İktisat (ekonomi), ‘Bireylerin ihtiyaçlarını karşılamak için kıt olan kaynakları kullanarak fayda sağlamaktır’ şeklinde tanımlanır.
Bireyin ihtiyaçları beslenme, barınma, ulaşım, adalet, güvenlik, sağlık, iletişim ve eğitimdir.
Aşırılıkta üzerimize yok, eskilerin tabiriyle ifratla tefrit arasında gelip gidiyoruz.
Ya aşırı devletçiyiz ya da aşırı derecede serbest ve kontrolsüzüz.
Bizim devletimiz, aynı anda (üzerine vazife olsun olmasın) tüm tavşanların peşinde koştuğundan, hiçbirisini tam anlamıyla yakalayabilmiş değil.
Bunların başında da eğitim gelmektedir. Önceleri eğitimin her kademesinde devlet vardı. Daha sonraları, özel girişimcilerin önü açıldı ve anaokulundan üniversiteye kadar her kademedeki eğitim için, özel girişimcilere müsaade edildi.
Devlet deyince asık suratlı, ceberut ve katılığı, özel girişim deyince de hoyratlığı, başıboşluğu anladık ve uyguladık maalesef.
Dikkat edecek olursanız eğitimin daha başında, içeriğine (mazruf) gelmeden zarfında kaybetmişiz. Bu yüzden dershaneciliği başımıza bela ettik.
Tanzimat’tan beri eğitimle resmen oyun oynuyoruz, birimizin yaptığını diğerimiz bozuyor; işi kavgaya kadar götürüyor lakin bir türlü arzu edilen sonuca ulaşamıyoruz.
Eğitimin en önemli öğesi öğretmendir (eğitici). Oysa biz, öğretmen yetiştiren kurumları bile siyasete kurban verdik. Hızlandırılmış eğitimle (ne demekse ve nasıl oluyorsa) üç ayda öğretmen yetiştirip okullara gönderdik ve bunlara çocuklarımızı emanet ettik.
Kabağın bile yetişemediği sürede biz öğretmen yetiştirdik!
Sonuç ortada: Ört ki ölem!
Tanzimat’la birlikte medreselerdeki (üniversite) fen bölümlerinden din derslerini, ilahiyat bölümlerinden de fen derslerini kaldırdık. Bunun sonucu ne oldu biliyor musunuz?
Köydeki öğretmenle imam birbirini anlayamaz oldu. İmamın cemaati ile öğretmenin etrafındakiler de birbirine diş biler oldu.
Nedeni çok basit: İnsan bilmediğinin düşmanıdır. Öğretmen dini bilmiyor ona karşı, imam da fen bilimlerini bilmiyor ona karşı.
Buyurun eğitimde bugün geldiğimiz nokta, kelimenin tam anlamıyla felaket. İşte 2019 YKS analizi:
Sebebi gayet açıktır: Her iki konu da partiler üstü öneme haizdir ve bundan dolayıdır ki bu iki konu iktidarların keyfine göre eğilip bükülmez, bükülemez, bükülmemeli. Her iki konuda da devlet politikası asıldır ve bu konuların iktidar ve muhalefeti olmaz, olmamalıdır.
Her iki konunun da ileriye dönük, elli yıllık-yüz yıllık perspektifleri uzmanlarca çizilir, gelen iktidarlar işin uygulatıcıları olarak icra ederler ve denetim yaparlar.
Bizde ise bırakın iktidarla muhalefetin ayrı telden çalmasını, aynı iktidar partisinin farklı bakanları bile değişik politikalar uygulayabiliyor, birinin ak dediğine diğeri pekâlâ kara diyebiliyor.
Üzülerek ifade edelim ki ileriye, daha iyiye gitmesi gereken eğitim yaz-boz yüzünden geriye ve daha kötüye gidiyor.
Elli sene öncesinin liselerinin eğitim seviyesinde çok az üniversitemiz var desem inanır mısınız?
İletişim fakültesinin son sınıflarına derse giriyorum, liseden sonra da dört yıllık bir eğitim almalarına rağmen öğrencilerin hali içler acısı. Liseyi hiç okumadan -atlayarak- gelmiş gibiler. Ders anlatımı esnasında ‘bileşik kaplar’ ifadesini kullandım. Dönüp sınıfa sordum, 60 kişilik sınıfta bilen bir kişi çıkmadı.
