Malum AK Parti, konumlandığı yer itibarıyla, toplumun her kesimini içinde barındıran merkez sağdaki bir kitle partisidir.
Ana muhalefette ise Cumhuriyetle yaşıt CHP var. CHP de, kuruluşundan itibaren tek başına 27 sene boyunca iktidarda kaldı. İktidarı kaptırdığından beri, bir daha tek başına iktidar yüzü görmedi.
CHP’nin millet nezdinde umut olamamasının üç ana sebebi var; birincisi jakoben (tepeden inmeci) anlayışı yani millete tepeden bakması ve dayatması, ikincisi yalan ve iftira üzerine kurulu yıkıcı muhalefet anlayışı (her şeye karşı gelerek, inandırıcılığını yitirmesi), laikliği din düşmanlığı şeklinde anlaması ve dolayısıyla inanan kesimlerle arasının açık olması.
Bundan da büyük kabahatleri ise tüm bu suçların hiçbirisini kabul etmemeleri ve kendilerini sütten çıkmış ak kaşık görmeleridir. Kemal Kılıçdaroğlu, nasıl olduysa son zamanlarda bunun farkına vardı ve partisi için, kendine göre bir helalleşme programı yaptı.
Bunu da yaparken, o kadar gayri ciddi ve gayri samimi bir poz içine girdi ki, millet, bu helalleşmenin bir kandırmaca olduğunu fark etmekte gecikmedi. Bu cümleden olarak; başörtüsü konusunda bu millete en büyük zulmü CHP yapmasına karşın, Kılıçdaroğlu çıktı ve ‘Başörtüsü yasağını ben kaldırdım’ dedi.
Halbuki başörtüsünü serbest bırakan kanunun iptali için Anayasa Mahkemesi’ne koşan CHP’lilerin arasında, CHP Grup Başkan Vekili olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun da imzası var.
Helalleşmek için, öncelikle suçun kabul edilmesi lazım; yanlış yaptık denilmesi lazım. Özür dilenmesi lazım. Bu ise yasağı ben kaldırdım diyor; o halde neyin helalleşmesinden bahsediliyor?
Bu durumda başörtülülerin mi kendisinden özür dileyip helallik istemesi lazım, anlamadık!
Daha açık ifadesiyle sahada kazandıklarımızı bile masada kaybetmişiz.
Mahut masa kurtlar sofrasıdır ve orada geçerli tek kural vardır: Büyük balık küçük balığı yutar. Haklı olmanız hiçbir şey ifade etmez zira yine orada, güçlülerin hukuku geçerlidir; hukukun üstünlüğü ise sadece laftadır. Yani gücünüz oranında hakkınız vardır.
Kurtlar sofrasında yem olmamak için mutlaka güçlü olmak zorunluluğu vardır. Her bir kurt, gücü nispetinde pay kapar. Kaptıkları paylar da masada esamisi okunmayan kuzulardır.
Dünya basını, Erdoğan’ın Madrid’den zaferle döndüğünü yazıyor. Malum önce NATO Genel Sekreteri, Türkiye, İsveç ve Finlandiya liderleri aralarında dörtlü zirve yapıldı.
Tüm dünyanın gözü bu zirvedeydi. Bu zirvenin olumlu ya da olumsuz sonucu, akabinde toplanacak olan NATO zirvesini de aynı şekilde etkileyecekti.
Neyse ki korkulan olmadı; NATO Genel Sekreterliği’nin hakemliğinde, Türkiye iddialarının ispatı olan dosyaları bir bir muhataplarının gözüne soktu ve tabiri caizse karşı tarafın gıkı çıkmadı, çıkamadı.
Sadece dinleyici olarak kaldılar ve Türkiye’nin tüm isteklerine peki demekle yetindiler, yetinmek zorunda kaldılar.
Türkiye masaya yalnızca haklı olarak oturmamıştı, haklı olmakla birlikte güçlüydü. İşte muhataplarını da susturan ve peki dedirten, Türkiye’nin bu gücüydü.
Sosyal medya denilen gayya çukuru da bu iş için bulunmaz Hint kumaşıdır.
