Burada, belirleyici, yol yordam gösterici ve düzenleyici olan devlet (bakanlıklar ve belediyeler) tümüyle sınıfta kalmıştır. Asla bu vebalin altından kalkamazlar. Ne bu dünya da, ne de öbür dünyada.
Adapazarı gibi zemini balçık olan beldeleri iskâna açtık. Hem de her gelen belediye kat yüksekliğini arttırdı ve bununla övündü!
Kâğıt üzerinde imar mevzuatı hazırladık, bürokrasiyi, insanları canlarından bezdirircesine zorlaştırdık, uygulamayı ise ‘rüşvet’in şefkatli ellerine bıraktık.
Belediyelerin teknik kontrol memurları var (mühendis), bunlar inşaatları, yerinde safha safha denetler (demirden betona), rapor tutar imzalarlar. Evrakta bunların hepsi tamamlanmıştır lakin kontrol eden kişi inşaat mahalline yalnızca rüşvet almak için gitmiştir. Veya hiç gitmeden, makamında rüşveti alıp imzalamıştır.
Devlet kurumlarımızın kendileri (belediyeler) bu ve buna benzer suçları işlemeyi maharet bilirler. Örneğin apartmanlar projelendirilirken, daire sayısı adedince otopark zorunluluğu vardır. Müteahhit otopark harcını belediyeye öder (yatırır) ama apartmana otopark yapmaz.
Bunun gibi, şehirlerimizdeki bütün apartmanların otopark harçları belediyelere yatırılmıştır lakin bunların yüzde 99’unda otopark yoktur.
Sorarım size, bunun adı harç mı haraç mı?
Devletin ‘haraççı’ olduğu yerde kimi kime şikâyet edebiliriz?
Bu denli bir demokratik arayışın daha önce de örnekleri oldu: DP, AP, ANAP... Lakin onların ömürleri uzun sürmedi. Ya birileri tarafından alaşağı edildiler ya da kendilerini bitirdiler.
Şahsen, AK Parti’nin gelişini DP’nin gelişine benzetirim. Uzun süren tek parti yönetiminden bıkan millet, yeni gelene “Kurtar bizi!” diyerek sarılmıştır.
2002 öncesi şartları bir düşünün: Gecelik faizler yüzde 1500’lere çıkmış, sahipleri tarafından içleri boşaltılan 21 bankaya devlet el koymuş, ülke ABD’den gönderilen ithal beyinle -Kemal Derviş- yönetilmeye çalışılmış, IMF’in cenderesinde, fabrikaları sökülüp başka ülkelere taşınmış, Cumhuriyet tarihinde hiç olmamış şekliyle canından bezdirilen esnaf yürümüş ve Başbakanlığın kapısına yazarkasa atılarak hükümet protesto edilmiş, gün boyu elektriklerin kesildiği ülkede üretim durmuş, işsizlik tavan yapmıştı.
Başörtülü kızlarımızın eğitim haklarının ellerinden alınması ve imam-hatiplilere -onların yüzünden tüm meslek liselilere- yapılan katsayı zulmü yüzünden gençlerimiz ülkeyi terk etmiş ve soluğu kendilerine eğitim imkânı tanıyan ülkelerde almışlardı.
Vesayet hortlatılmış, Müslüman mahallesinde salyangoz satılır olmuştu: Vatanı-milleti ve dini uğruna şehit düşen Mehmetçiğin annesi, davet edildiği ödül törenine başörtülü olduğu için sokulmamış, bir yolunu bulup içeri girebilen de hakarete maruz kalmıştı.
Böyle bir hengâmede seçimler yapılmış ve millet kendisine bunları yaşatanları sandığa gömmüş, yeni kurulan ve lideri mağdur edilmiş AK Parti’yi tek başına iktidara taşımıştır. Malum, Sayın Erdoğan okuduğu bir şiir yüzünden belediye başkanlığı elinden alınarak hapse atılmıştı.
AK Parti büyük umutlarla geldi ve ilk iki dönem (2002-2011) yaptığı reformlarla her kesimden olumlu not aldı.
