Fuat Bol

Ya o direniş olmasaydı?

15 Temmuz 2019
HEMEN her gün televizyon ekranlarında ve gazete sayfalarında yığınla FETÖ’cünün tutuklama kararını dinliyor ve okuyoruz. Haklarında tutuklama kararı verilenlerin çoğu da resmi üniformalı ve silahlı kişiler.

Yani Türk Silahlı Kuvvetleri’nde astsubay veya subay, Emniyet Genel Müdürlüğü’nde polis, komiser, emniyet amiri veya emniyet müdürü...

İlgililerle konuştuğumuzda, işin daha yarısına bile gelinmemiş olduğunu itiraf ediyorlar.

Toplum olarak, iki yönden büyük bir aymazlık içindeyiz. Birincisi, biz hâlâ FETÖ olayını, sıradan vaiz görünümlü bir kişinin dinsel örgütlenmesi zannediyoruz. İkincisi de tehlikenin geçtiğini zannedip, gaflet içinde yüzüyoruz.

Bakınız: F. Gülen ABD’de korunup kollanarak yaşatılıyor. Gücünü ABD’nin derin devletinden alıyor ve dünyanın dört bir yanında melanetini kusmaya devam ediyor.

Öyle anlaşılıyor ki F. Gülen’in yetkisi CIA başkanından aşağı değildir!

Allah (cc) bunları şaşırttı da Türkiye’de darbeye kalkıştılar. En iyi bildikleri ve uyguladıkları şey olan ‘takiyye’ye devam etselerdi bir, bilemediniz iki yıl zarfında ülkemiz, tüm kurum ve kuruluşlarıyla zaten bunların eline geçmiş olacaktı!

O ele geçirmenin nasıl olacağı ise tartışılır. Mutlaka içsavaş çıkar ve Allah saklasın ülkemiz bölünürdü. Zaten kalkışmalarının amacı da bu değil miydi?

O uğursuz 15 Temmuz gecesi asla unutulamaz. TSK’nin içinde yuvalanmış, mankurtlaşan bir kısım çete mensubu ayaklanmış; Cumhurbaşkanlığı’nı, TBMM’yi, Emniyet’in Özel Harekât Müdürlüğü’nü ve sivil halkı bombalayarak kurşun yağmuruna tutmuştur.

Yazının Devamını Oku

Sistemi tartışmak!

13 Temmuz 2019
Çok partili parlamenter sistemi 70 yıla yakın denedik. Geçen 70 yıl içerisinde, 60’ta, 71’de, 80’de, 97’de ve 2007’de olmak üzere tam beş kez darbelere muhatap olduk.

Bu dönem zarfında iki kez anayasa yapıp yürürlüğe koyduk. Birinci yaptığımız (1961 Anayasası) bol geldi deyip 82’de daha darını (antidemokratik) tasarlayıp yaptık.

Onu da değiştire değiştire yamalı bohçaya çevirdik, baktık ki işin içinden çıkamıyoruz, büsbütün sistemi değiştirdik.

Çünkü her iki anayasa da ‘vesayet’le illetliydi. Şeklen var olan demokraside, davullar iktidarların boyunlarında, tokmak ise her daim vesayet odaklarının ellerindeydi. Zavallı iktidarlar, kendilerinin yapmadığı veya yapmak zorunda bırakıldıkları yığınla yanlışın hesabını, kendileri bilerek ve isteyerek yapmış gibi veriyorlardı.

Evet, seçimden seçime sandık milletin önüne konuluyordu ancak sandıktan çıkan iktidarlar bir türlü muktedir olamıyordu. Senato (82 Anayasası ile kaldırıldı), Cumhurbaşkanlığı, yargı ve bürokrasi (askeri ve sivil), iktidarların başları üzerinde Demokles’in kılıcı gibi duruyordu.

Hangi iktidar olursa olsun, yerlilik ve millilik adına bir adım attığında, iç ve dış vesayet odakları el ele vererek mahut iktidara, geriye doğru iki adım attırıyordu.

Laflarını dinletemedikleri iktidarları ise büsbütün ortadan kaldırıyor ve sözde partiler üstü (ne demekse) hükümetler kurup, dışarının isteklerini yerine getiriyorlardı. (Haşhaş ekiminin yasaklanması, Yunanistan’ın yeniden NATO’nun askeri kanadına dönüşüne Türkiye’nin müsaade etmesi vb.)

Özetle söyleyecek olursak, parlamenter sistemi beceremedik. Milletin hakemliğine rıza gösteremedik, milletin hakemliğiyle yetinemedik. Hep başka dayanaklar, tutamaklar, sığınaklar aradık.

