeyin başı sağlık’tır burada. Hillary, Türk olsa şimdiye kadar ilaç tavsiye eden bir komşusu, kupa çeken bir akrabası olurdu muhakkak.
Bayramlar ortak değerimizdir, malum. Ama ben bu bayramda kaçan boğaya karate yapıp sonra “Korkmadım tabii, boğadan korkulur mu, o da bir can” diyen amcanın temsil ettiği ortak değer kokteylini çok sevdim. Şuursuzluğa yakın korkusuzluğun içine katılmış ilginç bir canlı sevgisi! ‘Yaratılanı yaratandan ötürü severim ama yakalarsam da yerim yani’ düşüncesinin o pragmatik yegâneliği! Bu kelleyi koltuğa almaktaki tereddütsüzlük, diğer yandan da sonsuz empati ve hoşgörü. İşte bu yüzden bu çok sert topraklarda hem ayakta kaldık hem de bir arada barış içinde yaşayabildik.
Bu aralar bir “Cumhuriyet elitleri” lafı dönüp duruyor. Atatürk sevmeyenlerin yeni pespaye geyik muhabbeti bu!
Sanırsın Mustafa Kemal konakta doğmuş, Porsche’yle askeri okula gitmiş, havyarla kahvaltı etmiş, Selanik’te hava sıcak olunca villasının havuzunda yüzmüş, sonra da babasının torpiliyle ülkeyi kurtarıp, dayısının tanıdıkları sayesinde kurucu lider olmuş gibi!
Gazeteci İsmail Saymaz sağ olsun, geçen gün televizyonda “Devleti teslim alan Cumhuriyet elitleri” filan diye “bla bla” yapan bir beyefendiye vaziyeti çok güzel kavrattı, belletti! Ama şu negatif anlamda, hatta bazen benim için de kullanılan “elitlik” işine bir açıklık getirmek lazım diye düşünüyorum.
İngiliz The Independent’da yayımlanan, Gallup tarafından hazırlanmış bir araştırma, bir sanatçı olarak ziyadesiyle ilgimi çekti. Malumunuz, sanatçılar duygusal insanlardır denir. Balık burçları da fena halde hissidir, bir ağlarlar bir gülerler filan der çok değerli bilim dalı astrolojinin üstatları. Bilim değil deyince bozuluyorlar, evet.
Bu sebeplerden Balık burcu bir sanatçı olarak bendenizin kariyerim boyunca hep duygusal tepkiler, delimserek kararlar vermesi beklenmiş, akıl sağlığı yerinde davrandığımda hep şaşkınlıkla karşılanmıştır. Dolayısıyla dünyanın en ‘duygusal’ ülkelerinin derecelendirilip, bir harita yapıldığını görünce, hemen inceledim.
148 ülkede, insanlara farklı hisleri (Üzüntü, neşe, korku, gerginlik vs.) son günlerde yaşayıp yaşamadıkları sorulmuş. Sorulara en çok “Evet” cevabı alınan ülkeler, ‘en duygusal’ olarak kategorize edilmiş ve bir 2016 listesi çıkmış.
Görünüşe bakılırsa özellikle Güney ve Kuzey Amerika ülkeleri dokunsan ağlayacak, uzaktan gıdıklar gibi yapsan kahkahalara boğulacak tipler! Bolivya, El Salvador, Ekvador ilk üçte.
Yarısı mahkûm, diğer yarısı sonsuz yetkili gardiyanları oynayacak, bunun davranış ve hisler üzerindeki etkileri araştırılacaktı. Üniformalar giyildi, mahkûmlara numaralar verildi vesaire. Aslında yaşanılacak tecrübe, bir tür uzun metraj piyes olacaktı.
Ama başka bir şey oldu! Hepsi özellikle sorunsuz, dengeli öğrenciler arasından seçilen denekler, kendilerini rollerine fazla kaptırdılar. Gardiyanı oynayanların üçte biri gereksiz yere zalim ve baskıcı davranışlar göstermeye, hatta sadistleşmeye başladı. Mutlak güç onları hemencecik bozuverdi. Mahkûmu oynayanların ise çoğu birkaç gün gibi kısa bir zamanda psikolojik bozukluklar, ardından da saldırgan tavırlar göstermeye başladı! Gardiyanların “denetlenemez otorite”si ve bunun etkisiyle duygusal olarak hasar görüp olay çıkaran “mahkûmlar” sebebiyle 2 hafta planlanan deney 6 günde sonlandırıldı!
“Harvard Hapishane Deneyi” 2015 yapımı bir filmin de konusu oldu.
Deney, yapıldığı yıldan beri otorite ve otoritenin kullanımı konusunda kafaları çok aydınlattı.