IMF’in borcunu sıfırlayarak ta
Başkanın sözde istediğini Kongre istemez ya da bunun tam tersi. Bir de Pentagon (askeriye) vardır ki, o da mahut şeytan üçgeninin üçüncü ayağıdır.
Muhataplar, bu üçlünün arasında pinpon topu gibi, sürekli vurulup karşı tarafa atılan ve asla bir elde tutulmayan şaşkın ördek konumundadır. Dövülenler, kim ya da kimler tarafından dövüldüğünü bile bilemez.
ABD, özellikle haksız olduğu konularda hep böyle yaparak zaman kazanıyor. Öyle ki zamanla muhatabına matemini bile unutturuyor!
Bunun tipik misali ‘Çekiç Güç’tür. ABD, Irak’a operasyon düzenliyor, çıkan karmaşada Kürtler Türkiye sınırını zorladı. Türkiye de BM’ye ve ABD’ye başvurarak çözüm bulunmasını ister.
Çekiç Güç (Huzur operasyonu!) adı altında PKK palazlandırılıp üzerimize salındı. Biz de kuzu kuzu ‘Peki’ dedik ve gelip geçen tüm hükümetlerce Çekiç Güç’ün süresi altı aylık periyotlarla uzatıldı. (On iki yıl boyunca, ta ki ABD, Irak’ı işgal etti, Çekiç Güç’e gerek kalmadı.)
Aynı oyunu ABD, Menbiç’te oynadı, 90 günlük süre, yıllar geçti hâlâ dolmadı! Ama bu arada PYD-YPG (PKK) ağır silahlarla donatıldı, teröristler eğitildi, mevziler kazıldı ve tahkim edildi.
Türkiye, kendi güvenliğini tehdit eden bu oluşuma seyirci kalamazdı, kalmadı da. Hem Suriye’nin ve hem de Irak’ın kuzeyinde harekât üzerine harekât düzenledi.
ABD’nin oyalamaları yüzünden Fırat’ın doğusu, tehdit unsuru olmaya devam ediyor.
Müslümanların ibadetlerinin ne kıratta olduğunu görmek için onların idarecilerine bakmak kâfidir. Zira Hz. Peygamber, “Amelleriniz yöneticilerinizdir, onlar sizlerin eseridir. Siz nasıl olursanız, yöneticileriniz de öyle olur!” buyurmuştur.
Yani, “Siz nasıl iseniz (neye layıksanız) öyle idare edilirsiniz!”
Bugün İslam ülkelerini yönetenlerin çoğu, yalnızca Müslümanlığın değil, tüm insanlığın yüz karasıdır. Zira bu ülkelerin halkları, yöneticilerinin elinde esir, mahut yöneticiler de kendilerini o makamlara getiren ağababalarının elinde esirdir.
İslam’ın en mukaddes beldelerini elinde bulunduran Suudi Arabistan Veliaht Prensi’nin, vatandaşı olan bir gazeteciyi, İstanbul konsolosluklarında nasıl vahşice katlettirdiğini dünya âlem gördü.
Aynı Prens, BAE prensi ile ABD’nin kucağına oturup İsrail’in borusunu öttürüyorlar, hem de Filistin’e karşı!
Dinlerine ve kendi halklarına ihanet içinde olan bu türedi liderler yüzünden bugün tüm İslam âlemi bir uçtan öbür uca kan revan içindedir. Ya birbirleriyle savaş halinde ya da sürekli terörle boğuşmaktadırlar. Ve yine halklarına ihanet içinde olan bu liderler yüzünden, İslam ülkelerindeki tüm zenginlikler (yeraltı ve yerüstü kaynakları) Batılı sömürgeci ülkelere peşkeş çekilmektedir.
İslam âlemi, inandıklarını iddia ettikleri din (İslamiyet) ne diyorsa onun tersini yapmakta yarış halindeler. Dinleri birlik olun diyor, onlar bin bir parçaya bölünmekle övünüyor. Dinleri barış içinde yaşayın diyor, onlar savaşın her çeşidi ile kan dökmeyi maharet biliyor. Dinleri adil olun diyor, onlar zulmün daniskasını yapıyor.