Sosyal medya mecrasında bire bin katılır, Galata Kulesi Gor Çukuru olarak gösterilir, olmamış şeyler olmuş gibi gösterilir, yalanın bini bir paradır. İnsan şeref ve haysiyetleri, namuslar payimal edilir
(çiğnenir, ayaklar altına alınır), iftira ve çamur atma yarışı gırla gider vb... Bu yüzdendir ki bütün dikeyleri yatay hale getirecek ‘sur’ üflenmedikçe (Kıyamet kopmadıkça) , yalan söyleyen tarihin söyledikleri hep gerçek kabul edilecek ve İsrail’in kurucu Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi bu millet, 200 sene daha ecdadına ve özellikle Sultan Abdülhamid’e sövmeye devam edecek.
Bu durum karşısında; psikolojik savaşın en etkin ve önemli argümanı sosyal medya oldu. Çünkü orada ne verilirse, ne yazılıp çizilirse, hangi iddiada bulunulursa bulunulsun hemen hepsinin mebzul (bol) miktarda müşterisi var.
Zira bir ömür boyu uyutulan nesiller, uykudan uyanmayı, bilinçlenme/gafletten uyanma zannediyorlar. Gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde uyanıklık taslıyorlar.
Biden’ın (ABD Başkanı) takımı (PKK, FETÖ ve onlarla müşterek hareket eden muhalefet); görüldüğü üzere, el ele vererek yangına körükle gittiler, gidiyorlar. Marmaris’te aynı anda üç ayrı noktada yangın çıktı. Bu durum tesadüfi olamaz, yakalanan kişinin üzerine derinlemesine gidilmeli ve arka plandakiler, mutlaka su yüzüne çıkarılmalıdır.
Katil, maktulün cenazesinde, en önde olur misali; bunlar da koro halinde, ‘Nerede bu devlet?’ diye naralar atıp algı oluşturmaya çalıştılar. Canlı yayında tepelerinde helikopterler cirit atarken, bunlar, ‘Uçak ve helikopter niye yok?’ diye trajikomik hallerini sergilediler.
Oysa devlet, başta Cumhurbaşkanı ve ilgili bakanları olmak üzere tüm imkânlarıyla oradaydı. Yangın söndürme ekipleri havadan ve karadan canhıraş bir şekilde olaya müdahale edip hemen hepsi insanüstü bir gayretle çalışmaktaydı.
90’lı yılların başında, Sovyetlerin dağılmasından sonra, NATO, birçok üye ülkenin gözünde önemini yitirmişti. Zira iki kutuplu dünyanın karşı kutbunda yer alan Varşova Paktı yıkılıp gitmişti.
ABD’nin önderliğinde tek kutuplu kalan dünyada NATO, adeta ABD’nin ‘özel kurumu’ olarak iş görmekteydi. Başta Fransa, Almanya ve İtalya olmak üzere birçok ülke bu durumdan rahatsızdı.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron daha da ileri giderek, ‘NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğini’ söylemişti.
Rusya-Ukrayna Savaşı’ndan sonra işler değişti; Rusya bu hamlesiyle dünyayı yeniden iki veya daha fazla kutuplu olmaya zorluyor.
Bu durumdan son derece rahatsız olan ABD, NATO’yu adeta bir manivela olarak kullanıp Rusya’ya, Çin’e ve ayrıca hedefe koyduğu birçok ülkeye had bildirmek istiyor.
Bu cümleden olarak, BM Güvenlik Konseyi’ndeki ülkelere Japonya’yı da eklemek istiyor.
Çin’i Japonya ve Hindistan’la, Rusya’yı da İngiltere ve AB ülkeleriyle kuşatmak istiyor.
ABD’ye göre NATO’nun sinir krizi konumundaki ülke, milli ve bağımsız politikalar güden Türkiye’dir. Terörle uslandırılmak istenen Türkiye, dost ve müttefiklerinin ikircikli davranışlarına rağmen terörü yendi ve uslu durmak şöyle dursun daha da hırçınlaştı.
Zira mahut ülkeler, düşmanın yapamadıklarını Türkiye’ye yaptılar ve yapmaya devam ediyorlar. En lazım oldukları zamanda da, ülkemizi cascavlak ortada bıraktılar ve bırakacaklarını haykırıyorlar.
Türkiye PKK ile 40 yıldır düşük yoğunluklu bir savaş yürütüyor; dost ve müttefiklerimizin nezdinde de PKK terör örgütüdür lakin PKK’yi besleyip silahla donatıp üzerimize salanlar da bunlardır.