Anayasa hazırlarken gösterdiğimiz özeni milli eğitim politikalarını belirlemede göstermiyoruz. Halbuki milli eğitim ülkemizin geleceğini şekillendirecek.
Diplomalı cahillerle nereye gidebiliriz?
Yaradılışın (tabiat) kuralı, büyük balık küçük balığı yutar şeklindedir. Yani güçlü olan, kendinden güçsüz olanı ezer ya da yok eder veya kendine bağlı kılar.
İnsanın doğası da kan dökmeye ve bozgunculuğa uygundur.
Halbuki insan akıl sahibidir ve bu yüzden hem kendinden ve hem de yaşadığı toplumdan sorumlu kılınmıştır. Zaten peygamberler de bu yüzden gönderildi. Bilgeler, filozoflar bunun için ter döktü. Hepsi de ideal nesli ve örnek sistemi aradı.
Özetle, insan başıboş bırakılmamıştır.
Yani insan, dünyaya nizam vermek, adaleti temin etmek için gönderilmiştir.
Bu yönüyle öne çıktığı oranda insanileşir, tersi ise onun hayvandan da aşağı hal almasına neden olur.
İnsanoğlu süregelen yaşamıyla medeniyete doğru mu gidiyor, yoksa vahşete mi yelken açıyor?
Elbette vahşete doğru hızla gidiyor. Dünün en vahşi insanları bile ancak üçer-beşer kişiler halinde birbirini öldürüyordu, öldürebiliyordu.
Çok partili hayata geçtiğimiz 1946’dan beri doğup büyüyen ve süre gelen partilere baktığımızda, hemen hepsinin toplumsal karşılığının olduğunu görürüz.
Başlangıçta iki, daha sonra ise dört eğilim üzerine kurulan ve gelişen siyasi partilerimiz uzun soluklu olmuşlardır. Zira bunların her birisi, az ya da çok halktan karşılık bulmuştur.
Bu arada bir sürü parti kuruldu ve kapandı. Büyükçe bir kısmı ise hâlâ varlıklarını sürdürüyorlar. Tabela partisi hüviyetindeki bu oluşumların siyasette en ufak bir kıymet ifade etmedikleri bilinmektedir.
Türkiye siyasetinin ana eksenini oluşturan siyasi oluşumlar kitle partileridir. Kitle partileri lidere endekslidir. (Menderes-DP, İnönü-CHP, Demirel-AP, Türkeş-MHP, Özal-Anavatan, Erbakan-RP, Erdoğan-AK Parti vb)
İktidarda ya da muhalefette olsun, kitle partilerinin varlıklarını parçalanmadan sürdürmeleri çok zordur. Nitekim dört siyasi eğilimi oluşturan siyasi partilerimizin bölünmeyeni olmamıştır.
Her on yılda bir yapılan darbeler neticesinde de köklü bir siyasi geleneğimiz maalesef olamamıştır.
Bugün parti arayışı içinde olanların, AK Parti iktidarlarında üst düzeyde görev almış kişiler olduğunu görüyoruz. Bunlardan biri Abdullah Gül’le birlikte hareket eden Ali Babacan, bir diğeri de Ahmet Davutoğlu.
Görünen o ki, mahut zevat AK Parti’yi bölerek partileşemiyor ancak
Cinler arası diyalog, ‘iyi polis-kötü polis’ oyunuyla onlarca yıl boyunca devam etti. Tek kutuplu kalan dünyada ise oyunların çoğunu ABD, İsrail’le birlikte oynuyor. Cumhuriyetçi ve Demokrat başkanlar ile veya aynı partiden eski ve yenisi arasında ve tabiatıyla ABD’li kurumlarla ve ABD merkezli uluslararası kuruluşlar marifetiyle bu oyun, biteviye sürdürülüyor.
Birinin ak deyip kurduğunu, diğeri pekâlâ kara deyip yıkabiliyor. Zira geçer akçe “Ben dedim oldu” mantığıdır.
Trump alışılagelmiş başkanlara benzemiyor, bundan dolayı da başkanlık süresini tamamlayıp tamamlayamayacağı tartışılıyor. Zira fincancı katırlarını ürkütmekten korkmadan son söyleyeceğini en başta söyleyiveriyor.
Bu cinler, birinci ve ikinci büyük savaşlardan sonra ülkelerin kılcal damarlarına kadar yerleştirildi; çarpmadıkları ülke yok!