Allah da buyuruyor ki:
Öncelikle sevgili okuyucularımın Kurban Bayramını kutluyorum; Arafat’ta vakfe yapıp Kâbe’yi ziyaret eden milyonlarca hacımızı da tebrik ediyor, hac ve kurban ibadetlerinin makbul ve hayırlara vesile olmasını diliyorum.
Allahü Teâla dostu Hz. İbrahim’e hitap derken “Evimi, kendisini tavaf ve secde edenler için temizle!” (el-Hac, 26. ayet meali) diyerek (Kâbe anlamındaki) Evi kendisine ait yapmış, ardından o evin insanlar için yapılmış ilk ibadethane olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur: “İnsanlar için yapılmış ilk mescit, mübarek Mekke’dedir. Orası insanlar için hidayet kaynağıdır. Orada apaçık ayetler (deliller) ve İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren kimse güvendedir. İnsanların, evini ziyaret etmeleri Allah’ın onların üzerindeki hakkıdır.” (Al-i İmran, 96 ve 97. ayet mealleri)
Bu nedenle Allahü Teâla onu arşın benzeri ve örneği yaptığı gibi, onu tavaf eden insanları da (ayette açıklandığı gibi) ‘arşın etrafında dönerek O’nu öven’ (ez-Zümer, 75. ayet meali) meleklere benzetmiştir...
Allahü Teâla mümin kulunun kalbini saygın bir ev ve büyük bir harem yapmış, gök ve yer kendisini sığdıramazken bu kalbin Allah’ı sığdırabildiğini belirtmiştir. Buradan, müminin kalbinin bu evden (Kâbe) kesin olarak daha üstün olduğunu anladık. Bundan dolayı da buyurulmuştur ki müminin kalbini kırmak Kâbe’yi yıkmaktan daha büyük günahtır.
Allah’ın evi, mümin kulunun kalbidir. Ev, O’nun isminin evidir...
Hac, bu evin belirli bir zamanda sürekli ziyaret edilmesi anlamına geldiği gibi kalp de belirli bir halde ilahi isimlere ulaşmak ister. Çünkü her ismin kendisine özgü özel bir hali vardır. Söz konusu hal her ne vakit kuldan ortaya çıksa, kendisine ait ilahi ismi aradığı gibi o isim de bu hali arar.
Bu nedenle ilahi isimler kalp evini
Barıştan yana olduklarını iddia eden bir grup, sürdürülmekte olan bu savaşın adil olmadığını, devletin zulmettiğini, başta Kürtler olmak üzere bölge halklarına saldırdığını, yine devletin savaşta bile kullanılamayacak silahları kullandığını ve haksız yere masum ve sivil insanları açlığa ve susuzluğa mahkûm ettiğini dile getiren bir metni imzalayıp ‘Hak ihlali var’ diye Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu.
Hazırlanan ve imza edilen bu metne göre devlet katil konumunda.
Yüksek mahkeme de bu iddia sahiplerini haklı görerek, ‘Hak ihlali vardır’ dedi. Belli ki oylama tartışmalı geçti ve 8’e 8 çıkan oylama sonucunda başkanın kullandığı oy iki oy sayıldığından, karar, dilekçe sahiplerinin lehine çıkmış oldu.
Bu skandal karar, başta bu savaşı bizzat sürdürmekte olan güvenlik güçleri olmak üzere herkesi üzdü. Teröristleri, terör destekçilerini ve terörden beslenen iç ve dış çevreleri sevindirdi.
Belli ki birileri (hangi makamlarda olurlarsa olsunlar), Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu sürecin farkında değiller.
Yahu! Başınızı kaldırıp dünya ülkelerine bir bakın, bizim gibi içeride ve dışarıda terörle savaşmakta olan kaç ülke var? Dost ve müttefikimiz (!) olan ülkeler, hemen burnumuzun dibinde, terör devleti kurmak için yığınak yapıyor.
Aynı odaklar, terör örgütlerine her türlü desteği vererek, güney sınırımızda boydan boya bir terör kuşağı oluşturmak gayretindeler.
Türkiye de kendi güvenliğine kasteden tüm bu girişimleri bertaraf edebilmek için adeta çırpınıyor, vatan savunması yapıyor.