ABD utanmadan PKK’ya silahları parasız boca ederken, dostu ve müttefiki olan Türkiye’ye paramızla silah satmamaktadır. ABD ve AB ülkeleri, PKK ve PKK’nın versiyonları olan terör örgütleriyle savaşıyor diye, Türkiye’ye karşı silah ambargosu uygulamaktadırlar.
Paramızla bize İHA vermeyi sürdürmediler ve verdikleri üç-beş İHA’yı da arızalanınca tamir etmeyip yüzüstü bıraktılar. Üstelik bu denli kepazeliği ilk kez sergilemediler.
ABD ile dost ve müttefik olduğumuz günden beri (1945) bize hep tepeden baktılar, asla eşit iki ortak gibi görmediler. Kendileri hep buyurgan, biz ise ‘Peki’ diyen olduk; olmak zorunda bırakıldık.
Her bağımsız ülkenin olmazsa olmazı, en önemli iki milli konusu vardır: Milli Savunma ve Milli Eğitim. Bu her iki konuda da İnönü, 1947 ve 1949 yıllarında ABD ile yaptığı anlaşmalarla bu ülkeyi harim-i ismetimize (ocak, korunulan yer, kutsal sayılan) soktu.
Eline böyle bir fırsatı geçiren ABD ise, bu durumu tepe tepe kullandı; NATO ile ve FETÖ ile ülkemizin tüm kurum ve kuruluşlarının en ücra noktalarına kadar nüfuz etti.
En lazım olduğu zamanda, verdiği silahları kullandırmadığı gibi, bizim de silah üretmemize mani oldu ve elinden gelse, hâlâ daha engel olmaya devam edecek.
Geçenlerde lise çağındaki bir gencin mukaddes kitabımız olan Kuran-ı Kerim’e tekme attığı ve bununla övündüğü; yetmedi bu iğrenç görüntüleri sosyal medyada paylaştığı görüldü.
Halbuki o kişinin büyük büyük büyük... Dedesi (Osman Bey), Kuran-ı Kerim’in bulunduğu odada uzanıp yatmadığı ve o mukaddes kitaba hürmet için sabaha kadar kıyamda (ayakta) durduğu (namaz kıldığı) için, Allahü teala da onun neslini ve milletini, kıyamda durduğu müddete kıyasla (her saatine bir asır - 6 saate 6 asır) altı yüz sene payidar kılmıştır.
Biz Türkler olarak ceddimizden aldığımız ilim, irfan ve terbiye ile yeryüzünün en temiz, en saf ve en samimi Müslümanlarıyız. Bugün Harem-i Şerif’e ya da Medine’deki Mescid-i Nebevi’ye gidin, oralardaki Müslümanların Kuran-ı Kerim’e gerekli hürmeti göstermediklerini görürsünüz.
Kimileri mukaddes kitabımızı belden aşağıda tutar, kimileri yere koyar, kimileri ise yastık yapıp başının altına kor, öylece uyur.
Türk milletinin bu denli hürmetkârlığından dolayı da Allahü teala, bu necip milleti yeryüzünün varisi kıldı ve din olarak seçtiği İslamiyet’in bayraktarı yaptı.
‘İki günü eşit olan aldanmıştır, ziyan etmiştir’ diyen yani duraklamayı bile yasaklayan ve devamlı ileri gitmeyi emreden bir dini, ilerlemeye, kalkınmaya manidir diye bize yutturdular. Biz de bu zokayı yuttuğumuz günden beri (son iki asır) dine bigâne (kayıtsız) kaldık ve hatta dine düşmanlık ettik.
Sistemli bir şekilde dinin ve din adamlarının üzerine gittik; onları kötüledik, tahkir ettik, aşağıladık. Büyücüleri, ırz düşmanlarını, gaspçıları, iğrenç ve vahşi tipleri din adamı olarak sunduk. (Eski Türk filmlerine bakın; ne demek istediğimizi görürsünüz!)
İmamın keçisi çalındığında,
Malum bunların hepsi vesayet özlemi içinde kıvranmaktadır; ağababaları da dışarıda olup (ABD Başkanı Biden), Erdoğan’ı, darbe dışı yollarla düşürebilmek için, bu denli muhalefeti destekleyeceğini söylemişti.
Kurt dumanlı havayı sever misali, mahut zevat da bir bir sökün ederek içlerindeki ufuneti kusmaya başladı. Bunların başında da sicili her daim bozuk olan TÜSİAD gelmektedir.