Şu anda dünya üzerinde verilmekte olan savaş cinlerin padişahı olan İblis’in ve avanelerinin ülkelerin damarlarından çıkarılması için yapılan milli hamlelerdir.
Cinin iddiası, dünyayı koruyup gözettiği ve ülkelerin varlıklarını, kendinin sayesinde sürdürebildikleri keyfiyetidir. Bunu da gizlemeden açıkça ve hatta küstahça söylüyor.
Fransa’ya “Biz olmasaydık bugün Almanca konuşuyor olacaktınız”, Suudi kralına “Ben olmasam iki hafta yaşayamazsın” diyen ABD, tüm dünyaya gözdağı verirken “Aman ha, haracımı kesmeyin, sürekli itaat halinde olun” ihtarında bulunuyor.
Birinci Dünya Savaşı’nın en açıkgöz ve semiz cini İngiltere, bu günkü kocamış haliyle maskara olmamak için AB’den ayrılma kararı aldı: Brexit.
ABD artık dünyanın alikıran başkeseni.
Üstelik karşınızda yalnızca bir ABD yok; başkan ayrı telden, Pentagon ayrı telden, CIA ayrı telden çalıyor. Bazen iyi polis-kötü polisi oynuyorlar ama çoğu kez birbirlerine kontra gidiyorlar.
Öyle ya da böyle, kimin dediği olursa olsun sonuçta ABD’nin zulmü galip geliyor!
Günümüzün süper gücü olmak da meğer böyle bir şeymiş: Ne attığı uluslararası imzalara sahip çıkıyor, ne verdiği sözleri yerine getiriyor ve ne de beynelmilel kuralları tanıyor.
Sözde biz, ABD’nin dost ve müttefikiyiz. NATO’da birlikteyiz ve NATO’nun güney-doğu kanadının en önemli ülkesiyiz. Birimize vaki bir saldırı olursa, el ele verip ortak düşmana karşı aynı safta çarpışacağız.
Türkiye olarak biz her daim yükümlülüklerimizi yerine getirdik, NATO’nun külfetine katlandık. Ama gelin görün ki Türkiye dara düştüğünde dost ve müttefik bildiğimiz bu ülkeler, bizim yanımızda yer almak yerine düşmanlarımızın safında yer alıyorlar.
Türkiye’nin hak ve menfaatlerini savunması karşısında da utanmadan yaptırım uyguluyorlar.
Ülkemizin savunma sistemini kendilerinden istedik, vermediler. Rusya’dan temin edince de para yatırıp ortaklaşa yürüttüğümüz F-35 savaş uçağı projesinden çıkarıldık.
Savunma sistemi olmayan ülke, her türlü tehlikeye açık demektir.
Türkiye’miz ise coğrafi konumu itibariyle her daim güvenlik tehdidiyle karşı karşıyadır. Düz mantık, Türkiye’nin bu sistemi NATO ülkelerinden temin etmesi gerektiğini söylüyor. Ama gelin görün ki Türkiye’yi tehdit eden ülkelerin başında NATO ülkeleri geliyor.
Bu nasıl ittifak diyeceksiniz ama demek ki günümüz ittifakları(!) böyle bir şey.
Türkiye ‘Patriot’ (uçaksavar sistemi) alımı için önce ABD’ye başvurdu. Önceki başkan Obama döneminde Türkiye sürekli oyalandı ve sonuçta ret cevabı aldı. ABD’nin bu tavrını, şimdiki başkan Trump da dillendirdi ve Türkiye’ye hak verdi.
Hiçbir bağımsız devlet kendi güvenliğini başka bir devletin insafına(!) terk edemez. Daha açık ifadesiyle, devletler güvenliklerini kendileri sağladıkları oranda bağımsızdırlar.
Türkiye’miz 35 yıldır terörle boğuşuyor. Müttefiklerimizin durumu ise malum. Başta ABD olmak üzere birçoğu terör örgütlerinin safında yer alıyor. Silah ve mühimmat dahil, her türlü lojistik desteği sağlıyorlar.
Daha dün, 15 Temmuz 2016’daki aşağılık darbe girişiminde gördük. Dostu da düşmanı da dost görünümlü düşmanları da, hepsinin hal-i pür melali ortada.
Bunlardan bir kısmı FETÖ’yle birlikte hareket etti, diğer bir kısmı da avuç ovuşturarak darbenin başarılı olmasını dört gözle bekledi.