Bunun da sebebi gayet açıktı: Biz hiçbir zaman millete, milletin seçtiklerine güvenmedik, güvenemedik!

Yazının Devamını Oku

Kandırmayı ne çok seviyoruz!

10 Temmuz 2019
GERÇEKLER Kafdağı’nın ardında artık. Sosyal medya sayesinde bütün bir dünya yalana teslim dersek, abartmış olmayız. Bu durumu çok iyi bilen ve analiz eden propaganda uzmanları, gelecekteki dünyaları sanallık, algı ve yalan üzerine inşa etmenin gayretindeler.

Yalan, dün de propagandada önemli bir yer tutardı. Hatta en büyük yalanı söyleyen, muhatabını en ziyade etkileyebilendi. Eskinin eksiği, ‘yalanın er ya da geç, gerçekle yüzleşme gibi kötü bir alışkanlığının olmasıydı’. Zira yalancının mumu yatsıya kadar yanardı.

İletişim araçlarının hızla gelişmesiyle birlikte, haberleşme tekelleri kırıldı ve hemen herkes haberci oldu. Buna bir de anlık (saniyelik) hızı da eklerseniz, her an herkesin yalanla yüz yüze olduğunu görürsünüz.

Eskiden kişiler, yukarıdaki mahallede söyledikleri yalana, aşağıdaki mahallede kendileri de inanırlardı. O vakitler mahalle düzeyinde olan işler, bugün itibariyle küresel (dünya çapında) olabiliyor. Heyhat!

Aynı şekilde, karşılarındakileri kandırmayı maharet bilir ve bununla övünürlerdi.

Bu maharet çok daha ileri boyutlara taşındı ve artık kişiler bizzat kendilerini de kandırmaya başladılar. Günümüzde ise bu durum kitlesel boyutlara ulaştı, artık insanlar kitleleri kandırmanın zevkini topluca sürdürüyor.

Mesela cumhurbaşkanlarını tarafsızlık üzerine yemin ettiriyoruz. Kurbağaların bile taraflı olduğu bir ülkede cumhurbaşkanı tarafsız olabilir mi? Cumhurbaşkanından tarafsız olması değil, adaletli olması beklenir.

Atatürk, İnönü, Bayar hep partili cumhurbaşkanıydılar. Onlardan sonra gelenler, sözde tarafsız olan cumhurbaşkanlarının tuttukları bir siyasi partileri yok muydu? Elbette vardı ve zaten bu hallerini icraatlarında da gösteriyorlardı.

Mesela iktidara karşıt görüşlü olan bir cumhurbaşkanının olması gayet doğaldır. Ama tarafgir davranıp adil olmaması hem anormal ve hem de demokrasinin ruhuna aykırıdır.

Yazının Devamını Oku

Merhaba!

8 Temmuz 2019
Sevgili Hürriyet okuyucuları!

Bundan böyle haftanın üç günü (pazartesi, çarşamba ve cumartesi), bana ayrılan bu köşede huzurlarınızda olacağım.

Namık Kemal’in dediği gibi, “Bais-i şekva bize hüzn-i umumidir Kemal. Kendi derdi gönlümün billah gelmez yadına.” Yani, bizim şikâyet etmemizin sebebi içinde bulunduğumuz hüzün atmosferidir, gönlümün kendi derdinden bahsetmek asla aklıma gelmez.

Malum, Türkiye’mizde gazeteler Babıâli’nin bilinen yokuşlarında doğdu, büyüdü, serpilip gelişti. İrili ufaklı onca gazetelerimizin arasında Hürriyet’in müstesna bir yeri vardır.

Bu müstesna yer, onun büyüklüğünün yanı sıra, gazete gibi gazete olmasındandır.

Merhum Kemal Ilıcak’ın klişeleşmiş bir sözü var: “Haber kutsal, yorum hürdür”. Biz gazeteciler haberin kutsallığı üzerine titrer, onları eğip bükmeden yalın haliyle halka aktarırız. Yazarlar olarak da esinlendiğimiz olay ve haberlerin nedenini, nasılını ve yansımalarını enine boyuna yorumlarız.

Gazetecilik kamu görevidir, gazeteciler kamu adına iş görürler. Bundan dolayı da eleştirel göze sahiptirler. Eleştirdikleri kişiler -ki bunlar genellikle iktidar sahipleridir- ve onların yanlıları tarafından pek sevilmezler.

Gazetecilerin de sevilmek diye bir dertleri yoktur, olmamalıdır.

Yorumların değişik olması, bir yazarın ak dediğine diğerinin kara demesi bile yadırganmamalıdır. Fikri zenginliğin faydası var, zararı yoktur.

Yazının Devamını Oku