Bunlar, paranın verdiği şımarıklıkla halka tepeden bakarlar. Düşünce yapıları itibarıyla, Batılı olmaktan ziyade Batıcıdırlar. Yerli ve milli konularda hep karşı tarafta konumlanırlar.
Siyasette CHP’nin yapamadığını yapmak ister ve bunda da çoğu kez ellerindeki para gücüyle başarılı olurlar.
Dün, Ecevit’i ve Erbakan’ı başbakanlıktan uzaklaştırmada başrolü TÜSİAD üstlenmişti.
Kendilerinin benimsemediği iktidarları alaşağı edebilmek için darbe destekçisi olmayı maharet bilirler.
Tayyip Erdoğan ve AK Parti iktidarlarıyla TÜSİAD’ın arası hiçbir zaman iyi olmadı. Erdoğan da bu durumu gizlemiyor ve açıktan dillendiriyor: ‘Ey TÜSİAD’ın başına gelen Beyefendi, dış politikada bize ders veremezsin. Önce haddini bil. Bunlar da akıllarını başlarına almadıkları sürece iktidarın kapılarından içeri giremezler. Biz İsveç’e Finlandiya’ya neden tavır alıyoruz? Sokaklarında terör örgütleri cirit atarken biz onlara kapılarımızı mı açacağız? Ey TÜSİAD! Siz onların yanında yer alabilirsiniz, biz şehitlerimizin kanını yerde bırakmayacağız... Siz aynı merkezden idare ediliyorsunuz. CHP oradan neyi sufle ediyorsa siz de aynı şekilde konuşuyorsunuz. Bu kapı yerli ve milli duruş sergileyenlere açıktır, sergilemeyene kapalıdır.’
Neymiş efendim; Hükümet, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine zorluk çıkarmamalıymış.
Attilâ İlhan bu ülkede yüzde 10 oranında hain olduğunu söylemişti, eksik söylemiş; o rakamın birkaç misli kadar da kullanışlı tip var bu ülkede. Kullanılmaya elverişli tipler de iki sınıf; birincileri, birileri adına çalışan tiplerdir. Bunlar kullanıcılar yönleriyle haindir; ikincileri ise serapa kullanılan, gafletten öte ahmak tiplerdir ve mebzul (bol) miktarda vardırlar.
Özendiğimiz ve onlar gibi olmak için can attığımız Batılı ülkelerdeki polisin, kendi vatandaşlarına karşı davranışını görüyoruz. Onların uyguladığı şiddet demokrasi gereği oluyor, bizde ise, bazı siyasetçilerin ya da kimi gazetecilerin içeride olmasını demokrasinin olmayışına bağlıyoruz.
Bu durum şuna benziyor; bu ülkede sağdaki (iktidarda ya da muhalefette fark etmiyor) bir partinin lehinde yazı yazıyorsanız yalaka ve yandaş oluyorsunuz, sözde soldaki partilerden birinin lehine yazı yazdığınızda da özgürlükçü, aydın, ilerici yazar oluyorsunuz.
Kimse muhakeme ederken ve hüküm verirken şunu sormuyor; bu ülkede şu kadar siyasetçi, bu kadar gazeteci ve yazar var, bunların hepsi dışarıda ve işlerinin güçlerinin başındalar.
Bu ülkede hiç kimse, siyasetçi veya gazeteci-yazar olduğundan dolayı içeride değil, suç işledikleri için içerideler. Hiçbir meslek sahibinin olmadığı gibi, siyasetçilerle gazetecilerin de suç işledikleri takdirde, içeri girmeme lüksü yok.
Yine bu ülkede birileri hasbelkader milletvekili oldular ve dokunulmazlıkları var diye kendilerini layüsel (dokunulamaz) zannediyor. Halbuki hukuk önünde hiç kimse dokunulamaz değildir.
Bu absürt düşünceyle yetinseler bir derece; bundan da vahimi, kendilerini dokunulmaz olduğunu ve kendilerinin ise herkese dokunabileceklerini ve hatta ısırıp yumruk atabileceklerini vehmediyorlar.
İşte dünün HDP’li, bugünün ise HDP’nin yedeği olan bir partinin (DBP) milletvekili olan Saliha Aydeniz, PKK’yı desteklemek için katıldığı izinsiz gösteride bir polis memurunu yumrukladı.