Niyet bozuk olup ilk düğme yanlış iliklenince, takip edilen bütün düğmeler de yanlış ilikleniyor. Anayasa Mahkemesi Kurumu gerekli mi, bizce olsa da olur olmasa da. İlla olacaksa vesayet kurumu şeklinde değil, asli fonksiyonunu icra edecek şekilde konumlanmalı.
Biz, Anayasa Mahkemesi’ni ve Senato’yu TBMM’nin üst bir kuruluşu olarak gördük ve bu her iki kurum da TBMM’nin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi görev icra etti.
Düşünebiliyor musunuz, 61 Anayasası ile ‘temelli senatörlük’ diye bir görev uydurduk. Türk Dil Kurumu güncel Türkçe sözlüğü, ‘temelli senatör’ü şu şekilde tanımlıyor: (isim) Belli bir süreye bağlı olmayan atanmış senatör.
Demokrasi ancak bu kadar katledilebilir. Şu hale bakın, halk tarafından seçilmiş olmayacak (atanmış çünkü), görev süresi sınırlı olmayacak, yani ömür boyu o görevde kalacak ve bunun adına da senatör, üstelik temelli senatör denilecek.
Ve buna utanmadan demokrasi dedik, yani halkın idaresi. İyi de, insana, hani halk nerede diye sormazlar mı?
Yalnızca bugün değil, kurulduğu günden beri Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararların pek çoğu hep tartışma konusu olmuştur. Siyasi partiler hakkında öylesine çok kapatma kararı verdi ki ülke siyasi parti mezarlığına döndü.
367 garabeti, hukuk tarihimizde kara bir leke olarak durmaktadır.
2017 yılında yapılan son Anayasa değişikliğiyle Anayasa Mahkemesi’ndeki iki askeri üyenin görevine son verildi ve üye sayısı 17’den 15’e düşürüldü.
Aslen Kahramanmaraşlı olan Bozbeyli ilk ve orta öğrenimini Hatay ve Gaziantep’te yaptı. Anadolu’muzun bu yağız delikanlısı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olup avukatlık stajını bitirdi (1957) ve genç yaşında Yassıada’da yargılanmakta olan Adnan Menderes ve arkadaşlarını savunan avukat ekibinde yer aldı.
O savunmalarda yıldızı parladı. 1961 yılında AP’ye kaydoldu ve aynı yıl yapılan seçimlerin sonucunda milletvekili olarak parlamentoya girdi. O genç yaşında AP Meclis Grubu Başkanvekilliği ve bilahare TBMM Başkan Yardımcılığı ve TBMM Başkanlığı (1965-1970 arası 5 yıl) görevlerini üstlendi.
1965-1970 yılları arasında AP, yüzde 50 dolayı ve hatta 50’nin üzerinde oy alarak tek başına iktidara geldi.
Ülkemiz 1960 darbesinden sonra beş yıllık bir ‘fetret’ devri yaşadı. Başbakan Süleyman Demirel, DP’nin devamı olarak gelmişti. 1950-60 arasını baz alarak “Nerde kalmıştık?” deyip kalkınma hamlelerine girişti.
Bu beş yıllık dönem esnasında yüzde 5 enflasyona karşılık, yüzde yedilik bir büyümeyi gerçekleştirdi. Hemen her başarı gibi bu da cezasız bırakılmadı ve hem içeriden ve hem de dışarıdan hançerlendi.
Ferruh Bozbeyli ve arkadaşları, genel başkanları Süleyman Demirel’e muhalefet edip ‘41’ler’ olarak kendi iktidarlarının bütçesine güvenoyu vermeyerek hükümeti düşürdüler. Demirel’in tabiriyle “Yürüyen tekere çomak soktular!” 1970 yılında da AP’den ayrılıp kendi partilerini kurdular: Demokratik Parti.
1973 seçimlerinde yüzde 11.89 oy alarak 45 milletvekili çıkardılar, iktidar olamadılar lakin ayrıldıkları AP’nin iktidarını önlediler. CHP-MSP koalisyonu kuruldu.
1975’de 1. Milliyetçi Cephe Hükümeti görüşmeleri sırasında parti parçalandı ve ağır topları dahil, birlikte hareket ettiği arkadaşları eski partilerine döndüler.