Paylaş
Bu zamanın bir yolcusu olarak son dönemde dikkatimi çeken bir konuya kendi objektifimden bakarak açıklık getirmek istedim.
Malum, oyunculuk da her meslek kadar zor iş. Hele de adamakıllı bir telif sistemi olmayan Türkiye’de, kendimizle ilgili temennimiz, tesellimiz aynı zamanda. Oyunculuğun “var olabilme” meselesini sağlıklı sürdürebilmekten başka bir şey değil istediğimiz.
Bugün bir oyuncunun oynadığı drama sezonu tamamladıktan kısa bir süre sonra en fazla 70 ülkeye pazarlanıyor. Üstelik her hafta bir “Titanik” filmi çektiğini düşün. 130 dakika iş! 167 olanları zaten intihar. Biz telif alıyor muyuz? Asla. Bu yapımcının hatası mıdır? Asla. Böyle bir emek yasası yok çünkü. Sizler sosyal medyada karşılaştığınız yorgun yüze bakıp gündelik hayatımızla ilgili özgür fikirlerin içinde yol alırken, biz biliyoruz ki dünün uykusundan ve yarının endişesinden başka bir yüz değil taşıdığımız.
Geçenlerde bir habere rastladım. “İşine son verilen oyuncular” başlığı adı altında çalıştığı dizi ve TV işleriyle yollarını ayıran oyuncular, sunucular... Haberin içeriğinden çok merakın içeriğiyle ilgileniyorum ben malum.
Başka bir platformda uzun uzun anlatılır. Ağızlar açık kalır. Ama biz de bıkmıyoruz şaşırmaktan.
Kendimle ilgili örnek vereyim. Yıllar evvel bir dizi ile 10 bölümlük iş yaptım. İş bittiğinde haber çıktı “Öpüştü ve ondan ayrıldı” diye. Tamam, haber komik. Mevzu bile değil. Hele ki kendimi baz alacaksam (Şair bu noktada kahkaha patlatmıştır,kesin bilgi!) Üstelik böyle bir şey söz konusu değil. Bizler zaten işimizin gereği bir sahnede birini öpüp kokluyorsak, size de harika hikayeler anlatıyorsak; haftada 140 dakika dizi çekerken insanın aklına sadece ay sonu KDV’leri, bir sonraki işleri, ha bir de -varsa sağlam bir menajeri- kariyeri oluyor. Ahanda başka endişemiz yok!
Öpüşecek, koklaşacak, biriyle kavga edecek yer kalmadı da çukurlara mı doluştu bu ahlak? İş saatlerine mi kaldı? Oyuncuları ve medya dünyasının insanlarını seçkinleştirirken magazini ve işçiliği birbirinden ayırmazsak, hem kötü masallar ve öpüşken anılarımızla ortalık kirlenir hem de ustalarımızın kemiklerini sızlatırız. Ki bunu hiç istemem.
Ahlakın sınırları bizim mesleğimizin içinden geçiyorsa eğer, buyursunlar herkesi Oyuncular Sendikası konusunda aydınlatalım. Seyirci de sistemin bir parçasıysa, çok isterim içinde bulunduğumuz koşulları bilsinler.
Buyrun.
Şöyle içimize...
Oyuncunun uykusuz sıcacık çilesine buyrun.
Yakında ne geliyor?
Geçenlerde arabayla giderken baktım bizim “Anne” dizisinin de yapımcısı MedYapım ailesi yeni işin çekimlerinde. Şimdiden biliyorum ki harika işlerden biri olacak. Özge Özpirinçci de harika oynayacak. Özge’nin yüreğine oyunculuğu kadar hayranımdır. Kimsesiz köpeği geçtim, eşeği sahiplenen bir ruh zaten. Sürpriz bir şey olacağı kesin.
Bir de uzun zamandır beklediğim “Kürk Mantolu Madonna” -şarkıcı Madonna’yla alakası olmayan hani- Sabahattin Ali’nin unutulmaz eserinden bahsediyorum. Tuba Ünsal performansı ve Engin Alkan yönetmenliğiyle izlenecek. Sabırsızım. Zorlu PSM bu yıl çok yoğun ziyaret edilen bir yer olacak belli ki.
Hakan Akkaya defilesi
Yıktı geçti ortalığı! Hakan Akkaya iki yıldır New York’ta şahane bir iş çıkarıyor. Müthiş kalabalık, harika tepkiler derken, Fashion Week haftasına giriş yapmış bulunuyoruz biz de. Bienal, defileler, sunumlar... Yılın en cafcaflı, en renkli zamanı. Üretkenliğin, yaratıcılığın festivale dönüşen taraflarını görmek, gezmek harika. Bunları yapmazsak “kim beni seviyor, kim bana ne demiş, sosyal medyada kim kime laf sokmuş” derken kendinden habersiz haberlerin zincirine dolanıp boğuluruz.
İzmir güzel İzmir
Bu yazıları İzmir’den yazmanın mutluluğunu yaşıyorum. Film çekimi esnasında dışarıda bir coşku vardı. Otele dönerken tanık oldum ki genci yaşlısı dışarıda İzmir Marşı ile oynayıp dans ediyor. Genç bir kızla göz göze geldik, ağlıyordu. Bir İstanbul kızı olarak bedenimi saran üşüme hissini anlatamam.En son ne zaman baktım bu şehrin gözlerine ben?
İzmir’in dağlarında çiçekler açar.
Birileri o çiçeklerin varlığından hep rahatsızlık duyar.
Lakin konusu bile geçmez tarihte.
Keşke İzmirli olsam dedirten kardeşlerime sevgilerimle.
Urla bağları
Yılda 80 bin ziyaretçiyi ağırlayan Uzbaş çiftliğini gezdim. Eylül ayının en güzel ziyareti oldu diyebilirim. Mübadele dönemine ait tohumların ruhuna dokunduğunuz, muhteşem manzaraya sahip bir yer olduğunu. Yüzlerce değişik bitkinin arasında parıldayan koca üzüm bağlarını, çiftçileri, Can Ortabaş ve ailesinin azmini gördükçe insan bir şeyler için ümitleniyor. Şimdi adını koyamadığı ama varlığını hissettiği bir şey için. O bağa yapılan manevi yatırımı, harika zeytin ağaçlarını, devasa palmiyeleri ve daha nicelerini görmek için eylül ayı ajandanıza not edin derim.
Kahkahanın yaşı yok
“Küçücük bir gülüş yeter anlatmaya” lafının beni yaşlandırdığını hissediyorum. Anlamıyorlar kardeşim! Küçücük şeyler küçük insanlara ulaşmıyor çünkü. Duyamıyorlar. Büsbüyük at kahkahanı. Nilgün Belgün kahkahası kuvvetinde mesela. Ne güzel, usta oyuncu. Yaşayan ama yaşlanmayan kahkaha. Giden ve yiten şeyleri, gece izinsizce girilip kesilen köklerini unutma. Yeninin geleceğini de bil. Sessizce bil.
Ama kahkaha at!
YAŞAMAK!
YİNE DE!
NE GÜZEL !
Demekten ,
VAZGEÇME!
GÜLÜMSE!
ANLADIN SEN..
Paylaş